“Sahip”lerinin uzlaştığı yerde, aktörlerin dili aynılaşır “Kimsenin kaybetmediği seçim”

Biz egemen diyoruz. Egemen, bizim gibi sömürge bir ülkede, egemen sınıfı daha detaylı ele alma isteğinin ürünüdür. Bir de, elbette, tüm sınıflı toplumlardaki egemenlerin kardeşliğine işaret etmek içindir. Baba İshak’ın, Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce’nin isyan bayrağını açarken karşısındaki yine “egemen” idi. Öte yandan, “egemen sınıf” denildi mi tam da sistemin sahipleri, devleti elinde tutanlar anlaşılacağı için de bilimsel olarak yerindedir.

Biz egemen diyoruz.

Egemen, bizim gibi sömürge ülkelerde, bazı özgünlükler gösterir. Sömürge sahipleri, emperyalist efendiler, “sahip” veya “efendi”ler olarak adlandırılabilir. Onların emrinde, onlara hizmet eden o ülkenin elitleri vb. ise, yine egemenin içinde olmak üzere, görevli işbirlikçilerdir. Bu işbirlikçilere köpekler denilebilir ve eğer köpeklere haksızlık olmazsa, yanlış olmaz.

Efendiler, sahipler, sömürge ülkeleri kendi çiftlikleri olarak organize ederler. Kendi çiftliklerine, feodal dönemden bu yana, kâhya derler. Bizim işbirlikçilerimiz, bu açıdan birer kâhyadırlar. Yine de kendi aralarında farklılıklar gösterebilirler. Her birinin “kendine has karakterini” görmezden gelemeyiz elbette. Ama yine de kâhyalık sisteminde, ileri tarzda bir hizmet anlayışı ve sadakatin eşlik ettiği bir köpeklik hâli vardır. Bazan kraldan çok kralcı olmalarının nedeni de budur.

Öyle ise, bizde, sahip diyeceğimiz şey, ABD ve AB’dir. Daha çok ABD sayılmalıdır. Zira NATO, ABD’nin hem sömürgeci politikalarının hem de hegemonyasının bir aracıdır. Biz de NATO üyesiyiz ve NATO üyesi bir ülkede efendi, sahip, her hizmetlisini, yani bizim TC devletinin elitlerini, kendilerine sıkı sıkıya bağlarlar. Kontrolleri gelişmiştir ve kâhyalar hizmette kusur etmezler.

Ülkemiz, Türkiye, “ortaklaşa sömürgedir”. Ortaklaşa sömürge, aslında hem ABD hem de AB sömürgesi olma hâlidir. Uzun soğuk savaş dönemi, anti-komünizm dönemi olmamış olsa, “ortaklaşa sömürge” durumu sürmezdi. Zira biri diğerinin elinden sömürgeyi alırdı. Ülkemiz, SSCB’nin karnının altında, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş olduğu için, Almanya ve AB’nin ekonomik gücüne rağmen, anti-komünist savaşın hegemon gücü olan ABD’nin siyasal kontrolü altında olmuştur. Ve bu durum bugün de hâlâ geçerlidir.

Ama artık, anti-komünist cephe, ABD hegemonyası altında tüm Batı, eskisi gibi bir “bütün” değildir. SSCB çözülünce onlar da aralarında çatışmaya, dünyayı yeniden paylaşma savaşımına girişmeye başladılar. Suriye savaşında Rusya’nın sahaya inmesine kadar da bu böyledir. Hele hele Ukrayna savaşı ile birlikte, efendiler, tüm Batı’nın sahipleri, yeniden ABD hegemonyası altında toplanmaya başladılar.

Efendilerin kendi aralarındaki her çatışma, elbette bizim gibi sömürge ülkeleri de etkiler. Hele hele ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ABD’ye bağımlı olan bir ülkede bu etki daha hızlı ortaya çıkar ve bir “iç etken” hâline gelir. Yani, dışarıdan etkili olmakla kalmaz. Mesela dün, NATO şemsiyesi altında, bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız ajanı, bir İsrail ajanı, hep ABD ajanı olarak görülürdü. CIA denirdi ve diğerlerinin üzerinde fazla durulmazdı. Oysa şimdi, bu ülkelerin güçleri, hem ortak politikaları sürdürmekte hem de kendi güçlerini toparlamaktadırlar. Mesela bir tarikatta eğer bu beş güç var ise, eskiden, anti-komünizm adına tek bir politika yürüttükleri için, aralarında sorunlar su üstüne çıkmazdı. Oysa şimdi, tersine, her biri kendi egemenlik alanını geliştirmek istiyor. Buna bağlı olarak da, efendiler kendilerine bağlı işbirlikçileri, kendi hatlarında örgütlemektedirler.

Çetelerin savaşı, tarikatların tuhaf hâlleri, devlet kadrolarının farklı tutumları, ancak Kürt sorunu, ancak devrimcilere saldırı denildi mi ortadan kalkıyor, hepsi birleşiyor. Ama bunun dışında hepsi, işçi sınıfına, emekçilere karşı ortak iktidarlarında, parsayı toplamakla meşguldürler.

İşte egemen dedik mi biz, hepsini, efendileri ile birlikte onların bekçilerini, işbirlikçilerini de kastediyoruz.

Bu egemen içinde, net olarak, emperyalist efendiler ya da sahip ile, onların hizmetçileri arasında net bir ayrım vardır.

İşte seçim sürecine bakarken, biz, bu noktayı akılda tutmayı, tartışmayı kavramış olarak devam etmeyi öneriyoruz.

Seçim sürecinde, biz Kaldıraç Hareketi olarak, herkes gibi, kendi tutumumuzu açıkladık. Ve elbette bu biliniyor. Aslında, mayıs seçimlerinden beri bizim tutumumuz ortadadır. Mayıs seçimlerine gidiş süreci, güçlendirilmiş parlamenter demokrasi sözleri, 3 yıldır gündemdedir ve biz en az bu süre kadar, her seferinde, egemen sınıfın tutumunu deşifre ederek, alınması gereken tutumu açıklamaya çalıştık.

Yerel seçimler gerçekleşti.

Seçime katılım oranı, ilan edildiği gibi %78,11 oranında değildir.

Değildir çünkü çok daha düşüktür.

Ülkemizde Mersis sistemi denilen bir kimlik bilgileri sistemi var. Bu sisteme göre, nüfus 85 milyon olmasına karşılık, 105 milyon kayıtlı insan var. “Ölüler de oy kullanacak” açıklamasını yaptığında Gülen, aslında bu fazla “nüfusu” biliyordu. Bu hilenin nasıl yapıldığı, artık videolarla anlatılmaktadır.

Anlaşılan, efendiler, istedikleri sonucu almak üzere, bu nüfus üzerinden oyunlar oynayabilmektedir. Ama ülkemizde onlar adına kâhyalık yapanlar, Saray, aynı yetkilere sahip değil. Şöyle özetleyelim, belki efendiler, NATO diyelim, %50’ler oranında hile yapabiliyorken, Saray, belki maksimum %15 hile yapabilmektedir. Bu konuda kullanılan yazılımın, Arjantin’de nasıl kullanıldığı konusunda, belki on yıl önce ortaya çıkmış bilgiler de, %15 rakamını vermekteydi.

İşte buna dayalı olarak, katılımın %60’larda olduğunu söylemek mümkündür.

Demek oluyor ki, CHP’nin belediyeleri alması, aslında efendiler tarafından ayarlanmıştır ve AK Parti ve Saray eli ile yapılan hilelere rağmen, ciddi bir oy farkı ortaya çıkmıştır.

CHP, seçimlerden %37 alarak birinci parti olarak çıkmıştır.

AK Parti’nin açıklanan oyu %35’tir. Bu oyun, %20’lerde olduğunu söylemek mümkündür.

Ama eğer %20 oy aldığı ortaya çıkmış olsa idi, bu durumda Saray, halk tarafından istifaya çağrılacaktı. Oysa %37 ve %35 oranları, olsa olsa CHP’nin Saray’ı istifaya çağırmasına yol açabilir. Ve biliyoruz ki CHP böylesi bir talep dile getirmiyor. Anlaşma böyledir.

Anlaşma, 14-28 Mayıs seçimlerinin Erdoğan’a 52-48 olarak verilmesi, bir savaş kabinesi oluşturulması, ekonominin uluslararası bir alacaklılar konsorsiyumuna devredilmesi ve nihayet belediyelerin yerel seçimlerle CHP eğiliminde değişmesi gibi konuları içermektedir.

Saray bu sonuçları, bu nedenle, kimse yenilmedi, olarak isimlendirdi.

Erdoğan şöyle diyordu:

“Demokrasimize yaraşır bir olgunlukla tamamladık. … Seçimler demokrasilerin en kritik günleridir. Milletin iradesi sandıkta tecelli eder. Millet siyasetçilere mesajını sandık vasıtasıyla iletir.”

Ve elbette erken seçim yok, elbette ekonomi politika devam edecek ve elbette içeride ve dışarıda savaş devam edecek mesajları ile.

Böylece, İran’a dönük saldırı hazırlıkları hız kazanacaktır. ABD adına Ortadoğu’da tetikçilik yeni görevlendirmelerle sürecektir.

Savaş devam ederken, yoksullaşan halka Saray Rejimi eli ile dayatılan sadaka sistemi, artık daha çok belediyeler eli ile sürdürülecektir. Hem sonra, bu “sosyal” bir politika olarak da sunulabilir. Açları doyurmak, bazılarına iş bulmak, ucuz lokanta açmak, çöpleri toplamak, “askıda” politikalarını geliştirmek, CHP eli ile daha iyi yapılabilir. Belediyelerin ise başka bir işi kalmayacak gibidir.

Erdoğan’ın, “demokrasiye yaraşır olgunluk” dediği şey, mesela Van’da almak istedikleri tutumda ortaya çıkmıştır.

Mesela AK Partili belediyelerin mazbataların geciktirilmesi ile, gayet demokratik bir biçimde belediyelerin evraklarını yok etmesi, demokrasinin olgunluğuna uygundur. CHP, bu olgunluğa sahiptir ve sesini çıkartmayacaktır.

Çünkü görevlendirme, anlaşma böyledir.

Anlaşmanın tarafları, AK Parti ve CHP değildir. Asla. hizmetliler, sahiplerin yerine anlaşma yapmazlar, onlar anlaşmalara uyarlar.

Anlaşma, ABD ve AB arasında, NATO içindedir.

Efendiler uzlaşmıştır. Efendiler, sahip, uzlaşınca, sahaya sürdükleri aktörlere düşen, dillerini aynılaştırmaktır. Aynı dili konuşuyorlar. Her iki taraftan da, “sevinç gösterileri yapmayın”, “olgun” olun, “erken seçim isteği yok” gibi açıklamalar gelmektedir. Görevleri de budur.

Filistin halkına karşı ortaya konan soykırım konusunda nasıl hepsi hep birlikte suskun idiyse, şimdi de, aynı dili konuşmaktadırlar. Neymiş? Kaybedeni olmayan seçim yapmışız. Demek, seçimin kazananı yok. Kaybedeni var mı? Muhtemelen o da yok. Kimse kazanmadı. Peki ne oldu? Kaybeden olmadı. Bu ne demek? Artık belediyeler, “işimiz belediye” diyen CHP tarafından sadaka sistemine uygun örgütlenecek. Ve elbette iktidar da, daha saldırgan olmayı başarmak üzere, güçlendirilecek.

İşte size güçlendirilmiş Saray Rejimi.

Ekonomi ne mi olacak? Biliyoruz.

Erdoğan, “kendine oy kaybettirdiği” söylenen politikaları aynen devam ettirecek. Kendisi söylüyor.

MB, 5 Nisan’da, Saray’a bir çağrı yaptı. Bu çağrıda, asgarî ücrete seçim dönemlerinde gelen zamlar gibi zamları yapmaması ve “itibardan tasarruf etmesi” istenmektedir.

Demek seçim geçti ve uluslararası konsorsiyuma devredilen ekonominin patronları, Saray’a yeni yörüngeler çizmeye başladı. Uluslararası ekonomik konsorsiyum (UEK diyelim), bir çeşit duyûn-ı umûmiyedir. Alacaklıların, TC devletinin borçlarını yönetme sistemidir. Ve bu borçları nasıl çevirdiklerini biliyoruz. Vadesi gelen borçlar, daha yüksek faizle yapılandırılıyor bu bir. İki, bazı kamu gelirlerine bu UEK el koyuyor. Buna uygun olarak yeni vergiler, haraçlar devreye sokuluyor.

Öte yandan, biliyoruz ki savaş kabinesi var. Ve savaş için bütçe gereklidir.

Elbette buna uygun olarak dinin daha azgınca kullanılması ve milliyetçiliğin yeniden yapılandırılması gereklidir.

Ve aslında halkın “yeter” demek istediği tepkisini, CHP eli ile söndürmek üzere, belediyeleri CHP almıştır. Bu da sürecin bir parçasıdır.

Seçimlerden ikinci parti olarak çıkan Türkiye Yüzyılı partisi, Saray Rejimi’ni devam ettirmek üzere, erken seçim yapılmaması konusunda birinci parti ile ikinci partiyi birleştirmiştir. Seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP; belediyelere karşılık, Saray Rejimi’nin korunması için daha aktif görev almayı kabullenmiştir. Bu, MHP’yi de zora sokar elbette. Ve seçimlerin ikinci partisi olarak çıkan AK Parti, CHP ile aynı dili kullanıyor: erken seçim yok ve kaybedeni olmayan seçim. Seçimlerden ikinci parti olarak çıkan partinin ve Saray’ın başkanı, kaybedeni olmayan seçim diyor. CHP de aynı şeyi söylüyor.

Mayıs seçimlerinin üzerinden 10 ay geçti ve birdenbire, aslında mayıs seçimlerinin ne denli hileli olduğu ortaya çıktı. Ama kaybedeni yok.

AK Parti ikinci parti oldu ama kaybedeni olmayan seçim teranesi CHP eli ile tekrarlanıyor. Fazla sevinmeden, kazandık demeden, verilen göreve hazır olunacak.

Erken seçim çağrısını yapan, bunu da yarım yamalak yapan tek parti YRP’dir. YRP, aynı biçimde seçim sürecinde, az da olsa Filistin meselesinden söz eden, İsrail ile süren askerî ve ticari ilişkileri deşifre eden, az da olsa eden, bir parti olmuştu.

Yerel seçimler döneminde, “seçimler sanki bir genel seçim havasında yürütülüyor” diyenler, seçim sonuçlarına rağmen, erken seçim çağrısı yapmıyor. Mayıs seçimlerinde “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” diyenler, şimdi parlamenter demokrasiyi unuttular ve Saray’a saygılarını, açıktan ilan etmektedirler.

Seçim sonuçlarına bakarak, uzmanlar, “Saray Rejimi’nin olmayan denge ve denetleme mekanizmalarının” yerel yönetimler eli ile sağlanacağını söylüyorlar. Yalandır, yanlıştır. Çünkü yerel yönetimlerin böylesi bir yetkisi yoktur. Kaldı ki, yetkileri her gün daha da fazla daraltılacaktır. Van’da ortaya konan pratik, kayyumun yeni biçimlerinin ortaya çıkacağını göstermektedir. Saray, birçok yetkiyi tırpanlayacaktır ve bu durumda yerel yönetimler, çöp toplama, bazı yardımları dağıtma vb. işini yapar hâle getirilecektir.

Tüm bunlar, yanlış anlaşılmasın, yerel seçimlerin önemli olmadığını göstermez. Önemlidir ve önemi, halkın örgütlenmesi yönünde yaratacağı etkiye bağlıdır. Yoksa elbette başka bir önemi yoktur.

Seçim sonuçlarından AK Parti’nin ikinci parti olarak çıkması, aslında bir anlamda toplumsal havayı da olumlu etkileyecektir. Eğer bu etkiyi örgütlenme ve direniş hattında değerlendirme mümkün olursa, çok işe yarayacaktır. Bu olmadan, kendi başına sonuçlara büyük değer atfetmek anlamlı değildir, dahası yanıltıcıdır da. Yerel seçimlerle birlikte, bir çeşit belediye sosyalizmi öne çıkartılmaya başlanmıştı. Bilerek ya da bilmeyerek pompalanan belediye sosyalizmi, kesinlikle örgütlenme ve direniş hattını kavramamak demektir.

Özgür Özel, “bizim kazanmamız, kimsenin hezimeti değildir” diyor.

Erdoğan, “kazanan Türk milleti ve Türk demokrasisidir” diyor.

Bu yolla, 14 Mayıs seçimlerinin üzerindeki gölge, seçimin meşru olmadığı gerçeği unutturulmak isteniyor.

Her ikisi de yalandır.

Bu nedenle, efendilerin anlaşmasını doğru anlamak gerekir.

Efendiler anlaşınca, aktörler aynı dili kullanmaya başlar. Bu, senaryoyu yazanların ne denli ucuz bir senaryo yazdıklarını da göstermektedir.

14 Mayıs seçimleri, bir çeşit tiyatro bile değildi, bir çeşit müsamere idi. Baştan aşağıya trajikomiktir. Ve 31 Mart yerel seçimleri, daha tiyatroya yakındır. Bu açıdan, genel seçimlerin takviye edilmesidir.

Seçim sonuçları, Saray’a rağmen, halk içinde bir etki yaratmaktadır. Bu etki, örgütlenme ve direniş için, o amaçla ele alınmalıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz