“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın
Dünü bugüne,
bugünü, yarına bağlayın.”[2]
Size, bir geçmişten değil, “olması gereken” bugünde biçimlendirmek zorunda olduğumuz gelecekten, yani Kızıldere’den veya “Devrimin Güncelliği”nden, kesintisiz sürekliliğinden söz edeceğim; “Keşke bir yolu olsaydı,/ Geçmişe iltica edip/ Anılarda mülteci kalmanın,” dizeleri eşliğinde Cahit Külebi’nin…
Anlatmaya gayret edeceklerim: Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın, bizler doğru gördüğümüz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz!” sözleriyle özetlenirken; “Ölümün mutlak bilincini içimizde taşıyarak var gücümüzle kendimizi yaşamaya verebilirsek, yaşantımız bir sanat eseri niteliğinde olur,”[3] saptamalarını da anımsatır elbette…
Hayır! Kesinlikle onlara “Öldü” diyemem…
Bilmiyor olamazsınız: Hakikât her zaman devrimcidir ve tarihin nesnesi, aslî öğesidir. Söz konusu hakikât(ler) olmadan tarih yazılamaz; kan ile yazılan tarih ise yok edilemez!
Kızıldere’de yok edilmesi mümkün olmayan bir tarihî hakikat iken; “Yarım kalmış bir türküydü yolculukları/ Okunulması yasaklanmış, bitirilmemiş birer şiirdiler/ Anaların söyleyemediği ağıdı, dile gelmeyen feryadıydılar/ Onlar ki, yarin yüreğinde saklı, halkın umudunda gizli/ Ve onlar ki geleceği yeşertecek birer fidandılar,” İsmail Şimşek’in dizelerindeki üzere…
Onlar yerküreyi sarsan ’68 fırtınasının çocukları ve küresel başkaldırının, zulmü kasıp kavuran isyan dalgasının, Che efsanesi, Filistin’in yoldaşları, öncü neferleriydiler…
O tarihsel kesitte Mahir Çayan yoldaşlarıyla Kızıldere’de katledildiğinde 27 yaşındaydı.
Sinan Cemgil Nurhak Dağlarında delik deşik edildiğinde de 27’sindeydi.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanındaki işkence tezgâhlarında katledildiğinde 24’ünde bile değildi.
Onlar da, tüm devrimcilerle birlikte sosyalist bir dünya istemişler ve devrimci hareketi tarihine kararlılığın/dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdi Kızıldere’de ve düştükleri her yerde…
Mahir Çayan ile dokuz yoldaşı (Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin,[4] Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna[5] ve Saffet Alp) Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için çıktıkları yolda Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere Köyü’nde katledildiler.
* * * * *
12 Mart darbesiyle devletin çıplak şiddeti tırmanırken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan (THKO) on devrimci kıstırıldıkları Kızıldere köyündeki çatışmada katledildi.
Kızıldere’ye götüren yolda yaşananlar coğrafyamızdaki öğretici bir tarih dersidir.
12 Mart 1971’de -kimilerinin “ilerici bulduğu!- ABD destekli darbe devreye sokuldu.
16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş Gemerek’te (yaralı Yusuf Aslan ile birlikte) yakalandı.
22 Mayıs 1971’de THKP-C İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırdı.
1 Haziran 1971’de Hüseyin Cevahir İstanbul Kartal’da katledildi. Mahir Çayan yaralı olarak ele geçirildi.
19 Ekim 1971’de THKO önderleri hakkında idam kararı alındı.
29 Kasım 1971’de THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, tünel kazarak Maltepe Cezaevi’nden firar etti.
Burası çok önemliydi; THKP-C ile THKO’nun devrimci eylem birliği hayata geçirildi: “Tünel kazacağız. Bize betonu eritecek kimyasalla keser lazım.” Evet o gün Kartal Maltepe Zindanı’ndan kaçış kararı artık kesindi.
Cihan Alptekin, koğuşun alışveriş işleri sorumlusu Aydın Engin’i tenha bir noktaya çekip bunu söyledi.
Tünel THKO’luların fikriydi ancak THKP-C’liler de dahil oldu. Hedef, artık idama giden yolda Denizleri kurtaracak bir eylemi hayata geçirmekti.
Mahirlerin firarı Türkiye’de deprem etkisi yarattı.
Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün derhâl cezaevine gitti, “Tüneli görelim tüneli” dedi. Gördüğünde yaşadığı şoku gizleyemedi: “Adamlar tünel değil metro kazmış.”
Kolluk kuvvetleri derhâl önlemler aldı, İstanbul’da kuş uçurtulmayacaktı. İlk iş havaalanlarında olağanüstü tedbirler alındı. Firarilerin yurt dışına kaçabileceğini düşünüyorlardı. Oysa onlar kalıp mücadele etmeyi ve ölümü göze almıştı.
Mahir’in firarının ardından bir önder olarak yurt dışına gitmesini önerenler oldu. Bunu teklif edenlerden biri Oğuzhan Müftüoğlu’ydu. Müftüoğlu o süreci şöyle anlatacaktı: “O koşullarda Denizleri kurtarmak için yapılacak bir eylemin başarıya ulaşma şansı çok azdı ve bu arada onları kaybetme ihtimali çok daha fazlaydı. Denizleri bırakarak gitmek istemediler. Yapılacak ne varsa kalanların yapması önerisini de kabul etmediler.”
Sadece Müftüoğlu değil, Necmi Demir de benzer şeyleri anlatacaktı: “Denizlerin idam edilmeleri söz konusuyken, Mahirlerin yurt dışına çıkamayacaklarını kısa sürede anladık. Umutsuz bir kurtarma girişimi olacağını etimizde kemiğimizde hissediyorduk.”
Mahir Çayan ile yoldaşları yurtdışına çıkmadılar…
19 Şubat 1972’de, Ulaş Bardakçı katledildi.
Yoldaşlarının idamlarını engellemek için Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30’da Ünye’de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gitmişlerdi.
26 Mart 1972’de üç İngiliz görevli rehin alındı, geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hâle getirildi. Mahir Çayan ve arkadaşları İngilizlerin aracıyla yola çıktılar.
27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar.
30 Mart 1972 günü Mahir Çayan ve 9 arkadaşı, Kızıldere’de üç İngiliz görevliyi rehin tuttukları evde kuşatıldı. Evde Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ertuğrul Kürkçü ve rehineler vardı.
Evin etrafı çevrildi. Helikopterler uçmaya başladı. Ağır silahlar getirildi.
“Teslim olun. Etrafınız sarıldı! Hiçbir yere kaçamazsınız!”
“Amerikan köpekleri! Size teslim olmayacağız. Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz!”
Sonrası sayısız kaynakta anlatıldı… Çatışma sürdü. Ağır silahlarla, bazukalarla ve sayısız kurşunla ev ateşe tutuldu.
Tarih 30 Mart 1972 idi![6]
Katliamdan sadece alt kattaki samanlığa düşen Ertuğrul Kürkçü kurtulabildi. Halkın vicdanı Kızıldere’de katledilenlerin yanında yer aldı.
24 Nisan 1972’de üç fidan, üç yüreğin idamları onaylandı.
24 Nisan 1972 pazartesi günkü TBMM oturumuna THKO önderlerinin idam kararları getirildi. İdam kararı, 48 “ret” oyuna karşılık 273 “kabul” oyu ile Meclis tarafından onaylandı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da 23 Mart 1972’de idamları onayladı.
6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte gece 1.00-3.00 arası, Ulucanlar Zindanı’nda asılarak idam edildi.
* * * * *
Sevgi Soysal’ın, “Havalar ısındı. Mayısa giriyoruz. Koğuştaki soğuk da kırıldı. Bahar; hayat, canlılık demektir. Oysa, bu uğursuz 72 baharı bir ölüm Tanrısı gibi. Bu bahar Kızıldere’yle çakıldı beynimize. Baharın bütün fidanlarına inat, ölümü hayata kaim kılmak isteyenlerin operasyonu”[7] diye betimlediği katliamın gerçekleştirildiği Kızıldere’ye ilişkin “Hatırlayanlar olacaktır: Operasyona katılanlar, katliamdan sonra bir ‘zafer’ partisi düzenleyip ‘Niksar’ın Fidanları’ türküsüyle göbek atmışlardı,”[8] notunu düşer Aydın Çubukçu…
“CIA ajanı olduğu kesin Amerikalı, Mahir Çayan ve arkadaşlarını katletmek için Kızıldere operasyonuna bizzat katıldığını gururlanarak anlatıyordu.”[9]
Malum: Zırhlı araçlar ve ağır silahlarla donatılmış binlerce asker ve polisin kuşattığı devrimciler, “teslim olmalarına” dönük çağrılara, emperyalizme ve faşizme karşı öfkelerini ifade eden sloganlar ve marşlarla yanıt verdiler. Ve katledildiler.
Katliamın ilk sahnesi, kuşatma güçlerinin konuşmak üzere evin çatısına çıkardıkları devrimcileri öldürmeleriyle başladı. Katliamın son sahnesinde, tank ve bazuka ateşiyle yıktıkları kerpiç evin kalıntıları içinde sağ kalan devrimcilerin kurşuna dizilişi vardı.
Devlet, Niksar’ın Kızıldere köyünde kuşattığı on bir devrimciyi ne pahasına olursa olsun imha etme kararı almış ve uygulamıştı. Kararın altında, Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, Org. Memduh Tağmaç’ın imzaları vardı. Operasyonu, daha sonra 12 Eylül darbesinin başında yer alan dönemin MİT Müsteşarı Korg. Nurettin Ersin yönetti. 70’li yılların iç savaşını tezgâhlayan kilit isimlerden MİT’çi Mehmet Eymür infaz timinin başındakilerdendi.
“Kızıldere’deki köylüler dönemin Başbakanı Nihat Erim’in ‘Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar!’ dediğini söylüyorlar.
“Nihat Erim’in böyle bir cümle sarf ettiğinin kanıtlanabilirliği az da olsa, katliama baktığımızda yegâne belgeyi görüyoruz. Bir evin nasıl kan gölüne çevrildiğini, duvarlarının nasıl delik deşik edildiğini hepimiz biliyoruz
“Ayrıca derin devlet operasyonu olarak tarihe geçen ve hâlâ karanlıkta kalan yanlarının olduğu katliamda kimse ceza almamıştır. Bilakis, ilk kurşunu sıkan jandarma teğmeni Mustafa İlerisoy operasyondaki başarısından ötürü takdirname almıştır. Birkaç ay sonra da üst teğmenliğe terfi ettirilmiştir.”[10]
* * * * *
“İyi de Kızıldere’yi bu kadar önemli kılan nedir?” diye sorulursa…
Kızıldere, bir direniş ve dayanışma ve de devrimci kardeşlik destanıdır. Devrimci savaşın diz çöktürülüp, baş eğdirilemeyen ahlâki isyanıdır. 30 Mart 1972 halkın vicdanında silinmez bir iz bırakmıştır.
O, devrimci hareket tarihinin doruk noktalarından olması yanında bir manifestodur da…
Tam da bunun için -süreklilik içinde cereyan eden her tarihî olay gibi- süreklidir; sadece bir geçmiş değil, bugün ve yarınla bağıntılıdır.
Kızıldere örneğindeki üzere THKP-C ile THKO arasındaki eylem birliği devrimciler açısından tarihî öneme sahiptir.
Kaldı ki onun öğretici hakikâti sadece devrimci örgütler arasındaki eylem birliğinden ibaret değildir; omuz omuza teslim olmayı reddetmek, geri adım atmamaktır.
Kızıldere, devrimcilerin en seçkin, en kararlı on militanının aralarındaki örgütsel farklılığı bir yana bırakarak aynı amaçla, tek kelimeyle “ölümüne” girdikleri bir savaşın simgesidir.
Kızıldere’ye giden yol kokuşmuş düzen(sizliğ)e karşı bir başkaldırı ve aynı zamanda tarihî bir dayanışmaydı da…
Bir yoldaşlık kucaklaşmasına adanmış yaşamlarıyla onlar yok edilemediler. Onların adları, düşünceleri, davranışı çoğaldı. Arkalarından yakılan ezgiler, çocuklara verilen isimleri ve mücadeleleri toplumsallaştı…
* * * * *
12 Mart cuntasının “reformist” imajını yıkan Kızıldere’yi sınıf mücadelesi hakikâtinden soyut değerlendiremeyiz.
Önce TİP parlamentarizminden, ardından da cuntacılıktan kopuş olarak Kızıldere sadece Kızıldere değildir; devrimci yeniden doğuştur. Devrimcilerin büyük dönemecidir; bir doruk noktasıdır.
“Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkânına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı”nın[11] altını çizerken; 12 Mart darbecisi Memduh Tağmaç’a dahi, “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti, durdurmak gerekir,” dedirten 71 Devrimciliği işçi bilinçlenmesini, halk hareketliliğini geliştirdi.
“Kızıldere son bir çığlıktı”;[12] veya “THKP-C’nin, TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasi faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz,”[13] türünden revizyonlara mesafe konması gereken 71 Devrimciliği, bir avuç gözü kara devrimcinin devletle çatışması değildir. O, “En iyi önder(lik), en öndedir,” vurgusuyla devrimci mücadeleleri örgütleyen öncü bir çıkıştır.
Kimileri onları toy, heyecanlı “genç çocuklar” olarak sunma gafletine düşseler de; “onlar” “anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuklar olarak kaldılar hep: Kirlenmeyen, cesur, isyancı ve kendilerinden vazgeçebilecek kadar da özverili!
Onların canlı tuttuğu şey, devrimciliğin cisimleşmiş hâli olmalarıdır; hem de, “İnsanın kendisi, bir ülkü uğrunda ıstırap çekmez ve ölmezse korkun, çünkü bu tek nitelik, insanın temelidir ve bu tek nitelik, insanı evrendeki bütün öteki şeylerden ayırır,”[14] ifadesindeki üzere John Steinbeck’in…
Kolay mı? Devrimcilik bilinçli büyük tutkuların, fedakârlığın, ütopyaların ürünü değil ise nedir ki?!
“Ulusal Solcu”lar ile “Liberaller”in yanıtlayamadığı tam da budur…
Mesela “Deniz Gezmiş’leri kurtarmak isterken Kızıldere’de ölenler, onların idam sürecini hızlandırmış olduklarını nereden bileceklerdi?… “68 Kuşağı” liderlerinden bir kısmının umutları Kızıldere’de ve darağaçlarında dramatik bir biçimde son buldu,”[15] satırlarındaki üzere “Ulusal Solcu” Soner Yalçın’ın!
Ya da “Kızıldere katliamı ve ardından gelen idamlar, Türkiye’deki devrimci mücadeleyi derinden etkiledi. Onların kahramanca eylemleri, gençlerin gözünde birer efsaneye dönüşmelerine yol açtı. Çayan ve arkadaşları, devletin yıkılması için parlamentarizmin dışında militan bir devrimci mücadelenin gerekliliğini ortaya koydular. Ne var ki mücadeleleri Narodnizmden, Kemalizmden, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerinden, fokoculuktan yoğun bir şekilde etkilenmişti.
Gözlerindeki bu gözlük nedeniyle, bir avuç öğrenci ve aydının fedakârca eylemlerinin, halkı bir devrimle sonuçlanacak bir hareketliliğe iteceğini düşünüyorlardı. O devrin koşullarında devrimcilerin bu şekilde düşünmesi belki anlaşılabilirdi, fakat günümüze o devrin gözlüklerinden bakmak, beraberinde büyük yanılgıların yaşanmasını getiriyor,”[16] hezeyanlarındaki üzere “Liberaller”in!
* * * * *
“İyi de Kızıldere’nin öğrettiği nedir” mi?
29 Mart 1972 günü İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı General Vehbi Parlar, Samsun Jandarma Bölge Komutanı Albay Celal Durukan Kızıldere köyüne gider. Muhtarın evindeki devrimciler komandolar tarafından kuşatılır.
“Teslim olun!” çağrılarına onlar, “Teslim olmayacağız!” yanıtını verir.
En önemli ders; onların, “Teslim olmayacağız!” yanıtı ve duruşudur!
Politik bir yenilgiymiş gibi sunulmaya kalkışılan Kızıldere katliamını ancak Rosa Luxemburg’un, “Bu yenilgilerden boy verecektir geleceğin zafer çiçekleri de!”; Karl Liebknecht’in, “Sakın unutmayın zafer olan yenilgiler vardır,” saptamalarıyla kavrayabiliriz!
Mahir Çayan’ın, “Biz, sosyalistlerin partisi, Marksist bir partiyiz ve partimizin de eylem kılavuzu Kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir!” ifadesiyle müsemma onlar devrimci hareketin “Kutup Yıldızı”dır.
Ve bize daima Andrey Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kere ihanet eden bir insan bir daha hayata karşı lekesiz bir tavır alamaz,” sözlerindeki duru netlik ile Nâzım Hikmet Ran’ın, “En güzel deniz:/ Henüz gidilmemiş olanıdır./ En güzel çocuk:/ Henüz büyümedi./ En güzel günlerimiz:/ Henüz yaşamadıklarımız./ Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ Henüz söylememiş olduğum sözdür,” dizelerindeki direngen, vazgeçmeyen, teslim alınıp/ boyun eğdirilemeyen ütopyaları muştularlar…
Ütopyaların, umudun ve isyanın ölü ele geçirilmesi mümkün değildir.
Zalimlerin açarsızlığı da, onlar gibi isyancıların ölü ele geçirilememesi da, tam da bundandır; yani “Yolun sonu yok ki… Öyle demez miydi o? Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir,”[17] hakikâtine mündemiçtir.
O hâlde Kızıldere dediğinizde Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların./ Kolay değil öyle genç ölmek./ Yeşil bir yaprak gibi yüreği koparıp ateşe atmak…” dizeleri ile idam sehpasındaki Ömer Muhtar’ın, “Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz! Biz ölsek de kazanırız ve siz kaybedersiniz”; Friedrich Engels’in, “Sert bir çarpışmadan sonraki yenilgi, devrimci değeri kolayca kazanılmış zafere eşit bir olaydır!” sözlerini anımsayın…
25 Şubat 2023, Ankara.
*: 26 Mart 2023 tarihinde Sarıyer AKA-DER’deki Kızıldere Anması için hazırlanan konuşma metni.
[2] Nâzım Hikmet.
[3] John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 49.
[4] “Cihan çok yoksul bir köyün yoksul bir ailesinin çocuğuydu. 9 kardeştiler. Yoksulsanız, çok ama çok çalışmalısınız. Cihan çok çalışkandı. Onun çalışkanlığı (tarlada, okulda) dillerdeydi. Güçlüydü. Yorgunluk nedir bilmezdi. O çocuk yaşında, itilen kakılanın yanındaydı. Lise yıllarında, yaşadığı çevreyi, ülkesini, dünyayı tanımak için okumaya başladı. Üniversite yılları ayrı bir başarı öyküsüdür. İstanbul Hukuk Fakültesi 3’üncü sınıf öğrencisi olarak kaldı.” (Nuran Alptekin Kepenek, “Bizum Cihan”, Birgün Pazar, Yıl: 18, No: 785, 27 Mart 2022, s. 6).
[5] “1949’da doğmuşsun. Bu dünyada 23 yılını dolduramadan göçüp gitmişsin, sevmemişsin bu dünyayı, bu düzeni; değiştirmeli demişsin bu yaşamı. O gencecik yaşınızda bu halkın kanını emenlere, sömürenlere isyan etmişsiniz. Siz “yeter artık” deyip ayağa kalktığınızda ben yeni doğmuşum (1968). Senin ve arkadaşlarının ektikleri sayesinde 10lar oldu 100ler. 1000ler oldu milyonlar. Okurken çalışırken konuşurken yazarken hep Ömer Ayna’nın yeğeni olmak, ona layık olmak diye bir olgu ile yetiştik biz.” (“Emine Ayna’dan Ömer Ayna’ya Mektup: Merhaba Amca”, 30 Mart 2022… https://bianet.org/bianet/yasam/259798-emine-ayna-dan-omer-ayna-ya-mektup-merhaba-amca).
[6] Hakan Güngör, “Denizleri Kurtarmak: Mahirlerin Son Eylemi”, 30 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458134/denizleri-kurtarmak-mahirlerin-son-eylemi
[7] Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yay., 1977, s. 142.
[8] Birkan Bulut, “Aydın Çubukçu: Kızıldere Bir Yoldaşlık Destanıdır”, 29 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458146/aydin-cubukcu-kizildere-bir-yoldaslik-destanidir
[9] Vehbi Bardakçı, Kırmızı Bahar – Adanmış Hayatlar 3, Ozan Yay., 2015, s. 304.
[10] Nihat Behram, Darağacında Üç Fidan, Everest Yay., 2010, s. 94.
[11] Emine Özcan, “Kızıldere Katliamından 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor”, 29 Mart 2008… https://m.bianet.org/biamag/emek/105969-kizildere-katliamindan-36-yil-sonra-ertugrul-kurkcu-anlatiyor
[12] Ertuğrul Kürkçü, “Kızıldere: Son Bir Çığlık, Son Bir Haykırıştı”, 30 Mart 2022… https://www.avrupademokrat.com/kizildere-son-bir-ciglik-son-bir-haykiristi/
[13] Yücel Göktürk, “Ertuğrul Kürkçü: Beş Maddeli Miras”, 30 Mart 2022 (Express, sayı 60, Nisan 2006)… https://birartibir.org/bes-maddeli-miras/
[14] John Steinbeck, Gazap Üzümleri, çev: Rasih Güran, Remzi Kitabevi, 1965.
[15] Soner Yalçın, Bay Pipo, Kırmızı Kedi Yay., Doğan Kitap, 1999, s. 207.
[16] “30 Mart 1972: Kızıldere Katliamı”, 30 Mart 2016… https://marksist.org/icerik/Yazar/4268/mobileRedirect
[17] Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yayınevi, 1991, s. 367.