19. yüzyılın büyük imparatorluklarından biri idi Fransa. Asya, Amerika, Afrika ve Okyanusya’ya yayılmış kolonileri ve buralarda yaratılıp imparatorluk merkezine aktarılan zenginlikler sayesinde de sadece teknoloji alanındaki yatırımları ile değil aynı zamanda kültür ve sanat alanındaki etkinlikleri ile de dünyanın merkezi olma iddiasını taşıyordu.
İmparatorluklar çağı sona erip de dünyanın dört bucağında “ulusal kurtuluş mücadeleleri” başlayıp bunlar da birer birer başarıya ulaşınca yeni duruma ayak uyduramayıp sıradanlaştı ve yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren de eski parlak günlerinin anıları ile yaşayan müflis tüccar benzeri bir duruma düştü.
Günümüzde ise bu imparatorluğun kalıntılarını görmek mümkün:
• Çoğu Afrika’da bulunan, sefalet içinde yaşamakta olan ve hâlâ Fransızcayı resmî dil olarak kullanan 29 ülke.
• Resmî dil olarak kabul edilmemekle birlikte halk arasında bu dilin yaygın olarak kullanıldığı üç Kuzey Afrika ülkesi (Fas, Cezayir ve Tunus).
• Büyük çoğunluğu Okyanus adalarında bulunan toplam yüzölçümü yaklaşık 90.000 km2, toplam nüfusu ise yaklaşık iki buçuk milyon olan ve Fransa’dan gönderilen valiler tarafından yönetilen yedi toprak parçası (La France d’outre mer – deniz aşırı Fransa).
Yukarıda betimlemeye çalıştığım tablo bir Avrupa ülkesi olan Fransa’daki çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü etnik haritanın nedenini oluşturur.
Gerek eski sömürgelerden gelenler gerekse Fransa’nın görece zenginliğinden etkilenip bu ülkede yaşamayı seçmiş Avrupalılar (İspanyol, Katalan, Belçikalı, Polonyalı, İtalyan vb.) ülkeyi gerçek bir kültür mozaiği hâline getirdiler.
Günümüz Fransa’sına bakacak olursak ülke nüfusunun yaklaşık %10’unun Fransa dışında doğup sonradan bu ülkeye göçmüş olan insanlardan meydana geldiğini görürüz (Fransa Ulusal İstatistik Ajansı 2021 yılı raporu). Ancak Fransa’da yaşamakta olan göçmenleri bu çerçeve ile sınırlandırmak doğru bir yaklaşım olmaz kanımca. Yirminci yüzyılın başından itibaren Fransa’ya gelip yerleşmiş insanların devamı olanları da hesaba katmak gerekir bana göre. Böyle bir hesaplama ile de Fransa nüfusunun yaklaşık %20’sinin göçmenlerden oluştuğunu ifade edebiliriz. Bu da bahse konu ülkede kaba bir hesapla on üç milyondan fazla göçmen veya kökeninde göçmenlik olan insanın varlığını gösterir.
Göçmenleri de iki gruba ayırmak olası. Birinci grupta Avrupalılar var. Bunlar dinsel yakınlıkları ve ten renklerinin Fransızlar için çok yadırgı olmaması nedeni ile toplum tarafından kabul gördüler ve Fransızlaştırıldılar. Onların da bu duruma pek itirazları olmadı. Dolayısı ile bu kesimi çalışmamıza konu etmeyeceğiz. Bu kesime bir de Ermenileri eklemek gerekiyor. Onların da Kafkasyalı ve/veya Anadolulu olduklarını söylemek hiç de iddialı bir ifade olmaz. Fransızlaşan Ermeniler arasından yetişmiş olan sanatçılar Fransa’da kültür ve sanat yaşamının gelişmesine önemli katkılar yaptılar. Özetle gerek Avrupalı göçmenlerin gerekse Ermenilerin Fransa toplumu ile uyum sorunu yaşamaksızın topluma entegre olduklarını söyleyebiliriz. Bu entegrasyonun bir ürünü olarak bahse konu topluluklardan yetişmiş pek çok bilim ve sanat insanı ve politikacı Fransa’nın yakın tarihinde kendilerine yer buldular.
Yazının bundan sonraki bölümünde “göçmen” sözcüğü ile Afrika ve Asya kökenli olup da yaşamlarını Fransa’da sürdüren insanlar betimlenmiş olacaktır. Yerli Fransızlar her daim sorun yaşadılar bu insan topluluğu ile. Onlara göre; “Batı medeniyetinin insanlık öğrettiği, uygar bir toplum içinde yaşama olanağı sağladığı ancak karşılığında hiçbir yarar sağlayamadığı” insanlardı bunlar. Burada yaşamalarına izin verilmesi ise bir lütuftu onlar için.
Bu düşünceler şekil verdi “Beyaz Fransız”lara. Yeni değildi bu düşünceler, yirminci yüzyılın ortalarından beri Fransızları yönlendiriyor ve göçmenlere karşı düşmanlık duygularının gelişmesine yol açıyordu.
Ne idi bu insanların suçu?
Renkleri farklı idi. Bir kısmının dini de farklı idi. Kültürleri farklı idi. Üstelik inanç ve kültürlerini değiştirmemekte, yüce(!) Batı uygarlığına direnmekte ısrar ediyorlardı.
Böylesi bir düşünce yapısı egemen olunca topluma, büyük kentlerin çevresinde kurulan “getto”larda yaşamaya mahkûm edildiler bu insanlar. Geçimlerini sağlamak için yapacakları işler de sınırlandırıldı adeta. Büyük işletmelerde veya kamu kuruluşlarında görev almak hayaldi bu insanlar için. Çoğunlukla “güvencesiz” işlerde çalışıyor, “prekarya” denilen toplumsal grubun çekirdeğini oluşturuyorlardı adeta.
Bu durum kendiliğinden gelişen bir sürecin sonucu değil, tamamen tersine devletin bilinçli olarak geliştirdiği politikaların bir ürünü idi.
1959-1970 yılları arasında Fransa’da devlet başkanlığı görevinde bulunmuş olan De Gaulle’ün aşağıdaki cümlesi bu durumu açıklamak için güzel bir kanıttır:
“Sarı, siyah, kahverengi Fransızların olması çok hoş. (…) Elbette azınlık olarak kalmaları şartıyla. Aksi takdirde Fransa, ‘Fransa’ olma özelliğini yitirir. Zira biz her şeyden evvel Yunan ve Latin kültüründen gelen ve Hıristiyan inancına bağlı beyaz ırklı bir Avrupa ulusuyuz.”
De Gaulle tarafından yapılan bu açıklama, Fransa nüfusunun %10’dan fazlasını “Fransız” olarak görmeyen devlet kafasının bir ürünü ve günümüzde yaşanan sorunların tarihten gelen kökleri olduğunun güzel bir kanıtı.
Biraz daha ileri gidelim:
Fransa, özellikle 5. Cumhuriyet döneminde (1958’den günümüze kadar olan dönem) kendi cumhuriyetlerinin kuruluşuna öncülük eden slogana (Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik) sadık kalmamış, izlediği politikalarla bu slogana her zaman ters düşmüştür.
Bu durum Sarkozy’nin “İtiraflarım” adlı kitabında yazdıkları ile de tam bir uyum hâlinde. Sarkozy kitabında açıkça “öğrenim yaşamında başarılı olmuş bir gencin sırf rengi veya Magripli (Kuzey Afrikalı–HT) olması nedeni ile yıllarca iş bulamadığını, dini, ten rengi ve/veya kökeni nedeni ile bazı insanların önemli (!) görevlere getirilmesinin hoş karşılanmadığını” ifade etmektedir.
Bu durum devletin politikalarında şöyle şekillenmiştir:
Fransa azınlıklarla ilgili birçok uluslararası anlaşmaya imza atmış ancak bunların hiçbirini iç hukuk sisteminde yürürlüğe sokmamıştır.
Beşinci Cumhuriyet dönemimin başından beri adeta “ilan edilmemiş bir savaş” yaşanmaktadır Fransa’da; tarafları “Beyaz Fransızlar” ve “Afrika/Asyalı göçmenler” olan bir savaş.
Fransa’da yaşamakta olan bir dostum ülkedeki sistemi şöyle özetlemekte:
Fransa’da cumhuriyet okulları, fırsat eşitliği vs. sözleri yaygın olsa da inanma! Fırsat eşitliği filan yok. Ne ailelerin, ne kurumların olanakları eşit, ne de eğitimi verenlerin yeti ve deneyimleri!
Mahallelerin zengin ya da fakir olmalarına göre başarı, başarısızlık oranları belirleniyor. Bu oran zengin semtlerde %80/%20 iken fakir muhitlerde %20/%80 oluyor. Fakir semtlerde her türlü olanaksızlığa karşın başarılı olabilenler ise iş yaşamında kendilerine yer bulmakta güçlük çekmekteler.
Hayatın her alanında en altta kalmanın dayatılması ve ezilmişliğin kendilerine bir “kader planı” gibi sunulması.
Bu durumdan kurtulabilmek mümkün mü?
Sadece bazı özel yetenekleriniz varsa ve bazı koşulları kabul ederseniz, evet.
Örneğin 2018 Dünya Kupası’nın şampiyonu ve 2022’nin ikincisi Fransa futbol takımında sadece iki futbolcu vardı Fransız kökenli olan. Kadronun %80’i ise Afrikalı idi. Bunlar sadece özel yeteneklere sahip insanlar olmakla kalmayıp içinden geldikleri topluma yabancılaşmayı ve egemenlerin talepleri doğrultusunda ait oldukları toplum kesimlerinin davranışlarını yönlendirmeyi kabul etmiş insanlardır (Nahel’in katledilmesini protesto edenlere Mbappe’nin yaptığı çağrı bu durumun güzel bir örneğidir).
Her nasılsa Fransa’da popüler olmayı başarmış sanatçılar ise göçmenlerin yaklaşık 6 milyar € tutarındaki tüketim harcamalarından daha büyük pay almak amacındaki Fransız perakende zincirlerinin pazarlama ve reklam aracı olmayı kabullenmişlerdir.
SSCB’nin yıkılmasından önce kapitalist sistemin komünizm tehlikesi (!) karşısında geliştirmiş olduğu “sosyal devlet” politikalarının yaygın bir biçimde uygulandığı ülkelerden biri idi Fransa. Bu durum beyazlar ile göçmenler arasındaki çelişkiyi kısmen de olsa örtüyor ve önemli toplumsal patlamaların yaşanmasını engelleyebiliyordu. Sosyalizmin geçici yenilgisi sonrasında neoliberal politikaların dünya halkalarının üzerine vahşice çökmesi sonucu ortaya çıkan durum Fransa’yı da derinden etkiledi. Ulusal gelirden daha fazla pay almak isteyen büyük sermaye gözünü halkın gelirine dikince yerliler ile göçmenler arasındaki ilişkiler de bozuldu. İşini kaybeden veya geliri azalan Fransız küçük burjuvaları ve köylüleri göçmenleri bu durumun sorumlusu olarak gördüler ve onlara karşı kin gütmeye başladılar. Göçmenler ise bu durum karşısında kendilerini savunabilmek için yerel örgütlenmeler gerçekleştirdiler. Halkın iki kesimi birbirine düşman olmuş, Fransa sermaye kesimi ise bu durumdan büyük yarar sağlamıştı. 2000’li yıllar kimi zaman küçük kimi zaman daha büyük çatışmalara sahne oldu iki kesim arasında. Her seferinde iki kesim arasındaki soğukluk arttı. Öyle ki rejim karşıtı eylemler bile kimi zaman göçmen karşıtı sloganlar içermeye başladı (Sarı Yelekliler hareketinin başlangıcında göçmen karşıtlığı vardı örneğin. Hareketin ileri aşamalarında bu durum ortadan kalktı).
Göçmenlerin direnişinin büyümesi devleti göçmen karşıtı politikalar üretmeye, polisin yetkilerini arttırarak göçmen direnişlerini zorla bastıracak uygulamaları gerçekleştirmeye yöneltti. Macron dönemi bu tür uygulamalar ile doludur.
Ancak Fransa’da güçlenen ırkçı muhalefet bununla da yetinmiyor ve sürekli daha fazlasını istiyordu.
5 Temmuz 2022’de (Cezayir’in bağımsızlık yıldönümü) bir grup eski subay hükümete bir mektup göndererek yükselen “İslam” tehlikesine dikkat çekti ve “sert önlemler alınmadığı takdirde ülkede iç savaşın kaçınılmaz” olacağı tehdidinde bulundu.
Bu tehdit ciddiye alınmış olmalı ki göçmenler üzerindeki baskı daha da arttı.
Fransa’da yaşanan isyanın nedeni budur gerçekte. Nahel sadece ateşin parlaması için bir kıvılcım olmuştur.
Fransa ana akım medya organları Nahel’in 10’dan dazla sabıkası olduğu konusunu işlemekte ve göstericilerin kamu zararı yarattıklarından söz etmekte. Henüz 17 yaşında olan bir genç insanın neden kısacık ömründe “suç sayılabilecek” bu kadar işe karışmış olduğunu sorgulamadan.
Bu arada büyük ve lüks mağazaların ülkede bulunan tüm şubelerini geçici bir süre kapattıklarını belirtmek gerekiyor. Herhangi bir saldırıya uğradıklarından değil, saldırı olasılığına karşı önlem almak gerektiğini düşündüklerinden. Bu “mağaza kapama eylemi” de kendi hâlinde yaşayan sıradan Fransızların göçmenler hakkındaki nefret duygularını alevlendiriyor.
Son 10 yılda giderek güç kazanan ırkçı “ulusal birlik” hareketi de yangına körükle gidip fırsattan istifade ile göçmen karşıtı politikalarının taraftar sayısının artması için çaba sarf ediyor.
Nahel’in katledilmesinin üzerinden bir hafta geçti. 2000’den fazla gösterici gözaltına alındı. Kamu zararının milyar € düzeyinde olduğu söyleniyor ve sıradan Fransa vatandaşları bu zarara neden olan göstericileri kınıyorlar.
O göstericilerin kendilerine “eşit vatandaşlık hakkı”nı çok gören Fransa devletine olan öfkelerini kustuklarını hiç düşünüyorlar mı acaba?
Bir yanda göçmen gençler, onlarla dayanışma gösteren “Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi” ve önemli bir kısmı Troçkist eğilimlere sahip sol gruplar, diğer yanda Fransa devleti ve egemenleri.
Bu arada Fransa işçi aristokrasisinin ve entelektüel solcuların temsilcisi olan FKP de “ne şiş yansın ne kebap” politikası izliyor.
Sol hareketlerin gücü isyanı yönlendirecek deneyimden uzak. İsyancı gençlerin mahallî örgütlenmeleri de. Bu yüzden başkaldırı yenilgi ile sonuçlanacak büyük olasılıkla.
Ancak Fransa’da yakın gelecekte benzer olayların vukuunu görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak.
Mesele sadece Nahel değil çünkü.