İşçi ve emekçilere karşı milli mutabakat ve “normalleşme”

2023 Mayıs “seçim”lerinin ardından, biz Kaldıraç Hareketi olarak, Saray Rejimi’nde iki noktada değişiklik olduğunu söyledik. Öncesinde de, “seçim” diye bir şey olmadığını, seçimlerin ve sonuçlarının gayrimeşru olduğunu ilan ettik. “Bir oy bana bir oy Kılıçdaroğlu’na” diyenler, elbette bizi dinlemekten çok uzaktılar ve peşine takıldıkları CHP’nin kanatları altında, lağım kokusunu gül kokusu sanıyorlardı, kendilerinden çoktan geçmişlerdi. Öyledir, tiyatrolardaki sahneler, bazı izleyicileri kendinden geçirir. Bazılarının kendinden geçmesi için ise, tiyatroya bile gerek yok, en pespaye münazara dahi onlara aynı etkiyi yapabiliyor.

Sahtekârlık denilmediği için adına seçim denilen şey sonunda ise, yenilenmiş CHP’nin, aslında hiçbir “olumluluk” içermediğini, Saray Rejimi’nin özü gereği, tüm siyasi partilerin saray partisi olduğunu, aslında siyasi parti olmaktan çıktığını söyledik. Mesela AK Parti acaba bir siyasal parti midir? Tarık Zafer Tunaya, ki kendisi burjuva demokrattır, bu partileri görse, mesela MHP’ye bir siyasi parti mi der? CHP de o yoldadır. Cumhurbaşkanı, aslında yok konumundaki meclise gelince, tamamen devre dışında bırakılmış meclise gelince, acaba ayağa mı kalkılır, yoksa kalkılmaz mı? Bu komik tartışmayı bile CHP, kendi kurullarında gündeme getirip, tartışma konusu yapamıyor. Özel’in “ayağa kalkma” savunmasına bakarsak, onu temel alırsak, aslında mecliste hiçbir zaman Cumhurbaşkanı protesto edilemez, çünkü “makama saygı” diye bir şey keşfettiler. Saray böyledir, saygı duyulacak şeyler azalınca, hırsızlığa saygı duyulur. Hileli seçimleri meşru ilan etmek için daha uygun yollar bulunamaz.

Bizim bu meşru olmayan seçimler sonrasında, Saray Rejimi’nin iki önemli değişikliğe uğradığını yazdık, savunduk. CHP konusundaki tespitlerimiz nasıl çıkıyorsa, bunlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. CHP konusundaki tespitlerimize özel bir önem vermiyoruz, çünkü CHP’nin ne olduğunu, ancak “bir oy bana bir oy Kılıçdaroğlu’na” kampanyası ile kendinden geçenler bilmeyebilir. Özel’li CHP’nin de aynı yolun yolcusu olacağını anlamamak, Saray Rejimi denilen şeyi anlamamakla ilgilidir. Mesele “Özel”de değil, mesele CHP’dedir. Onu doğru kavramak esastır. Yoksa “Özel iyi adam idi ama değişti” dersiniz. Oysa o çark, çoğunlukla Baykallar üretmekte ustadır ve devletin partilerinden biridir.

Duralım ve bir soru soralım: Tek adam rejimi mi diyorsunuz? Peki tek adam CHP’nin başında olan mı, MHP’nin başında olan mı, yoksa onlardan daha düşük bir rol oynamaya mahkȗm olmuş Erdoğan mı? Kim bu tek adam? Sorunun devamı var: AKP-MHP faşizmi mi diyorsunuz, peki CHP “demokrasisi” daha mı az faşizan, yoksa ulusalcılık adına emperyalizmi aklama işini yapanlar mı daha demokrat?

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu olağanüstü örgütlenme anlaşılmadan, Artvin’de gösteriye kurşun sıkanı, Ankara’da gar katliamını devlet desteği ile yapanları vb. anlayamazsınız. Tüm siyasi partilerin aynı amaçla farklı roller üstlenmiş olduğunu anlayamazsınız.

İşte bu Saray Rejimi’nde, iki noktada değişim meydana geldi. Özünde değil elbette. Saray Rejimi, onu kuran efendilerinin isteği doğrultusunda, onların uzlaşmasına bağlı olarak, (a) savaş kabinesi oluşturdu ve (b) ekonomiyi, uluslararası konsorsiyuma devretti. Bunların hiçbiri, o yaygın deyim ile, “yerli ve milli” değildir. Bunlar efendilerin, NATO’nun, ABD’nin, AB’nin istekleridir. Türkiye’nin bir sömürge ülke olduğu gerçeğini görmediniz mi, olup biteni de anlamakta zorlanırsınız.

Bu iki tespitimiz, aslında görmek isteyenler için görülmesi zor olan şeyler değildir. Ve bugün, çok daha net, çok daha açık görülebilmektedirler.

Bu iki tespite uygun olarak biz, Kaldıraç Hareketi olarak, yeni bir ulusalcılık, içinde UluSol da olmak üzere, devreye sokulacak diyorduk, diyoruz. Kemalizmin yeni biçimleri de bu amaçla üretilmektedir.

Son dönemde, MHP’nin parlamentoda DEM Parti ziyareti ve bunun üzerine açıklamaları, tam da bu noktada ele alınmalıdır.

Ortadoğu’da savaş yayılmıştır, yayılıyor. TC devleti, yeni organizasyonla, Ortadoğu’da ABD adına tetikçilik yapmak üzere yeni hazırlıklara başlamıştır. Bunun ilk adımı, Irak Kürdistanı’na yerleşmedir ve Eylül 2023’ten bu yana bu konuda epeyce aktiftirler. Barzani ile TC’yi birbirine bağlayan bağlar, ABD-AB-İngiltere (ve elbette onların bir başka tetikçisi İsrail) ekseninde bağlardır.

İçeride ve dışarıda savaş politikası, artık, adına “kutuplaştırma” dedikleri teatral küfürler ve buna uygun saldırılarla gürültü yaratarak işi götürme dönemi bitmiştir. Bitmiştir derken, istedikleri an devreye sokulabilir her zaman. Bunun yerine, “milli mutabakat” ya da CHP başkanının kibar deyimi ile “normalleşme” devreye sokulmalıdır. Böylece, tüm toplum, içeride işçi sınıfı ve devrimci direnişlere karşı, dışarıda da emperyalizmin hizmetinde savaş oyunları alanında “birleştirilmek”, bir kez daha aldatılmak istenmektedir.

İşte Bahçeli, alışkın olduğumuz tehdit ve küfür tarzına, bir ekleme yapmayı bu nedenle uygun görmüştür. Rol budur ve istenince hemen oynanmaktadır. Öyle tereddüt edilecek bir tutumu da yoktur.

Bahçeli, DEM Parti’nin sıralarına gelmiş ve Eş Genel Başkan Tuncer Bakırhan, Grup Başkanvekili Sezai Temelli, milletvekili Pervin Buldan ve Sırrı Sakık’ın ellerini sıkmıştır. Tabii, Bahçeli’nin efendilerinden aldığı eski ve bilindik rolle çelişkili gibi görünmüştür. Bahçeli, bu şaşıranlara kızmış ve şöyle buyurmuştur: “Yeni döneme girerken, dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız gerekir.” Ağzına yakışmasa da Bahçeli’nin barış ve kardeşlik vurguları, işte bu yeni döneme özgüdür.

Daha kapsamlı açıklama da yapmıştır Bahçeli, “MHP bir adım atmazsa diğerlerinden bir şey beklemek doğru olmaz,” demiştir. Demek, efendi, kendilerinin yeni rolünü böyle tarif etmiştir. “Onun için fikirlerini kabul etmediğim, 40 yıldan bu yana Türkiye’nin birçok konusunda PKK’nin terör örgütü uzantısı şeklinde ifadede bulunanların yanına gitmek suretiyle ellerini sıkmam bu çağrıya dayalı bir kaynaştırıcı, birleştirici, Türkiye partisi olmanın işareti olarak görülmelidir. Buradan başka anlam çıkartmak doğru değildir. Eş başkan olan bir zatın da annesinin vefatını orada taziye olarak sunmak da insanlık görevidir.”

Bahçeli “insanlık görevi” tarifi de verecektir herhâlde.

Ama ifadeleri, sanki bir gözaltı tutanağı gibidir: “…40 yıldan bu yana Türkiye’nin birçok konusunda PKK’nin terör örgütü uzantısı şeklinde ifadede bulunanların yanına gitmek suretiyle ellerini sıkmam,” cümlesi ilgiye değerdir.

Bahçeli devam etmiştir: “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. Uzattığım el ilk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi aydınlığıdır (demek, küfür ve tehditleri de karanlığı olmalıdır, bizim notumuz). Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın temenni ve teklifidir. Biz gelişigüzel, can sıkıntısından, anlık dürtülerle dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkmayız.”

İşte size “milli birlik” meselesi.

“İç cepheyi” sağlamlaştırmak diyorlar. Yani, savaşa giderken, içeride, “kutuplaştırma” yerine, milli birlik dili devreye sokulmaktadır. Ve elbette buna Kürtlerin kanacaklarını hesap etmiyor olmalıdırlar.

Savaşın yayıldığı, İsrail’in Ortadoğu’da savaşı yaymak için her yolu denediği, ABD adına açık bir tetikçilik yaptığı bir dönemde, Erdoğan, İsrail bize saldıracak numarasıyla, Meclis’i gizli toplantıya davet etti. Böylece, İsrail tehdidi numarasıyla, savaş konusunda hazırlıklara hız verilmek istenmektedir.

Gerçekte, savaş, ABD’nin gösterdiği hedeflere dönük bir savaştır.

ABD, elbette İsrail de içinde, İran’a karşı savaş için, TC devletini devreye sokmak istemektedir. Bunun için, Irak Kürdistanı’nda güç biriktiriyor. Böylece, bir yandan PKK’ye karşı hareket ediyormuş gibi yapıyor, diğer yandan da İran’ın sınırlarına yaklaşıyor. Zaten İran savaşını, Kürtleri yok etme siyaseti nedeniyle ayrı bir hevesle “sevmektedirler.” TC devletine, Saray Rejimi’ne Kürtlere saldırma fırsatı verecek her şey, çok büyük hevesler üretmektedir.

İçeride ve dışarıda savaş politikasının yeni adı, “normalleşme” ve “milli birlik” ve şimdi de “iç cephenin sağlamlaştırılması”dır.

Dünyadaki tüm burjuva devletler, burjuvazinin çıkarlarını, “ulusal çıkar” olarak halka yutturmakla görevlidirler. Bizde, bu daha da gelişmiştir. “Ulusal çıkar” işe yaramıyorsa, artan ekonomik kriz altında kitleler inlerken, savaş tehdidi numarasıyla “milli birlik” ve “normalleşme” siyaseti devreye sokulmuştur. Bu işin içinde tüm burjuva partiler vardır. Başka bir yolla, savaşa hazırlık yapmaları da mümkün değildir. Bu konuda tehdit olarak İsrail’den söz etmeleri, aslında gerçek hedeflerini gizlemek içindir. İsrail o denli tehdit ise, buyurun ekonomik ve askerî, siyasi ilişkilerinizi kesin. Buyurun ABD üslerini kapatın. Buyurun Kürecik tesislerini ortadan kaldırın. Bu sahtekârlık, elbette CHP yönetimi için uygundur.

Ve ekonomiyi devralmış olan uluslararası konsorsiyum, alacaklarını tahsil etmekten geri durmamak için, bütçenin savaş harcamalarına gitmesi ile yetinmek istemiyor. Konsorsiyumun memuru Şimşek, hemen, kredi kartlarından 750 TL keserek, bunu savunma sanayii fonuna aktarma kararını devreye sokmak istiyor. Kredi kartı limiti, aslında, insanların parası değildir. İnsanların borçlanma olanağıdır ya da kullanmadıkları bir çeşit kredidir. Ve bankaların 100 bin TL limit vermesi, aslında büyük bir olay da değildir. Şimdi, kişi başına 750 TL almak için bir çeşit yol arıyorlar. Bu yol, aslında yasal da değildir. Bir çeşit dolandırıcılıktır. Devlet, herkesten, zorunlu olarak para tahsil etmektedir. Vergiler vb. yetmiyor. Haraçlar yetmiyor. Bunların yanı sıra, herkesten para almak için yol arıyorlar. Olmayan harcamadan, var olmayan gelirden vergi almanın yoludur bu. Milyonlarca kredi kartından zorla para almak demektir bu.

Bu durum, Bahçeli’nin politik açılımı ile de uyumludur.

Şimdi, “savunma sanayii” diye bir istismar devreye sokulmak istenmektedir ve bunun için de İsrail tehdidi kullanılmaktadır. Zira Suriye ya da İran tehdidi diyecek olsalar işe yaramayacaktır. Sarayda oyun bitmiyor. Siz bir kere kredi kartı aldınız mı, adı üstüne, kredi alabiliyorsunuz, potansiyel olarak borçlanma olanağınız var, demek ki, bunun bir bölümünü devlet için, savaş sanayii için, yani tekeller için vermelisiniz. İşte size “ileri demokrasi.”

Bu milli birlik, kime karşıdır? “İç cephe” kime karşı güçlendirilmektedir? “İç cephe” sözü, gizli iç savaşın da itirafıdır.

Dışarıda ABD için, NATO için, İngiltere ve İsrail için tehdit ne ise, ona karşı savaş hazırlığıdır bu. Bunun hiçbir “yerli ve milli” tarafı yoktur. Savaş, halkların birbirine kırdırılmasıdır. Savaş, emperyalizmin çıkarları için, yoksul insanların çocuklarının cepheye sürülmesidir. İşte bu amaçla “milli birlik” ve “normalleşme” devreye sokulmuştur. Şimdi, bu doğrultuda sola ve Kürt siyasetine müdahale edilmek istenmektedir.

Yanlış anlaşılmasın, Kürtlerin ve solun bu zokayı yutacağı anlamında konuşmuyoruz. Ama amaçları budur. Ve eğer sol ve Kürt hareketi bu zokayı yutmazsa, elbette devletten gelecek şiddetten payını alacaktır. Yani, Bahçeli’nin elinde bir zehirli iğne vardır ve tehdidi de devrededir.

İçeride, bu “milli birlik”, bir avuç para babasının, uluslararası ve yerli tekellerin çıkarları için, işçi sınıfının kafeslenmesini hedeflemektedir. İşçi sınıfını, bu kez, “milli birlik” yalanı ile esir tutmak istiyorlar. Durum şöyledir: Harami yolu kesmiştir, öyle alışılmış olduğu üzere ya paran ya canın demiyor, hem paran hem de canın, hem emeğin hem de aklın diyorlar. Öyle paranı verip, cüzdanını teslim edip canını kurtarma seçeneği yok. Hem paranı vereceksin, hem esir olacaksın, hem de canını onlar için savaşta, savaş tanrılarına, tekellere sunacaksın.

Tam da bu nedenle, işçi sınıfının ayağa kalkması gerekir.

Bugün, nasıl örgütleneceğini bir yana bırakırsak, işçi sınıfının genel grev silahını devreye sokması gereklidir.

Evet bunun örgütlenmesi başlı başına bir konudur. Ama, insan bir şeye niyetli değil ise, o işin olamayacağına ilişkin çok ama çok kanıt bulabilir. Ve asla nasıl sorusunun yanıtını bulamaz. Sizin, önce eyleme niyetiniz olmalıdır, genel greve niyetiniz olmalıdır ki, bunu nasıl başaracağınız konusunda bir fikriniz olsun. Ne yapacağını bilmeyenin, nasıl yapacağı konusunda bir fikri de olamaz.

İşçi sınıfı, kendi direnişine sahip çıkmalıdır.

Eski Bakan, yani şimdi bakmayan, Hüseyin Çelik, Armağan Çağlayan’a verdiği röportajda, şunu söylüyor: “Gezi olaylarıyla birlikte bizim şaftımız kaydı.” Doğru bir tespittir. Şaftı kayan, şaftının niçin kaydığını söylemektedir. Gezi, bu açıdan önemli bir direniştir. Evet kendiliğinden bir direniştir. Bu nedenle, Gezi’den bu yana bir direniş hattı, bir direniş cephesi oluşmaktadır. Artık, devrimci sosyalistlere düşen görev, yeni bir sosyal patlamayı beklemek değildir. O zaten, vakti ve saati geldiğinde gerçekleşir. Ama bu, sınıf savaşımıdır ve sınıf savaşımında her iki cephe de öğrenmek zorundadır. Egemen, kendi adına öğreniyor. “Gezi olaylarıyla şaftımız kaydı” tespiti budur. Mesele, işçi sınıfının, devrimci sosyalistlerin öğrenmesindedir. Biz devrimci sosyalistler, işçiler, bir bütün olarak işçi sınıfı, bu süreçten, direnmeyi ve örgütlenmeyi öğrenmek zorundayız. Beklemek, yeni bir sosyal patlamaya yatmak, devrimci bir tutum değildir. Doğru yol, işçi sınıfının, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, kendi yollarında, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için örgütlenmeleridir. Bunun olanağı vardır. İşçi sınıfı, gerçekten ayağa kalktığında, Saray Rejimi’ni alaşağı edebilecek olanaklara sahiptir. İşçi sınıfının devrimci yolu dışında bir çıkış, bir kurtuluş yolu yoktur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz