Zaman, tarihin kimi dönemlerinde o kadar ağır işler ki aylar yıllar dahi geçse insanda hiçbir şeyin değişmediğine dair bir izlenim oluşur. Tarihin yavaşladığı dönemlerde alttan alta mayalanan hareket açığa çıktığında günler adeta aylara bedel hale gelir ve belki de birkaç günde geliştirilen bir müdahale etkisini yıllar boyu hissettirebilir. Nasıl depremin kendisi fay hatlarında biriken enerjinin dışa vurumuysa ve çok sarsıcı bir biçimde vücut buluyorsa, deprem sonrası müdahale geliştiren siyasi öznelerin de benzer bir potansiyele sahip olduğu söylenebilir.
Depremin üzerinden bir haftayı aşkın bir süre geçmiş bulunmakta. Depremin ilk anında çevresindekilerin yardımına koşan, evden kapabildiği tenceresiyle hep birlikte çorba kaynatıp bir bardaktan sırayla çorba içen insanlar, bugün elektrik ve su dahil tüm temel ihtiyaçlarını kendi kendine sağlayabilmiş durumdadır. Bunu mümkün kılan ise ancak üç gün sonra şehre ulaşan devlet değil; daha ilk saatlerden itibaren ekipler kurarak enkazlara koşan, nerede bir ihtiyaç varsa orada olan, ülkenin dört bir yanından akın akın şehre gelen devrimcilerdir. Halk, devrimcilerle birlikte kendi yarasını kendisi sarmaya çoktan başlamıştır.
Devrimciler bu noktada geliştirdiği müdahale ve yarattığı pratiğin etkisi geleceğe ışık tutacaktır. Tıpkı şu an başarılmış bu pratiği mümkün kılan diğer yangın, sel ve deprem deneyimleri gibi.
Şimdi sorun yarın ne olacağı ile ilgilidir.
Deprem, doğal bir afettir. Ne zaman gerçekleşeceği henüz tam olarak belirlenemese de önlem alınması mümkün olan bir afettir. Evet, Saray Rejimi çözülmektedir ve gerçekten de depreme karşı gerek önlem almaktan gerek sonuçlarına dair müdahale geliştirmekten acizdir. Fakat bu durum egemenlerin bir politika sahibi olmadığı anlamına gelmez. Saray Rejimi rant, yağma ve savaş üzerine kuruludur. Dolayısıyla bu üç olgu yaşanan her olayda aklımızın bir köşesinde bulunmalıdır.
Depremin Antakya’da yarattığı yıkım ilk iki gün boyunca ana akım medyada neredeyse hiç yer almamıştır. Ancak iki günün sonunda depremzedelerden gelen haberler ve şehre ulaşan devrimciler sayesinde yaşanan yıkımın gerçek boyutları anlaşılabilmiştir. İlerleyen süreçte ise devletin tutumu, insanları şehirden ayrılmaya sevk etmeye yönelik olmuştur. İlk etapta devrimcilerin tüm çabalarına rağmen insanlarda yalnızlık ve terk edilmişlik hissi pekiştirilmeye çalışılmış ardından da sel gibi asparagas haberler ve yağmacı/kolluk şiddeti sarmalında korku pekiştirilmek istenmiştir. Yağmacı çeteler bizzat bu düzenin parçasıdır, bizzat bir devlet örgütlenmesidir ve korku yaymakla görevlendirilmiştir.
İnsanlar belki fiziki zorla tahliyeye zorlanmamışsa da şiddetin her biçimiyle şehri terk etmeye zorlanmıştır. Bu durum sadece devletin beceriksizliğiyle açıklanamaz. Aksine ortada siyasi bir hamle vardır ve siyasi bir hamleyle karşılanmalıdır.
Antakya, hem halklar hem de devrimciler yönünden köklü bir tarihe sahiptir. İşte bu sebeple tarihsizleştirilmek istenmektedir. Tarihsizleştirmenin ilk adımı ise insansızlaştırılmaktır. Daha depremden birkaç gün önce, İdlib’den boşaltılmasına karar verilen çetelerin ne olacağı sorusunun şehirdeki en hararetli tartışma konusu olduğu sır değildir. Devletin insansızlaştırma politikası bir ölçüde karşılık almıştır; fakat durumu tersine çevirmek hala elimizdedir. Sadece ihtiyacı olanlara yardım götürmekle sınırlı kalmamalı, yaşamı yeniden örgütlemeye girişmeliyiz. Afetin en zor, en acı anında komşumuzun imdadına koşabildiysek, ekmeğimizi bölüşebildiysek şehrimizi de tekrar inşa edebiliriz. Deprem anından itibaren günlerce esamesi okunmayanlardan medet ummak en iyi ihtimalle saflık olacaktır. Bir haftada edindiğimiz deneyim gerçekten de aylara bedeldir ve bu deneyim bizlere yeni sorumluluklar yüklemektedir.
Afet koordinasyon merkezleri, devrimcilerin sadece yardım dağıtımını örgütlediği mekanlar olmaktan çıkmalıdır. Eğer şehrimizi terk etmeyeceğiz, yeniden inşa edeceğiz iddiasına sahipsek o halde pratiğimiz de buna göre gelişmelidir. Önümüzdeki ödev elimizdeki tüm imkanları seferber ederek yaşamı yeniden örgütlemektir. Bunun için illa devletin konteynır kent kurmasını beklememize gerek yok. Aksine bu iddiayı paylaşan herkesi Antakya’ya geri çağırarak adım atmaya başlamalıyız. Afet koordinasyon merkezlerini ortaklaştırmak, yaymak ve iddiamızı paylaşan insanlar açısından birer siyasi merkeze dönüştürmek pekalâ mümkündür.
Yazık ki sağlık için seferber olan sağlık emekçileri, sağlık hizmetinin yanında erzak dağıtmak; avukatlar hukuki destek sağlamanın yanında en temel ihtiyaçları karşılamak durumunda durumunda kalmıştır. Bölgedeki temel ihtiyaçların aciliyeti nedeniyle yardım dağıtmak önde bir iş gibi gözükse de, önümüzdeki daha kritik ihtiyaçlara odaklanmalı, bunlara yönelik çalışmaları organize etmeye başlamalıyız. Kentte su ve elektrik sorunu varsa mühendisler olaya el koymalıdır. Salgın kesin bir biçimde öngörülüyorsa doktorlar önleyici sağlık tedbirlerini örgütlemelidir. Avukatlar bir yandan deprem hukuku ile ilgili halkı bilgilendirirken bir yandan da işkence ve infazlara karşı kriz masaları kurmalıdır. Halihazırda kurulmuş olan afet koordinasyon merkezleri yaygınlaştırılmalı ve yardım da dahil tıbbi, teknik ve hukuki tüm alanlar bu merkezlerde oluşturulacak birimler tarafından örgütlenmelidir. İhtiyacımız olan, meslek örgütlerinin yardım dağıtması değil, uzmanlık alanlarında çalışmalar yürütmesidir. Bu sadece Antakya’nın değil, depremden etkilenen tüm illerin ihtiyacıdır.
Depremin yarattığı ilk şoku ve şaşkınlık halini artık geride bırakma zamanı gelmiştir. Bu enkazı sadece bir gün sonrasını düşünerek temizleyemeyiz. Bir ay, bir yıl sonra neyle karşılaşacağımız bugün ne yapacağımıza, nasıl tutum alacağımıza bağlıdır. Unutmayalım ki dert bizdeyse derman da bizdedir.
Kaldıraç Antakya
17.02.2023