Küresel göç ivme artırarak büyümeye devam ediyor. NATO’nun 2030 Soğuk Savaş konseptine bakıldığında dünyayı Pasifik’te yeni bir emperyalist kapışma bekliyor. Gazze işgali ve soykırım girişimi üzerinden devam eden Ortadoğu’daki gerilim ise bölgesel bir savaşın habercisi gibi. Bu nedenle belki de göç hareketlerine dair gördüğümüz şey buz dağının sadece görünen yüzüdür. Aynı zamanda bir savaş ve barbarlık düzeni olan emperyalizm göçün ana kaynağıdır.
İklim değişikliği, kuraklık, su kaynaklarının kuruması, deprem, sel ve afetler, kapitalizm eliyle daha da ağır felaketlere dönüştüğü için yerinden olan/edilen toplumların sayısı savaşlar dışında da artmaya devam ediyor. Kapitalizme içkin olan gelir dağılımındaki adaletsizlik ve giderek derinleşen sınıfsal uçurum toplumları yerinden etmenin bir başka biçimidir. Kapitalist sömürü düzeni emekçi yoksul sınıfları sadece yerinden etmekle yetinmez, “artı değer-kâr-meta” üçgeninde göçmenleri sermayenin yeni yedek orduları olarak işgücü piyasasına sürer. Daha ucuz ve güvencesiz emekçiler olarak göçmen işçiler kapitalist kalkınmanın katma değer gücü olarak sömürü çarkına çekilirler.
G20 zirveleri son yıllarda göç gündemini daha çok gündemine alır oldu. Buradaki temel stratejilerinden biri de göç hareketlerinin “küresel kalkınma” için nasıl kullanılacağı. Öyle ki, G20 çatısı altında en zenginler zirvesi olarak B20 buluşması sömürü tekniklerini belirler ve dünya işçi sendikalarını bünyesine çekerek bürokratik sendikacılığı suç ortaklığına dâhil eder. Yayınlanan L20 (Labour 20) bildirgeleri adeta birer utanç vesikasıdır. Son olarak Hindistan’da toplanan L20 de geleneği bozmadı ve dünya kapitalistlerine akıl vererek göçmenleri “küresel büyüme” için bir fırsat olarak önerdi. Yıkıma uğramış, yerinden yurdundan edilmiş göç insanlarının tabiri caizse “canından, kanından, emeğinden” faydalanan, “kalkınma” adı altında göçmenleri vahşi sömürü mekanizmasının içine çeken yolun taşları böylece döşenmiş oldu.
YEREL YÖNETİMLERE DE GÖREV VERİLDİ
Kapitalist/emperyalist düzen göç stratejilerinde sadece devletlerin merkezî yapılarını kullanmakla yetinmedi. Yıllar içinde belediyeler ve en genel tabirle yerel yönetimleri de bu stratejiye göre dizayn etti.
Günümüz dünyasının yerel yönetimler yapılanmasında en üst ve en geniş örgütü UCLG yani Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilâtı oluşturuyor. UCLG, yerküre üzerindeki 192 ülkenin 140’ını içine alan, yaklaşık 5 milyar insanın yaşadığı kentleri ve bu kentlerin yerel yönetimlerini bünyesinde tutan devasa bir organizasyon. UCLG tıpkı ahtapotun kolları gibi bir yandan bölgesel organizasyonları, diğer yandan ülkelerin belediye birliklerini denetim altında tutuyor. Türkiye özelinde TBB (Türkiye Belediyeler Birliği), MBB (Marmara Belediyeler Birliği), ÇBB (Çukurova Belediyeler Birliği) gibi yapılar da zincirleme olarak UCLG merkezine bağlanıyor.
En rafine hâliyle G20 zirvelerinde belirlenen kapitalist göç stratejilerini kent özeline, yerele indirmek için bu kez UCLG devreye giriyor. Fonlama sistemi ve projelerle desteklenen planlamalar esas olarak dünya göç yükünün az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin üzerine yıkılmasını hedefliyor. AB-Türkiye arasında imzalanan ve Türkiye’yi bir “göçmen deposu ülke” hâline getiren Geri Kabul Anlaşması emperyalist merkezler için gerekli ama yeterli değil. Zira bu anlaşmalara mukabil kapitalist göç yönetiminin her bir devletten her bir kente indirildiği daha ince bir plan UCLG eliyle belediyelere yükleniyor. Böylece merkez kapitalist devletler işi sağlama almak üzere kentlerin kaderine ve geleceğine de ipotek koymuş oluyorlar. Nasıl ki devletler birbirine “al parayı tut mülteciyi” diyorsa, UCLG de yoksul ülkelerin belediyeleriyle aynı pazarlık masasını kuruyor.
DÖRT LANETLİ KAVRAM
UCLG fonlar ve projeler üzerinden anlaşmaya oturduğu yerel yönetimlere izlemeleri gereken bir yol haritası çiziyor. Aksi hâlde fonlardan “yararlanmak” mümkün değil. Milyarlarca doların döndüğü UCLG göç borsası yeni bir rant alanı oluşturduğu için bürokratik ve pragmatist burjuva yerel yöneticiler çok kısa zamanda iş birliğine hazır hâle geliyorlar. Çoğu zaman şerhsiz ve itirazsız. Fonlar ve kaynaklar, projelerin nasıl ve kimler için uygulanacağı da halk denetimi dışında kalıyor. Böylece kentin yoksul emekçi sınıfları ve mülteci toplumları çok kısa sürede özne olmaktan çıkıp, soslu projelerin istatistik nesneleri hâline dönüşüveriyorlar.
Merkez kapitalist devletler UCLG eliyle göç stratejisini yerele indirirken, mülteci toplumlar ve kent yoksulları için son derece tehlikeli olan dört kavram üzerinde duruyorlar.
1- YÖNETİŞİM: Burada paydaşlar iş dünyası (patron örgütleri), sendikalar, STK’lar, kimi yerde vakıf ve dernekler üzerinden tarikat ve cemaatler, üniversiteler, belediye başkanları, valilik ve kaymakamlıklar vb. şeklinde ifade ediliyor. Herkesin, her kesimin olduğu yerel yapılar “demokrasi arenası” diye sunuluyor. Kent Konseyleri ve bunlara bağlı Göç Meclisleri de yönetişim başarısı olarak pazarlanıyor. Oysa yönetişim mantığı bütün sınıfları, atanmış ve seçilmişleri bir torbaya koyup; emekçileri patronların, seçilmişleri de atanmışların tahakkümü altına almış oluyor. Dolayısıyla göçmenler/göçmen emekçiler yereldeki sanayi ve finans erkinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde değerlendiriliyor.
2- KALKINMA: Kavramdan kasıt yerelin ve kentin göçleri bir fırsat olarak görmesi ve kent dinamiklerinin bunu kentin toplam kalkınmasında bir imkâna dönüştürmesi. Fakat örtük olan ve anlatılmayan şey, sözü edilen kalkınmanın hangi sınıf ya da sınıfların çıkarına olduğudur. Zira bu kavramla seslenilen esas kesim zengin burjuva sınıflardır. Amaç göçmen emeğinin hem rekabet gücü olarak kullanılması hem de ucuz ve güvencesiz bir istihdam gücünün yaratılmasıdır. Meslekî eğitimle desteklenen bu kavram aynı zamanda nitelikli/kalifiye göçmen işçilerin işgücü piyasasına hazırlanmasını da hedefler. Bu kavramın tehlikeye işaret eden bir yanı da “kalkınma” adı altında göç yükünün az gelişmiş kentlerin üzerine yıkılmasıdır.
3- SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK: Başlangıçta kulağa hoş gelen bu kavram bütün zorluklara rağmen “göç yükünün” kentler için taşınabilir ve zamana yayılabilir olmasını ifade eder. Kentin yoksul ve az gelişmiş olması merkez kapitalist devletlere engel değildir. Fon ve projelerle desteklenen ama aslında göç sorunları karşısında devede kulak bile olmayan palyatif, göstermelik uygulamalar yoksul kent halkına “siz bu yükü sürdürmeye devam edebilirsiniz” denerek devreye sokulur. Sürdürülebilirlik, kıta Avrupası başta olmak üzere merkez kapitalist ülkelerin göç yükünü sürekli ve sistematik biçimde yoksul ülke belediyelerinin üzerine yıktıkları bir göç yönetiminden başka bir şey değildir.
4- REZİLYANS: Psikoloji disiplininden apartılan bu kavramın Türkçe karşılığı dirençtir. Verilmek istenen mesaj nettir: “Yaşadığınız kent yoksul olabilir, kent halkı yoksul olabilir, mülteci sayısı çok olabilir, hattâ kentinde belediye imkânlarını da çok zorlamış olabilir. Ama olsun sen dirençli olabilir, bu zorluğa katlanabilir, zorluğu yönetebilirsin.”(!) Peki bütün bunlar nasıl olacak? Biraz fon, biraz proje hepsi o kadar. Böylece sabırda direnç kazanan kentler, yoksulluk ve göç konusunda merkez kapitalist/emperyalist devletlerin rahatlamasını sağlamış olurlar.
Ortaya atılan bu süslü kavramların önce ve istekli olarak liberallerin, sonrasında giderek ve pek farkında olmadan sol, sosyalist çevrelerin lügatine girmeye başladığını da not düşmek gerekir. Oysa finalde kapitalist göç yönetimine yedeklenmek gibi bir tehlike bulunmaktadır.
KARŞI STRATEJİ OLUŞTURMAK
31 Mart 2024 seçim sonuçları tek adamın gerilemesi ve belediyelerin totalde muhalefet partilerinin lehine değişmesi bakımından önemlidir. Fakat yerel yönetimler anlayışında ve göç politikalarında anti-kapitalist bir pozisyon edinmeden mevcut durumun değişmesi mümkün görünmüyor. Aksi hâlde yerel yönetimlerde partiler değişir ama küresel kapitalist stratejilere entegre olmak konusunda durum değişikliği gerçekleşmez.
AKP’nin 13 yıllık pragmatik göç politikası ve buna bağlı olarak yerel yönetimler siyasetine bakıldığında, onun bütünüyle küresel kapitalist mantığa eklemlendiği görülür. UCLG ile ilişkiler vd. Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) pratiğinde görülen sonuç da bu yöndedir. AKP’li Gaziantep Belediyesi de bu eklemlenmenin model belediyesi olarak UCLG’ye sunulmuştur. Sözcüsü eksi Bakan, şimdiki Belediye Başkanı Fatma Şahin’dir.
Gelinen yerde TBB el değiştirecek görünüyor zira TBB’de seçim süreci başladı. Sizler bu yazıyı okuduğunuzda TBB seçimleri kuvvetle muhtemel muhalefet partileri lehine sonuçlanmış olacak. Fakat mesele bir el değiştirmeden ziyade köklü bir politika değişikliğidir. Partilerle sınırlı olmayan; sol, sosyalist, devrimci, halkçı, demokratik dinamikleri, mücadeleci sendikaları içine alan ve gerçek anlamda halk örgütlenmesine dayanan bir politik itiraz; gidişata müdahale edecek yegâne gerek budur.
Eğer G20’den ve UCLG’den başlayarak her bir ülke ve kente inen kapitalist bir göç yönetimi karşımızdaysa; yapılması gereken tabandan yukarı merkezîleşen karşı bir stratejinin tartışılması ve adım adım örülmesidir. Sorunu düzen sorunu olarak ele alan, yerli ve göçmen emekçilerin ortak hak mücadelesini ören ve kapitalist göç yönetimine karşı enternasyonal bir duruş sergileyen karşı bir strateji günün en önemli görevlerinden olsa gerek.
Kentin bütün işçileri, ezilenler ve göçmenler birleşin!
Evet, belki bu sloganla başlayabiliriz.