Kaldıraç dergisindeki yazılarımı izleyen arkadaşlar hatırlayacaklardır. Hafize Hanım’ın istifası sonrası TCMB Başkanlığına Fatih Karahan’ın getirilmesi üzerine yazdığım yazıda NAS politikasına dönülmeyeceğini, 2024 yılı zarfında politika faizinin %50-55 bandında seyredeceğini, TÜİK enflasyonunun (gerçek enflasyon değil) %45 seviyelerinde olacağını, Amerikan Doları’nın yıl sonuna doğru 45 TL seviyesine ulaşacağını yazmıştım. Yazının bir kısmı kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan medya mensuplarına, bir kısmı da OVP uygulamalarına sadık kalmak sureti ile enflasyonu kontrol altına alacaklarını iddia eden “Kayyum Bakan” Mr. Şimşek ve onun bürokratlarına yönelik eleştirilerdi.
Yılın son çeyreğine girmek üzereyiz. Resim ortaya çıkmaya başladı yavaş yavaş. Amerikan Doları’nın TL karşısındaki değeri dışındaki tüm öngörülerimde haklı olduğumu görmenin buruk keyfini yaşamaktayım şu sıralar.
TL’nin Amerikan Doları (ve diğer yabancı paralar) karşısında beklediğimden daha az değer yitirmesi öncelikle Para Politikası Kurulunun yılın erken döneminde politika faizini %50’ye çıkarması ve yıl boyunca bu oranı sabit tutacağı işaretlerini vermesi ile ilişkili. Ardından da FED Amerikan Doları faiz oranını %5,25-5,50 aralığına çekip 2025 yılında bu oranı daha da düşüreceği sinyalini verince kısa vadede kâr amacı güden yatırımcı için cazip bir yatırım ülkesi oluverdi Türkiye. Detaylı hesaplarla kafa karışıklığı yaratmak istemem. Bu nedenle sadece şu kadarını belirterek geçeyim. Yıl başında bir milyon USD yatırım yapan bir sermayedar, USD değeri bundan sonra hiç artmamış olsa bile yıl sonunda yaklaşık iki yüz bin USD katmış oluyor ana parasına. Yıllık kazanç yaklaşık %20 dünya piyasalarında USD yılda %5 kazandırırken, bu ülkede %20 kazanınca dolaylı yabancı yatırım gelir tabii. Nitekim geliyor.
Muhalif medyanın “yabancı yatırımcı hukukun olmadığı yere gelmez. Bu nedenle Türkiye’ye taze para gelmiyor” tadındaki söylemleri ise gerçeği yansıtmıyor. Her şeyden önce şunun bilinmesi gerekir ki, vahşi bir soykırım gerçekleştiren İsrail’i koşulsuz destekleyen, Rusya’yı parçalamak için topyekûn saldırıya geçen, kurmuş olduğu küresel sisteme muhalefet ettiği için Venezuela’ya yaptırım üzerine yaptırım uygulayan küresel sermayenin hukuk ile asla bir ilgisi yoktur. Onun hukuktan anladığı sadece yatırımının güvence altında olmasıdır. Bu güvenceyi zaten Türkiye ekonomisini yönetmek üzere atamış olduğu “Kayyum Bakan” Mr. Şimşek vermiş ve tüm politikalarını bu güvenceyi sağlamak üzerine kurmuştu. Gerisi ise asla ilgilendirmez uluslararası sermayeyi. Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, 1 Mayıs direnişçilerinin hukuka aykırı olarak tutsak edilmiş olmaları umurunda olmaz sermayenin. Onun tek beklentisi yüksek kâr ve bu kârın güvencede olmasıdır. Bu beklenti karşılandığı süre boyunca taze para girer ülkeye, nitekim girmeye devam etmekte.
Ancak bu para doğrudan sermaye yatırımı olarak gelmiyor. Dolayısı ile üretime ve ekonomik gelişmeye doğrudan herhangi bir katkısı yok. Yabancı para ile karşılanması gereken cari harcamaların finansmanı için verilen bir borç olarak düşünmek gerek bu sermaye girişlerini. Yatırdığı parayı bir an önce üzerine eklediği kârı ile geri alıp çıkmayı düşünür bu tür sermaye girişleri. Olan biten bu işte. Tabii böyle bir durumda sermayenin beklediği kâr payı da birilerinin cebinden çıkar. Egemenler ve onların destekçileri ödeyecek değiller bunu elbette halkın cebinden çıkacak.
Nasıl mı?
Yanıtı yeni vergi düzenlemelerinde.
Burada dikkat edilmesi gereken husus ise izlenmekte olan para politikasının adeta bir ip cambazlığı hâlini almış olması. Eğer yabancı yatırımcının beklediği kâr garantisi karşılanamazsa derhal çıkıp giderler buradan. Tekrar geri gelmesi ise yabancı para değerinin ülkedeki enflasyon oranında artması ile mümkün olur ki, bu da, söz gelimi Amerikan dolarının bir anda 40 liranın üzerine çıkması ile mümkün. Dolayısı ile çok hassas dengeler üzerine kurulu para politikaları bu dengenin sürebilmesi faizlerin düşmemesine bağlı. Bu nedenle 2024 yılı zarfında faiz oranlarının düşmesini beklemek hayal ötesi.
Yeri gelmişken belirtelim, an itibarı ile ticari bankaların açık pozisyonları yaklaşık 15 milyar Amerikan Doları seviyesinde. Faizlerde gerçekleşecek ani bir düşüş ve buna bağlı olarak yabancı paranın ülkeyi terk etmesi büyük bir bankacılık krizine yol açar ve bu krizin altından kolay kolay kalkılamaz.
Söz enflasyona gelmişken bu konuda da birkaç cümle sarf etmek gerek elbette.
Bilindiği gibi TCMB Başkanı ikinci enflasyon raporu ile ilgili açıklamalar yaptı yakın geçmişte. Raporun ayrıntılarına girecek değilim ancak yaşamış olduğumuz tüm gerçeklere karşın Merkez Bankası’nın 2024 yılı için koymuş olduğu %38 oranında enflasyon hedefini değiştirmemiş olmasının üzerinde durmak gerektiği kanısındayım. Hatırlatmakta yarar var, yazıda sadece TÜİK enflasyonundan söz etmekteyim, enflasyon gerçeği yansıtma açısından çok daha tutarlı veriler sunmakta olan ENAG verilerini dikkate alacak olursak Merkez Bankası raporunun çöpe atılması gerekir. Gerçi rapor çöpe atılmayı hak ediyor ama ben yine de kendi hazırladıkları rapordaki tutarsızlıkları sergilemeye ve emek cephesi mensupları için hazırlanmış olan tuzakları deşifre etmeye çalışacağım.
Her şeyden önce içinde bulunduğumuz şartlarda yıl sonunda %38 enflasyon hedefine ulaşılabilmesi artık olası değil. Neden mi?
Yılın ilk yedi aylık enflasyonu %28,76 TÜİK’e göre Bu durumda kalan beş ayda enflasyon sadece %7,18 oranında artacak (1,2876 x 1,0718 = 1,38). Bu öngörünün gerçekleşebilmesi için önümüzdeki beş aylık dönemde enflasyonun aylık %1,4 oranında artması gerekecek. Şimdi bir bakalım; yaz mevsiminin sağladığı olanaklar nedeni ile sebze ve meyvenin bollaştığı temmuz ayında bile %3,23 oranında artmış olan enflasyon, okulların açılacağı, gıdaya erişimin güçleşeceği, mevsimden kaynaklanan bazı ek harcamaların ortaya çıkacağı sonbahar/kış aylarında %1,4 olacak. Bunun mümkün olamayacağını görmek için ekonomist olmaya gerek yok sanırım.
Merkez Bankası yetkilileri bu hedefe nasıl ulaşacaklarını açıklamalıdırlar. Açıklamayacaklarını bildiğim için buradan hedefe ulaşmak için neler yapacaklarını açıklamaya çalışayım:
Emekçi halkın tüm ürün ve hizmetlere olan talebini kısacaklar. Bilindiği gibi talep satın alma gücü ile desteklenmiş satın alma arzusudur. Eğer satın alma gücünü kırarsanız satın alma arzusu da kırılmış olur. Ek vergiler ve fiyat düzenlemeleri ile insanların harcamalarını sadece yeme, içme ve basit biçimde giyinmeden oluşan temel gereksinimlerin karşılanması ile sınırlandıracaklar. Kültür, eğlence vb. alanlarından uzaklaştıracaklar emek cephesi mensuplarını. Bunun adı halkı yoksullaştırmadır. Bir yandan halk yoksulluğa mahkûm edilirken bir yandan da yukarıda sözü edilen sektörlerde durgunluk ve işsizlik artacak, ekonomi yöneticileri enflasyonla mücadele uğruna işsizliğin artmasına neden olacaklar. Bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlandı, yine TÜİK verilerine göre temmuz ayında hazirana göre istihdamda azalma söz konusu. Kışa doğru istihdamın daha da düşeceğini öngörmek hiç de zor değil. Yeri gelmişken DİSK-AR verilerine göre ülkedeki “geniş tabanlı işsiz” sayısının 10 milyona ulaştığını, bu sayının da çalışma çağındaki insan sayısının %25’lik bir bölümüne denk düştüğünü belirtelim.
Elbette bütün bunlara rağmen ulaşamayacaklar hedeflerine. Çalışabilir nüfusun yarıya yakınının asgarî ücret dolaylarında gelir elde edebildiği, emeklilerin içler acısı koşullarda yaşam sürdürmek zorunda kaldığı koşullarda zaten zorunlu harcamalar dışında harcama yapabilen insan sayısı ekonomiyi yönlendirenlerin enflasyon hedeflerine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar çok değil. Hedefe ulaşılabilmek için gıda enflasyonunu düşürmek gerekecek ki bu da pek mümkün görülmüyor.
Bu durumda zorunlu giderlerini karşılamak için kredi kartlarına yüklenecek emekçiler. Artan faiz yüküne karşın yaşamlarını sürdürebilmeleri için başka seçenekleri yok. Bu tercih de icra, haciz vb. uygulamalar olarak geri dönecek. Bunun da belirtileri görülmeye başlandı.
Ekonomiyi yönetme iddiasında olanlar da bilmekteler bu hedefleri tutturamayacaklarını. Biliyorlar bilmesine de ellerinde TÜİK gibi bir çarpıtma uzmanı kuruluş var. Yıl sonunda TÜİK sayesinde %28 olmasa bile birkaç puan üzerinde gösterecekleri enflasyon oranı sayesinde başarılarını (!) ilan edecekler ama daha önemli bir konu var terk etmedikleri enflasyon hedefinde. Halka bir mesaj veriyorlar:
2025 yılında ücret artışı olarak büyük beklentileriniz olmasın.
Malum asgarî ücret, emekli maaşları ve memur maaşları belirlenirken TÜİK’in enflasyon rakamları esas alınır. Yıl sonu hedefi olarak %38 belirlendi. TÜİK’e rağmen bu hedefe ulaşamayacaklarını gördüğüm için biraz üzerine çıkalım ve %43 diyelim.
Bu durumda emekli maaşları ile memur maaşları en fazla %20 zamlanır 2025’in ilk yarısı için. Asgarî ücret ise 24.000 lirayı geçmez, üstelik bu rakam tüm 2025 yılı için geçerli olur. Diğer çalışanların ücretleri de buna göre ayarlanır.
Kısacası 2025 bu yıla göre daha zor geçecek emekçi yığınlar için.
Bütün bu olumsuzlukların yanında ekonomik büyüme rakamları üzerinden bir başarı öyküsü yaratma niyetinde ekonomi yönetimi. Nasıl bir başarı bu? Birlikte bakalım:
Bilindiği gibi TÜİK 2024 yılının ilk çeyreğinde ekonomide %7,4’lük bir büyüme gerçekleştiğini açıkladı. Hayli görkemli bir rakam elbette. Bunun propagandasını yapacaklar kuşkusuz. Ne var ki bunun propagandasını yapıp ekonomik programlarının ne kadar başarılı (!) olduğunu ilan ederken bu büyümenin ne anlama geldiğini ve kimlerin bu büyümeden nasıl bir pay aldığını da gizleyecekler elbette. Biz de bu gizlenen yönlere bir bakalım.
Öncelikle hangi sektörlerin nasıl büyüdüklerine bir göz atalım. Yine TÜİK verilerine göre 2024’ün ilk çeyreğinde bankacılık ve finans %24 büyürken iletişim %16,8, hizmetler ise %14,3 oranında büyümüş. Sınai üretimdeki büyüme %7,4, tarımda ise %0,9 olurken inşaat sektörü %7,2 oranında küçülmüş.
Derhal görülüyor ki büyümeden aslan payını alan bankacılık ve finans sektörü. Sınai üretim yeni istihdam yaratacak bir büyüme gösterememiş, tarım yerinde saymış, inşaat ise küçülmüş. Buradan çıkarılacak ilk sonuç istihdam yaratma anlamında başı çeken sanayi ve inşaat sektörlerinin zor durumda oldukları. Bu durum yakın gelecekte istihdamın azalacağının işareti. Tarım sektörünün durumu ise yakın gelecekte gıdaya erişebilme zorlukları yaşanabileceğinin göstergesi.
Öte yandan yukarıda enflasyon ile ilgili bölümde belirtildiği gibi ücretler üzerinde uygulanan baskı kredi kullanımını arttırmış. İnsanlar zorunlu gereksinmelerini karşılayabilmek için bile kredi kartlarına ve tüketici kredilerine başvurmuşlar. Bankalara kredi verme konusunda güçlük çıkarmaları için yapılan baskılar işe yaramamışa benziyor. Çünkü finansal olmayan kuruluşlara verilen krediler %53, bireysel krediler ise %26 oranında artış göstermiş. Faizlerin hiç de düşük olmadığı bir ortamda bu durum kredi kullanımının bir zorunluluk hâline geldiğini göstermesi bakımından önemli. Bir de ücretler üzerinde böyle bir baskı varken çok da uzak olmayan bir gelecekte geri ödeme güçlükleri yaşanacağının ve icra dosyalarının kabaracağının habercisi adeta.
Bu durumun tek kazananı bankalar kuşkusuz. Nitekim BDDK verileri bunu doğrulamakta. Bahse konu kuruluşa göre içinde bulunduğumuz yılın ilk çeyreğinde bankaların kârı geçen yılın aynı dönemine göre %385 artış göstermiş. Böyle bir kârlılık artışı dünyanın bir başka yerinde yaşanmış olsa idi yer yerinden oynardı. Burada ise ses çıkmıyor.
Bir de harcamalar açısından ele alalım bu ekonomik büyümeyi (!) ilginç bir sonuçla karşılaşıyoruz. Hane halkı tüketimi %19,5 büyürken yatırım harcamalarında büyümenin sadece %1,1 seviyesinde olduğunu görüyoruz. Yatırım harcamalarındaki durum ülkeye gelen yabancı paranın yatırım amaçlı olmadığının bir göstergesi. Ancak işin ilginç yanı hane halkı harcamalarında. İnsanların gelirleri düşerken harcamaların artması enflasyonist ortamın yarattığı bir zorunluluk, insanlar açıklarını bireysel kredilerle kapatma yolunu seçiyorlar besbelli. Nitekim BDDK verileri de bunu doğrulamakta. Söz konusu kuruluşun verilerine göre Nisan 2023 tarihinde 692 milyar TL olan tüketici kredileri Nisan 2024’te 827,5 milyar TL olmuş.
Bütün bunlardan yola çıkarak şu sonuçlara ulaşabiliriz
– Bankacılık ve finans ile iletişim dışında kalan sektörler büyümeden pay alamamışlar.
– Ücret geliri ile geçinenler zorunlu giderlerini bile karşılayamayacak durumda olduklarından krediye sarılmışlar.
Bu durumda:
Yılın geri kalan bölümünde büyümenin aynı oranda devam etme olasılığı yok. Nitekim IMF tatarından hazırlanmış olan “Küresel Büyüme Haritası” Türkiye’nin bu yıl sadece %2,7 oranında büyüyeceğini, büyümenin gelecek yıl itibarı ile de bu seviyelerde kalacağını göstermekte. Dünya Bankası’nın tahmini ise daha da kötümser. Bu kuruluşa göre Türkiye bu yıl ve gelecek yıl ancak %2,3 oranında bir büyüme yakalayabilecek. Dünya ekonomisinin büyüme ortalamasının %3,6 olduğu dikkate alındığı takdirde dünya ortalamasının hatırı sayılır biçimde altında kalacak olan büyüme, ekonomiyi yönetenlerin OVP diye adlandırdıkları program hedeflerine ulaşamayacaklarını gösteriyor.
İşte Türkiye ekonomisinin hâl-i pür melali.