Önce 14 Mayıs 2023’te, ardından, 28 Mayıs 2023’te seçimler yapıldı.
Seçimler, hem parlamento seçimleridir hem de cumhurbaşkanlığı (ya da başkanlığın bir türüne benzer cumhurbaşkanlığı) seçimleridir.
Seçimler, ikinci tura kaldı ve ikinci turda, Erdoğan %52 ile kazandı. Kılıçdaroğlu, %48’de, “buradayız” bölgesinde kaldı.
Siyasi rakip olarak kaybedenler, “büyük bir olgunluk” içinde seçim sonuçlarını “halkın kararı” olarak kabul etti, 3. kere seçilen Erdoğan ise, her zamanki tutumu ile, efendileri tarafından “seçilmiş” olmanın gurur ve kibri ile yoluna devam edeceğinin işaretlerini verdi.
Peki ne değişti?
Önce süreci netleştirelim.
TEK DEVLET PARTİSİ
TC devletinin, 12 Eylül baz alınırsa, o tarihten bu yana, tek bir partisi vardır, tüm partiler bir ve aynı partidir, “devlet partisi”.
Birbiri ile savaşan emperyalist merkezler, mesela Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve bunlarla birlikte etkin olan bir güç olarak İsrail, bu her biri birer devlet partisi olan partilerin, önemlilerinin içinde, kendilerini örgütlerler. Bu hâl, zaman zaman, acaba birden fazla parti var mı sorusuna yol açabilir. Ama aslında efendiler anlaştığında, NATO mekanizmalarına uygun olarak, tüm burjuva partiler, tek bir parti olduklarını tartışmasız ortaya koyarlar.
Baykal, mesela, Erdoğan ile ilişkilerinde, buna uygun davranmıştır.
Efendiler ne derse onu yaparlar.
Daha pratik bir örnek olsun, mesela cumhurbaşkanlığı seçimine girmiş dört adayın dördü de MİT ile bağlıdır. Evet her birinin ayrı görevleri vardır. Ama nihayet aynı yere bağlıdırlar. Erdoğan, muhbir olarak üniversiteye girmiş, okula devam bile etmemiş, okulu bitirememiştir. Oğan’ın MİT bağlantıları çok sık konuşuluyor. İnce ve Kılıçdaroğlu için, 5 yıl önce İnce daha “adam kazandı” dememişken, Yalçın Küçük, her ikisi de MİT mensubudur demişti. Yalçın Küçük’ün bilgisini yanlış kabul etmemiz için bir neden yoktur. Demek ki, dördü de aynı olan dört aday yarışmıştır. Mesela Oğan, bilmem ne kadar para ve mevki karşılığında Erdoğan’a destek vermekle kalmamış, seçimi Erdoğan’ın kazandığı ilan edilince, “Atatürkçüler kazanmıştır” demiştir. Ve dördü de, kendilerine tarif edilen görevi yerine getirmiştir.
Her biri, milliyetçiliği öne çıkartmış, her biri, sanki ülkede demokrasi varmış, sanki seçimler “normal” seçimlermiş gibi davranmıştır. Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun daha büyük bir rol aldığına ne şüphe. Öyle ya, devlet için çalışmak, seçimi kazanmaktan daha önemlidir, bir de “ego” mu yapacaktı?
Ayrıca aynı mesele parti başkanları için de bir yere kadar geçerlidir. Mesela Ümit Özdağ için “istihbaratçı” diye Soylu söylemiştir. Elbette Soylu’nun hiçbir sözü makbul değildir. Ama yine de bozuk bir saat bile günde iki kere doğru olabiliyor, isteğe bağlı olmaksızın. Davutoğlu, belki birden fazla yere bağlıdır. Akşener ise “derin devlet”in “adamı” olmakla övünmektedir.
Yani, hepsi, devlet partisidir, tek bir partinin farklı yüzleri gibidirler.
SARAY REJİMİ, SEÇİMLER YOLU İLE MEŞRULUK KAZANMA PEŞİNDEDİR
Böyle olunca, işler biraz farklı yürüyor.
Egemen ne derse, ona uygun roller dağıtılıyor ve ajanslar aracılığı ile “medya hizmetleri” alınarak, her adayın davranış formları belirleniyor.
Peki, bu ayarı kim veriyor?
Elbette NATO ya da ABD.
Bu konuda mesela Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin etkileri yok mu? Olmaz mı, elbette var.
Türkiye bir sömürgedir.
Bu sömürge, siyasal olarak ABD’ye bağlıdır. Siyasal denildi mi, sadece siyasi partileri, hükümetleri vb. anlamak olmaz. Daha çok orduyu, polisi, yargıyı, bürokrasiyi anlamak gerekir.
Yani, bugün bizim Saray Rejimi dediğimiz rejim, 2017’den bu yana, tekelci polis devletinin, yani ülkemizdeki burjuva devletin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu örgütlenmenin mimarı ABD ve NATO’dur.
Bu sömürgenin ekonomisi, Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlıdır.
Böylece, Türkiye, az rastlanır bir sömürge türüdür, “ortaklaşa sömürge”dir. Bu “ortaklaşa sömürge” olma hâli, TC devletinin Ekim Devrimi ve SSCB’ye karşı, Batı’nın bir karakolu olarak organize edilmiş olmasından geliyor. Batı, anti-komünist mücadelede, SSCB yıkılana kadar, ortak davranmıştır. Başını ABD’nin çektiği bir emperyalist örgütlenme söz konusu idi. Bu nedenle, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, dünden gelmektedir ve geleceği yoktur. Yani, bugünkü bu hâli uzun süre süremez; ya siyasal alanı elinde tutan ABD’nin olacaktır ya da ekonomiyi elinde tutan AB’nin, daha özel söylersek Almanya’nın sömürgesi olacaktır. Bu elbette, bir “seçim” meselesi değildir, ABD ve AB arasındaki savaşın sonuçlarına bağlıdır.
Şimdilerde bu savaş, Rusya ve Çin’e karşı Batı’nın ortak savaşı nedeni ile biraz arka planda yürümektedir.
Bu nedenle, İstanbul seçimlerinde ABD’ye meydan okuyan Almanya, muhalefetin arkasında durmuştur. Erdoğan’ın kaybetme nedeni, Şirin Payzın’ın uydurduğu gibi, Biden’ın ya da ABD’nin, “diktatörleri sevmemesi” nedeni ile değildir. ABD’yi çok sevmek, NATO’ya çok bağlı olmak, insanın gözlerini kör ediyor olsa gerek. Yoksa yeryüzünde hiç kimse inanarak, ABD’nin diktatörleri sevmediğini söyleyemez. Bu sözleri ABD yönetiminden duyarsınız ve onlar da bu sözleri inanarak söylemezler.
Bugün ise, AB, Ukrayna sürecinden sonra, ABD’nin kontrolünü daha fazla kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu koşullarda AB, ABD’den bağımsız hareket etme eğilimini “bastırmaktadır.” Elbette, bu seçimlerde, yani 14 Mayıs 2023 ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde ABD kararları etkin olmuştur.
Öyle ise, seçim sonuçları önceden bellidir.
İddialı bir söz gibi gelebilir ama değildir. Seçim sonuçları önceden bellidir ve ABD, NATO, önce seçimi yapmakta, kararı vermektedir, ardından buna uygun bir “seçim süreci” planlanmaktadır. Mesela 14 Mayıs’ta oluşmuş olan parlamentodaki milletvekillerini kim seçmiştir, halk mı? Elbette ki hayır. O milletvekillerinin büyük çoğunluğunu, HDP ve TİP hariç diyelim, NATO seçmiştir.
NATO seçici kuruldur. Onlar seçer; uygun adayları, uygun partilere dağıtırlar. Bunun bir-iki istisnası olabilir tabii. Ama her tiyatroda planlanmamış hamleler olur elbette. Bu kadarı, belki de seyirciye de hoş gelebilir.
Böylece NATO, ABD, seçtiklerini, “siz seçilmişlersiniz” diyerek alana sürmektedir.
Gerçekten de onlar seçilmiştir, ama halkın oyu ile, sandıkta değil.
Saray Rejimi, 2023 seçimleri ile, devletin halktan kopmuş bağını yenilemek, seçimler yolu ile bir meşruluk kazanmak istemekteydi.
Bunu, hep söyledik. Bu nedenle “restorasyon”dan söz ettik. Ve bu sonuçlar, bugün, bizi doğrulamaktadır.
SEÇİMLER SAVAŞ İLE BAĞLIDIR
Seçimlerin en önemli üç sonucu vardır. Ve bu üç sonuç, asla sandıktan çıkmamıştır. Bu üç sonuç, seçim sürecinde yaratılmıştır. Sahneye konan oyunun ana amacı budur.
İlki, seçimler boyunca TC devleti, Saray Rejimi (Dikkat edilsin, her ikisini aynı anlamda, ayrı ayrı kullanıyoruz. Bu konuda daha detaylı bilgi almak isteyenler, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan, 1990’da ilk baskısı yapılmış olan Tekelci Polis Devleti’ni ve yakın zamanda basılmış olan Saray Rejimi çalışmalarını okumalıdırlar), halkın devlete olan güvensizliğini kırmak istemiştir. Seçimler bunun için yapılmıştır. Yoksa “zamanı geldiği ve yapılması gerektiği” için değil. Bu nedenle “demokratik bir ülkeyiz” imajını vermek, halk seçti imajını vermek önemli idi. Bunu seçim sürecinde yaptılar. Tüm hilelerine rağmen, tüm hırsızlıklarına rağmen, öylesi bir illüzyon yarattılar ki, “demokrasi işliyor” ve “halk seçti” dedirttiler.
İkinci sonuç, bu halk desteği ile bağlantılıdır. Halk desteğini almak elbette geçici olacaktı. Çünkü ülke patlamaya gebedir. Bu durumda, solun, CHP eli ile sistemin yedeği hâline getirilmesi gereklidir. Bunu büyük ölçüde yaptılar. Bu konuda solun bazı kesimlerinin “demokrasiye”, “sandığa”, Saray Rejimi koşullarında hırsıza teslim edilmiş “seçimlere” güvenleri, aşırıdır.
Ve üçüncüsü, en önemlisidir. Savaş hazırlığı için, her türden, her kesimde etkili bir milliyetçilik yaratmak istiyorlar. Sola da uygun bir milliyetçilik, zaten Kemalizmden kopmamış olanlar için çok zor bir seçim değildir. Her türden milliyetçilik, değişik tonlarda milliyetçilik savaş hazırlığı için uygundur.
Savaş politikaları olmadan, ABD’nin TC devletini tetikçi olarak kullanma durumu anlaşılmadan, ABD ve NATO mekanizmalarının, ayakta zor duran bir Erdoğan ile devam etme isteği anlaşılamaz.
Ukrayna savaşı, TC’nin Suriye savaşındaki tutumu ve hâlâ orada işgalci bir güç olarak varlığı, dahası İdlib’deki özel hâl, bunu anlamaya yeterdi. Ama görmek istemeyen gözden daha körü yoktur. İdlib biter, Erdoğan o zaman gider. TC devletinin İdlib’deki varlığı, gerçekte ABD emridir. Elbette TC devleti bu savaş politikalarına çok heveslidir ve bir Kürt gördü mü saldırma isteği şahlanmaktadır. Yerli tekellerimiz, efendilerinden dinledikleri savaş kârlılıklarını, Suriye savaşı sürecinde tatmıştır. Bu kanlı para, onlar için çok caziptir.
Şimdi ise hedefte, İsrail’in belirttiği gibi İran vardır. ABD, bu doğrultuda hareket etmek istemektedir. Bir yandan Azerbaycan’a Türk yeşil pasaportları ile kaydırılan IŞİD çeteleri, paramiliter gruplar, diğer yandan Afganistan sınırından İran’a karşı hamle yapma hazırlıkları, ABD-İsrail tarafından dile getirilen İran sorununu canlı hâle getirmektedir. İran ile Suudi Arabistan arasındaki “normalleşme” süreçleri, ABD’yi rahatsız etmektedir. Bu durumda İran ile TC devleti karşı karşıya getirilirse, her iki ülke yıkımla karşılaşmış olsa dahi, bu hâl, ABD için uygun olacaktır.
Biz bu nedenle, seçimler ve savaş politikaları arasında bağ kurmanın önemini, seçimden önce defalarca ve ısrarla vurguladık.
Önümüzde, böylesi bir süreç vardır.
Saray Rejimi, yaşanmakta olan ekonomik bunalım nedeni ile bu savaş politikalarına oldukça yatkın olduğu bu politikalara dört elle sarılacaktır. Bu sadece Erdoğan’ın kişiliği ve kendini kurtarma isteği ile açıklanamaz (Elbette onlar da içinde).
SEÇİMLER MEŞRU DEĞİLDİR
Bugün, Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilenler, seçimlerin ilk turunda “hile” olduğunu ilan etmektedirler. Muhtemelen ikinci tur için de aynısı söylenecektir.
Doğrudur da.
Sandık, hırsıza teslim edilirse, o hırsızın sizin gözünüzün önünden oyları aşıracağı kesin değil midir?
Hırsızdır, işi budur ve söylediğiniz gibi, liyakatsiz kadrolar meselesi değildir bu. Tam tersine, son derece mahir kadrolardırlar ve hırsızlık konusunda ustadırlar. Zira, suç dosyaları kabarıktır ve kaybederlerse, cennetlerini kaybedeceklerdir. Cenneti bu dünyada bulmuş bir kapkaççı, onu kaybetmemek için her yola başvuracaktır.
Bu bilinmez değildir.
Eğer Kılıçdaroğlu, eğer onu destekleyenler, eğer okuryazar takımı (OYT), eğer kendine entelektüel diyen sol liberaller, bu durumu bilmiyor idilerse, seçimlere hile karışacağını bilmiyor idilerse, zaten hiçbir zaman liyakat sahibi olamazlar.
Kanımızca biliyorlardı. Ama kendileri inansın ya da inanmasın, halkı seçimlerin normal olacağına inandırmak istediler. Bu konuda hırsızdan aldıkları sözleri, doğru imiş gibi halka sundular. Şimdi utanmadan, “aslında ikinci turda Erdoğan’ın kazanacağı belli idi” diyorlar. İyi ama TV ekranlarında “sandığa gidin” diyordunuz! Sandığa gitmeyenleri Erdoğan destekçisi ilan ediyordunuz!
Oysa sandığa atılan oy ile sandıktan çıkan aynı değildir.
Bu oylar nerede, ne zaman, nasıl değiştiriliyor, bunu hırsızlara sormanız gerekir. Saray Rejimi, ancak ABD “yapmayacaksın” derse, seçim hilesi yapmayabilir. Yoksa siz nerede, ne zaman, nasıl hile yaptıklarını anlamadınız diye, hırsızlık yok diyemezsiniz. Hırsızla başa çıkılmaz derler. Konu seçimler olunca, durum tam da budur.
Seçimler adil değildir.
Halk, ne parlamentoyu seçmiştir, ne de cumhurbaşkanını.
Erdoğan’ın, seçime girmesi bile yasal değildir.
Dün Ekmeleddin vakasını yaratanlar, dün İnce vakası ile “adam kazandı” vakasını yaratanlar, bugün Erdoğan’ın seçime girmesini kabul ederek, zaten ona desteklerini vermiş oldular.
“Biz onu sandıkta yenmek istiyoruz” diye üst perdeden halkı kandıranlar, şimdi bunun hesabını vermelidir. Biz buradayız diyerek, bir şey demiş olmazsınız.
Seçimleri çalanlar suçludur.
Seçimleri çaldıkları hâlde seçimler adil imiş gibi davrananlar bu suçun ortaklarıdır.
Seçimin usulsüz olduğu, seçim sürecinin ilk başlangıcında da bellidir.
Kılıçdaroğlu, mesaj atması engellendiğinde, “ne istiyorsunuz, seçime girmeyeyim mi” diye soruyordu. O kadar cesur olsan, seçime girmezdin. O kadar dürüst olsan, seçimin sonucunu önceden bildiğin hâlde adım atmazdın. O kadar dürüst olsan, seçimi niye kazanmak istemediğini halka anlatırdın. O kadar açık olsan, halkı TOMA’larla, coplarla, hapislerle korkutamayan Saray Rejimi’nin korku yayan aygıtlarına destek olur gibi “sakın sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar” demezdin, “evinizde oturun” çağrıları yapmazdın.
Seçimler meşru değildir.
Sadece bu seçimler değil, mesela 2015 Kasım seçimleri de meşru değildir. Mesela 2017 referandumu da meşru değildir. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” söylemi bir itiraftır. Mesela 2018 seçimleri de meşru değildir. Ve bu seçimler de meşru değildir.
Bu seçimlerde halk suçlu değildir. Oy atanlar, Kılıçdaroğlu’nu seçmiştir ve bırakın 418 milyar doları getirmeyi, siz halkın oylarına sahip çıkma iradesini bile göstermediniz. Tüm hilelere rağmen ilk seçimin sonuçlarına göre %53 ile Kılıçdaroğlu kazanmıştır ama bu sonuçlar bile açıklanmamıştır.
MİLLİYETÇİLİK, ETKİN DEĞİLDİR, YARATILMAK İSTENENDİR
Seçimin ikinci turuna girerken, Oğan’ın ve MHP’nin aldığı söylenen oylar üzerinden, seçim çalışmaları milliyetçilik üzerine daha fazla kurulmaya başlanmıştır.
Oysa CHP, İYİ Parti ve diğerleri, seçimlerde MHP oylarının %4 olduğunu, Oğan’ın oylarının %1,5 olduğunu biliyorlardı. Ümit Özdağ bir milliyetçi olarak CHP ile, Oğan ise bir milliyetçi olarak Erdoğan ile hareket etmiştir. Her iki taraftan da milliyetçilik öne çıkartılmıştır.
Bu durum bize, HDP’nin birleşik ittifak adayı çıkartmamasının ne denli büyük bir hata olduğunu göstermektedir. HDP adayı, her durumda %15-20 bandında bir oy almakla kalmayacaktı, aynı zamanda halka gerçekleri, halkın gerçek gündemini dile getirecekti. Bu durum, ikinci tur için, daha solda bir gerçek gündemin yolunu açacaktı. Taktikten söz ediyorsanız, taktik budur. Yoksa kendi gücümüzü, solun gücünü CHP kuyruğuna takmak taktik değildir, yanılgıdır.
Bugün, seçimler bitmiştir.
Seçimleri ve iktidarı, Saray’ı gayrimeşru ilan eden yoktur. Oysa gayrimeşrudur.
Ve bugün, bize milliyetçiliğin halkın eğilimi olduğu söylenmektedir. Dikkat edilmelidir. Bu doğru değildir. Egemen, efendiler, savaş politikaları için, her türden bir milliyetçilik kotarmak, bunun etkin bir biçimde halkın içinde yer tuttuğuna halkı inandırmak istiyorlar.
Eğer Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında bir rakip idi ise, ona benzeyerek, daha İslamcı, daha neoliberal, daha milliyetçi, daha savaş yanlısı vb. politikalar dile getirip, rakibine benzeyerek kazanacağını düşünmüş olmalıdır. Bu mümkün değildir.
Ama bize göre, Kılıçdaroğlu’nun amacı kazanmak değildi. Zaten kazanmak konusunda isteksiz olduğu da açık olmalıdır. Onun misyonu, halkın devletten uzaklaşmasını önlemek, Saray Rejimi’nin çürümüş sistemini restore edecek adımlara zemin hazırlamak idi.
ŞİMDİ SIRA BİZDEDİR
ŞİMDİ SIRA SOKAKTADIR
ŞİMDİ SIRA DİRENİŞTEDİR
Birçok kere, sürece müdahale ettik. Bu konudaki metinlerimiz ortadadır. “Gerçekten, sahiden kazanmak istiyorsanız yapılacak olan nedir” üzerinde açıkça durduk.
Seçimlerin ikinci turundan hemen önce, kazanmak istiyorsanız, seçimlerde sandık hilelerini önlemek istiyorsanız, seçim biter bitmez, “ben Kemal, geliyorum, Saray’a yürüyoruz” diyerek, ülkenin her ilinden Saray’a bir yürüyüş başlatırsınız, dedik.
Saray Rejimi seçimle gelmemiştir.
Saray Rejimi bir Erdoğan mamulü değildir.
Saray Rejimi’nin mimarları ABD, NATO ve Batı’dır. Seçimlerle gelmemişlerdir.
Öyle ise seçimlerle gideceklerini düşünmek hatalıdır.
Ancak ABD, “seçimleri yapacaksın” derse yaparlar, ancak ABD “seçimlerle gideceksin senin biletini kestim” derse buna uyarlar. ABD, bunu ancak savaş politikalarında radikal bir değişim gündeme gelirse yapabilir.
Şimdi sıra bizdedir.
İşçi sınıfı, kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Devrim, bir köstebek gibi yerin altında yoluna devam eder.
Şimdi sıra işçi sınıfındadır.
Artık, halkı suçlamak kolaylığına izin verilmemelidir. Sandıktan çıkanlar halkın iradesi değildir.
Yapılması gereken, devrimci sosyalist bir çizginin örgütlenmesidir.
Şimdi yalanlara, talanlara, yağmaya, ranta ve savaş politikalarına karşı direnişi geliştirme, daha örgütlü hâle getirme, daha da yayma zamanıdır.
Elbette bunun zorluklarını biliyoruz.
Biz hayal satmıyoruz. Kimseye, kolay bir yolun yolcusu olmayı önermiyoruz. Ellerimizle, tırnaklarımızla, kendi kaderimizi yazmayı öneriyoruz. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kaderlerini ellerine almalıdırlar. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.
Bunalım daha da ağırlaşacaktır. Savaş daha da yoğunlaşacaktır. Görünen budur.
Bu koşullarda sınıf savaşımı daha da sertleşecektir.
İşçi sınıfı, birleşik emek cephesini örgütlemek, burada birleşmek zorundadır.
Sıra, direniştedir.
Sıra, sokaktadır.
Şimdi sıra bizdedir.