6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan gece, Gazze Şeridi’ni aşarak, Hamas, İsrail’e kapsamlı bir saldırı düzenledi. Bu saldırının üzerinden, 6 ay zaman geçmiş bulunuyor. Ramazan Bayramı, tamı tamına 6 ayın dolduğu gün başlayacak. Ve bu altı aylık süre içinde, birçok kesimin gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı.
Savaş, mücadele ne zaman şiddetlenirse, cepheler ne zaman netleşirse, işte o zaman, “ortada olma” hâli işe yaramaz hâle gelir. Maskeler düşer. Saf tutmak gerekir. Ortada kalma hâlinin artık bir “yetenek” değil de bir utanılası hâl olmaya başladığı duruma geçilir. Onun için, az ya da çok herkes cephesini göstermeye başlar. Beklenecek hâl kalmaz.
İsrail eli ile, tüm dünyanın gözü önünde, ABD, İngiltere, Türkiye, Almanya, Fransa, Suudi Arabistan gibi ülkelerin “özel” ve NATO’nun genel desteği ile bir soykırım yapılmaktadır. İşte bu soykırım uzadıkça, herkesin tavrı, tüm detayları ile ortaya çıkmaktadır.
ABD’li bir asker, kendi ülkesinin askerlerinin bizzat bu savaşa katılarak soykırım uygulamasının bir parçası olduğunu bildiğini, bunu protesto etmek istediğini söyleyerek, kendini yakmıştır. Belki ABD’de değil de başka bir ülkede olsaydı, belki derisi beyaz olmamış olsaydı, daha büyük yankılara neden olacaktı. Ama neredeyse, tüm Batı basını için, görülmeye gerek olmayan bir haber olarak kaldı.
Biliyoruz ki, BM’deki tüm çabalara rağmen, ABD, İngiltere, Fransa, NATO’nun tümü, soykırım için ellerinden gelen desteği gösterdiler. Kendilerini “insan hakları”, “uygarlığın temsilcileri”, “medeniyet taşıyıcıları”, “demokrasinin beşiği” olarak ilan eden bu ülkelerin tümü, İsrail’in soykırımının açık destekçileridir. Elbette hâlâ kendilerini “demokrasinin beşiği” olarak sunmaktan, hâlâ “insan haklarının savunucuları” olduklarını ilan etmekten geri durmayacaklar. Tüm Batı, yüzyıllarca zaten hep bunu yapmadı mı? Amerika kıtasını keşfettik dediler ve milyonlarca insanı katlettiler. Afrika’yı, Hindistan’ı, saymaya gerek var mı, yeryüzünün her metrekare toprağını, kana buladılar, açlığı ektiler, ölümü ektiler, karanlığa boğmaya kalktılar. Sömürgecilik siyaseti budur. Bizim gibi sömürge ülkelerin yönetici elitinin Batı hayranlığı nedeni ile her zaman destekledikleri bu propaganda, hâlâ etkisini sürdürmektedir.
Avrupa, ABD, Japonya, kendi ülkelerinde Filistin’i destekleyen, İsrail’i lanetleyen gösterileri yasaklamakta tereddüt etmediler, Filistin bayraklarını yasakladılar. Ülkemizde de Filistin bayraklarına tahammülü olmayanlar biliniyor. Demokrasi denildi mi, kendilerini şampiyon ilan edenler, en sıradan anayasal hak olan gösteri hakkına azgınca saldırdılar.
Efendiler, kendilerinin çıkarlarına uyan her katliamı, alkışladılar ve savunma hakkı ilan ettiler. Aynı sürece daha farklı bakan, dünyanın birçok ülkesi, Rusya, Çin, Güney Afrika, Küba, Venezuela ve daha başkaları, toprakları işgal edilen bir halkın direnişinin terör eylemi sayılamayacağını ilan ettiler. Dünyanın çok farklı ülkelerinde halklar, sokaklara çıktılar ve karşılarında, o ana kadar “demokrasi” diye düşündükleri kendi ülkelerindeki rejimin azgın saldırıları ile karşı karşıya kaldılar.
Bunların ötesinde ise, özellikle Müslüman ülkelerin tutumu ilgiye değer bir hâl aldı. Suriye, İran, Yemen hariç, halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu hemen hiçbir ülke, İsrail’e karşı tutum almadı, İsrail’e dur demek için bir tek adım atmadı. Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan en başta olmak üzere, çoğu İslam ülkesi, açık olarak İsrail’in yanında yer aldılar.
Ülkemizin çakma sultanı, heves ettiği halifeliğin İsrail onayından geçtiğini düşünüyor olmalıdır ki, tam bir ikiyüzlülük ile Filistin halkını satmakta ustalık göstermiştir. Bir yandan, Saray Rejimi, Erdoğan ağzından İsrail’e köpürürken, diğer yandan her türlü desteği sürdürdüler. Ünlü karikatürü hatırlayalım, Erdoğan bir elinde mikrofon İsrail’e karşı nutuk atıyor, diğer eli ile, IŞİD, Suudi Arabistan, Katar vb. desteği ile petrolü İsrail tanklarına dolduruyor. Durum tam da budur.
TC devleti, Saray Rejimi, İsrail ile ekonomik, ticari ve askerî ilişkileri kesmek bir yana, daha da artırdı. Patlayıcı madde yapımında kullanılan her türlü madde, yiyecek, giyecek, askerî giyim eşyaları, silah, çelik, petrol vb. sevkiyatları katlandı. Birçok limandan kalkan gemi sayısı 5 kata kadar çıktı. Türkiye, İsrail için hayatî ne varsa tedarik etmekte tereddüt dahi etmedi. Kendi emrindeki IŞİD vb. güçlerini İsrail ile dostluk çizgisinde tuttu.
Ama öte yandan, günlük olarak İslamî hareketlerin gazını alacak her türlü söylemi de devreye sokmaktan geri durmadı. Bir İslamî hareket üyesi, P&G’nin Gebze tesislerini basarak rehineler aldığında, aslında İslamî kesimler içindeki rahatsızlığın ne denli derin olduğunu da göstermiş oldu. Birçok kişi, kesim ve grup, aslında Filistin halkının yanında olmak için, İslamî bir temelde de olsa, harekete geçme eğilimini ortaya koydu. Ama Saray Rejimi ve NATO güçleri, İslamî hareket içinde sanıldığından çok daha etkilidir. P&G’yi basan kişiler gibi “kontrollerinden çıkan” unsurları dahi denetim altında tutacak araçlar geliştirmiş durumdadırlar.
İslamî hareket içinde, sadece Ortadoğu’da değil, sadece El-Kaide, IŞİD, HTŞ gibi örgütler özelinde değil, ülkemizde de emperyalist ideoloji son derece etkindir. Gülen Hareketi, hem NATO’cudur, hem Batıcıdır, hem de İsrail yandaşıdır. İsrail yandaşı olma hâli, sanıldığından da daha güçlüdür. Diyanet İşleri de dâhil, tüm tarikatların içinde, ABD, İngiltere ve İsrail, diğer Batı güçlerine göre çok daha etkindir.
TC devleti bir Batı sömürgesidir, ABD ve AB sömürgesidir. Siyasal alanı tümü ile ABD kontrol etmektedir. Kendini, AK Parti ile birlikte, iktidarın parçası olarak ilan eden, kendini öyle sanan İslamî kesimler, elbette aynı mekanizma içinde emperyalist efendilerin çıkar bekçiliğini yapmaktadır. Bu nedenle, tabanda var olan İsrail’in soykırımına karşı tepki, bu hareketlerin lider kadrolarını aşamamaktadır. Zira bu lider kadrolar, efendilerin ve devletin kontrolündedir.
Şöyle bir şey söylemek abartı olmaz: İsrail, Türkiye’de, İsrail’de olduğundan daha güçlüdür. Bu sadece İsrail istihbaratı için geçerli değildir. Bir bütün olarak İsrail etkinliğinden söz etmek gerekir. Adnan Hoca’sından tarikatlarına, Melih Gökçek’inden parlamenterlerine, askerlerinden polisine kadar, hem ideolojik alanda hem de devlet yapısı içinde güçlü oldukları anlaşılmaktadır.
Bu teze tersinden de yaklaşmak mümkün. İsrail’in Neonazi iktidarı demek olan Netanyahu iktidarı, İsrail halkının büyük tepkisine rağmen, meşruluğu tartışılır bir iktidardır. Netanyahu, İsrail’in Hitleri sayılır.
Neonazi örgütlenmesi, tüm Batı dünyasında öylesine etkilidir ki, kendisi soykırıma uğramış İsrail halkının iradesine rağmen, Neonazi bir iktidar İsrail’i yönetmektedir. Filistinli çocuklara, kadınlara, halka karşı tutumları, bu son soykırım süreci ile birlikte tümü ile açığa çıkmıştır. İsrail’in uygulamalarını savunmak, açıktan bir devlet terörünü savunmak durumundadır.
Ülkemizdeki İslamî hareket içinde tüm bu süreçten rahatsız olan, buna tepkili olan bir taban vardır. Ancak bu taban, binbir yolla, Saray Rejimi’ne biat edecek şekilde hareket ettirilmektedir. Saray Rejimi, ortaya çıkan ticari, ekonomik ve askerî ilişkileri, artık çuvala sığmayan yalanlarla savunmayı denemektedir. Bu durum tabandan gelen tepkiye rağmen yapılmaktadır. Tabandan gelen tepki ise oldukça zayıf kalmaktadır. Tüm samimiyeti ile Filistin halkının yanında yer almaya çalışan İslamî kesimler, bu konuda da oldukça zayıf bir pratik ortaya koymaktadır. Adeta, eylemleri yok denecek kadar sınırlıdır.
Bu bir açıdan bir yol ayrımıdır.
Bu yol ayrımında, ilk mesele, İslamî hareketin, Batı ve emperyalizmden kopması gereğidir. Yani İslamî hareketin en samimi unsurları dahi, eğer Batı emperyalizminden kopmazlarsa, asla kendileri olamayacaklardır. Bu elbette, onları, komünist hareketin, devrimci sosyalistlerin safına sempati ile bakmaya yöneltecektir. Ancak, başka da seçenek yoktur.
İkincisi, İslamî kesimler, gerçekten samimi iseler, devlet ile aralarına açık bir çizgi çekmek zorundadırlar. Devlet, her zaman halklara karşı, işçi ve emekçilere, emeği ile geçinenlere karşı olmuştur. TC devletinin, bunu aşarak, emperyalist efendilerini dinlemeye son vererek İsrail’e karşı tutum alması mümkün değildir.
Şu anda, 6 aylık bir pratik geçmiş ortadadır. Saray Rejimi, hiçbir biçimde İsrail ile ekonomik, ticari, askerî ilişkilerini kesmemiştir. Bu ilişkileri kesmek şöyle dursun, tersine, ticari, askerî ilişkileri daha da geliştirmiştir. En son, barut satılıp satılmadığı tartışılmaktadır. Ama tek tek ne sattıklarının bir anlamı ve önemi yoktur. Filistin halkına herhangi bir yardım, ilaç, yiyecek ve insanî yardım ulaşmasını önleyen İsrail’e, hangi malın ne miktarda ulaştırıldığı bir tartışma konusu bile değildir. İsrail, halka “yardım kamyonu geldi” diyerek halkı bir yere toplamakta, sonra da halkın üzerine bombalar atmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Hastahaneleri bombalamaktadır, bunu bilmeyen yoktur. Tüm bunlar ortada iken, Saray Rejimi’nin, “silah satmıyoruz” demesi ne anlama gelir? Amonyum nitrat satıyorlar, çelik satıyorlar, petrol satıyorlar, askerî teçhizat satıyorlar. Ne olacak; barut ya da el bombası satıyorlar ya da satmıyorlar? Bunun ne önemi vardır? Sayıları bine yaklaşan gemi ile mal taşıdıkları biliniyor. Oysa Filistin’e tek bir yolla bile yardım yapmadıkları biliniyor.
Tüm bu tartışmalar, aslında İslamî hareketlerin tabanındaki rahatsızlıkları bastırmak için yürütülmektedir. TC devleti, sanki “doğal” bir iş yapıyor, sanki herhangi bir ülkeye mal satmak gibi bir iş yapıyor, sanki bir Filistin soykırımı yokmuş gibi konuşuyor.
Elbette ABD ve Avrupa, NATO ülkeleri İsrail’e her türlü desteği sağlamaktadır. Ancak onlar bunu gizlemiyorlar. Bizde söz konusu olan, söze sıra geldiğinde İsrail’e karşı ağzı köpükler saçan bir iktidar varken aynı zamanda bitmez tükenmez bir enerji ile ticari ve askerî işbirliğinin sürmesi meselesidir.
Derler ki, bir katliamı, bir haksızlığı seyreden de kirlenir. İslamî hareket, ülkemizde ABD ve Batı emperyalizmiyle işbirliği ile zaten kirlenmiştir. Bu kirlilik, bugün kat be kat artmaktadır.
İnsanın dinî inançları nedeni ile değil, egemene karşı, adil ve özgür bir dünya için saf tutması gereklidir. Çoğunluğu yoksul işçi, köylülerden, küçük mülk sahiplerinden oluşan İslamî tabanın, inanç nedeni ile değil, haksızlığa karşı, egemene karşı, işçi sınıfının, emekçilerin yanında mücadele etmek adına saf tutması gerekir. Mesele dinî inanç olursa, İsrail’de de dinî inançların ve milliyetçiliğin nasıl kullanıldığını, en açık Netanyahu hükümetinde görmekteyiz. Bu, dinî inançların savaşı değildir. Bu, egemene karşı, sömürgeciliğe karşı, emperyalizme karşı, halkların savaşımıdır. Bu, özgürlük ve sosyalizm savaşımıdır. Bu, her türlü haksızlığa karşı savaşımın temeli olan, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı savaştır. Filistinlilerin çoğu, İsrail’de köle-işçi durumundadır. Bu durum savaş zamanlarında olduğu kadar, barış zamanlarında da geçerlidir.
Ülkemizdeki İslamî hareket, Saray Rejimi’ne bağlanmış olduğu için, emperyalist ideolojiye bağlanmış olduğu için Filistin’deki somut durumu da doğru görememektedir. Sanılıyor ki, İsrail’in egemenleri, Batı’nın egemenlerinden çok uzak ve farklıdırlar. Değildirler. Bu nedenle, Batı’nın, NATO’nun ve onların bir parçası olarak Saray Rejimi’nin İsrail’e desteği sürmektedir, sürecektir.
Ülkemizdeki İslamî hareket içinde bu süreci, sadece bugün değil, öncesinden de gören, anti-kapitalist olmayı ilke edinenler vardır. İktidarın bu kesimlere karşı tavrı da biliniyor.
Bilinen bir sözdür: Mazluma dini sorulmaz.