Karadeniz’in doğayla iç içe geçmiş yaşamı
Karadeniz… Bin yıllık bir tarihe, zengin bir kültüre ve insan-doğa arasındaki kadim bir bağa sahip bir coğrafya. Doğa burada sadece bir çevre unsuru değil; her köy, her yamaç, her vadi, Karadeniz insanının hayatında derin izler bırakmış bir yaşam kaynağıdır. Yeşilin ve mavinin iç içe geçtiği bu topraklarda insanlar, doğanın bir parçası olarak var olur. Ormanları, dereleri, çay bahçeleri, fındık tarlalarıyla Karadeniz, yerel halk için ekonomik olduğu kadar kültürel bir zenginlik, hattâ bir kimliktir.
Ancak, 1980’lerin sonlarında Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Karadeniz’de de neoliberal politikalar yaygınlaşmaya başladı. Sermaye hareketleri hızla sanayi, madencilik ve enerji projeleri için Karadeniz’in kıyılarına ve ormanlarına yöneldi. Bu politikalar, Karadeniz’in doğal yapısını hedef alarak onun “kalkınma” adı altında büyük projelere açılmasına sebep oldu. Artık doğa, yerel halkın kolektif hafızasında bir “ev” olmaktan çıkıp kapitalizmin metalaştırma hedeflerinin bir parçası hâline geliyordu. Karadeniz halkı, binlerce yıldır birlikte yaşadığı doğaya “ekonomik gelişme” adı altında yapılan bu saldırıları derin bir kaygıyla izlemeye başladı.
2002’de iktidara gelen AKP, Karadeniz’i “kalkınma merkezi” olarak ilan etti. Siyasi iktidarın “gelişme” söylemleri altında duyurduğu HES projeleri, maden arama ruhsatları ve geniş turizm yatırımları, bölgeyi adeta bir “sömürü merkezi”ne dönüştürdü. Özellikle HES projeleriyle başlayan ve maden ruhsatlarıyla genişleyen bu süreç, yerel halkın geçim kaynaklarına ciddi bir tehdit oluşturdu. Su kaynaklarının kontrol altına alınması, ormanlık alanların endüstriyel amaçlarla kullanılmaya başlanması, tarım ve balıkçılıkla geçinen köylüler için yıkıcı bir değişim anlamına geliyordu.
Bu “kalkınma” projelerinden en çok dikkat çekenlerden biri altın madenciliği faaliyetleriydi. Altın madenciliği, küresel kapitalizmin daha önce Latin Amerika, Afrika ve Asya’da uyguladığı “sömürge madenciliği” modeline benzer bir şekilde, bölgedeki doğayı sömürmek için geliştirilen bir yapıydı. İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde yoğun olarak görülen altın madenciliği faaliyetleri, bu sömürgeci yapının tipik örnekleri olarak öne çıkmaktadır. Örneğin İliç’teki maden sahasında ve Fatsa’da siyanürle altın ayrıştırma yöntemi kullanılmakta, bu yöntem toprağın kimyasını bozarak yeraltı sularına kadar kirletmektedir. Bu madencilik uygulamaları, yerel halkın tarım ve su kaynaklarını kullanma hakkını elinden almakla kalmıyor, aynı zamanda doğal yaşamı da tehdit ediyor.
Altın madenciliği faaliyetleri, çevresel yıkımın yanı sıra, yerel halk için ciddi sağlık risklerini de beraberinde getiriyor. Maden sahalarına yakın bölgelerde yaşayan köylüler, yeraltı su kaynaklarının siyanürle kirlenmesi ve toprağın tarıma elverişsiz hâle gelmesi nedeniyle büyük zorluklarla karşı karşıya. Çevre kirliliği yalnızca doğayı değil, yerel halkın sağlığını da etkiliyor. Fatsa ve Bergama’da yürütülen madencilik faaliyetlerinin bölgedeki ekolojik dengeyi bozduğu, toprağı ve suyu kirlettiği araştırmalarla ortaya konmuştur.
Karadeniz halkı için doğanın kapitalizmin elinde metalaşması, sadece ekonomik bir tehdit değil; aynı zamanda kültürel bir yıkım anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi, Karadeniz’in doğal yapısını tehdit eden projelerle aynı kapitalist “gelişme” söylemi altında ilerlemektedir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de yapılan doğa katliamlarının bir benzeri olarak bölgedeki direnişin önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Bütün bu gelişmeler, Karadeniz halkının geçim kaynaklarını ve doğayla kurduğu kadim bağı koruma mücadelesini daha da anlamlı hâle getiriyor. Karadeniz, doğası ve insanıyla kapitalizmin “sömürge madenciliği”ne ve “suyun ticarileşmesi”ne karşı direniyor. Yüzyıllardır doğayla uyum içinde yaşayan halk, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini savunma kararlılığını her fırsatta dile getiriyor. Bu bölgedeki direniş, yalnızca yerel değil, küresel bir mücadelenin parçası olarak da anlam buluyor.
Tarım, toprak ve topraksızlaşma süreci
Karadeniz’in verimli toprakları, çay bahçeleri, fındık tarlaları ve yerel halkın tarıma dayalı geçim kaynakları, uzun yıllardır bölge ekonomisinin ve kültürel dokusunun bel kemiğini oluşturmuştur. Bu topraklarda yetiştirilen çay, bölge insanının geçimini sağlarken, aynı zamanda Karadeniz’in kimliğinin ve yaşam biçiminin bir parçası olmuştur.
Ancak son yıllarda artan enerji projeleri, HES (hidroelektrik santral) ve madencilik faaliyetleri, bu geçim kaynaklarının geleceğini tehdit etmekte ve köylülerin topraklarını kaybetmesine neden olmaktadır. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren artan “kalkınma” projeleri, Karadeniz’in verimli arazilerini sermayenin kâr hedeflerine uygun şekilde yeniden yapılandırarak yerel halkı topraksızlaştırmaya zorlamaktadır.
İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerde uygulanan altın madenciliği projeleri, bu sürecin en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Bu bölgelerde altın ayrıştırma işlemi, siyanür gibi ağır kimyasallarla gerçekleştiriliyor. Siyanürle yapılan bu işlem, toprağın kimyasını bozarak verimliliğini düşürmekte, yeraltı sularına karışarak geniş çevre kirliliği yaratmaktadır. Örneğin, Fatsa’daki altın madeni işletmesi, siyanürle ayrıştırma sürecini kullanarak bölgedeki su kaynaklarını kirletmiş ve çevredeki tarım alanlarının verimliliğini azaltmıştır. Aynı şekilde İliç’teki madencilik faaliyetleri, bölge ekosistemini geri dönüşü olmayan bir şekilde tahrip etmiş, bölgedeki tarımsal üretimi tehlikeye atmıştır.
Topraksızlaştırma, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm yaratmaktadır. Tarım alanları madencilik ve enerji projelerine tahsis edilirken, yerel halkın kadim geçim kaynakları ellerinden alınmakta ve kültürel miras da bu yıkımdan nasibini almaktadır. Topraklarını kaybeden çiftçiler, büyük şehirlerde iş bulma umuduyla göç etmek zorunda kalırken, tarımsal üretim alanları madencilik şirketlerinin elinde doğanın metalaştırılması sürecine dâhil olmaktadır.
Kaz Dağları’nda Alamos Gold tarafından yürütülen altın madeni projesi de bu sürecin bir diğer çarpıcı örneğidir. Şirket, geniş ormanlık alanları altın madenciliği için kullanıma açmış, bölgenin doğal yapısını bozarak halkın direnişini tetiklemiştir. Kaz Dağları’ndaki orman kıyımı, Karadeniz’de de benzer şekilde doğa talanına karşı yerel halkın direnişini güçlendiren bir sembol hâline gelmiştir.
Bu süreçte, HES projelerinin bölgedeki su kaynaklarına yönelik tehditleri de büyük endişe yaratmaktadır. Hidroelektrik santraller için derelerin ve akarsuların yatakları değiştirilmekte, suyun doğal akışı bozulmakta ve bu durum, bölgedeki tarım alanlarını kuraklık riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Çay ve fındık bahçeleri için suyun hayatî önemi düşünüldüğünde, bu projeler yerel ekonomiyi ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Bölgedeki birçok çiftçi, su kaynaklarının azalması ve arazilerin verimsizleşmesi nedeniyle üretim yapamaz hâle gelmiş ve tarımsal faaliyetler büyük şirketlerin tehditleri altında kalmıştır. Su, yerel halkın kolektif geçim kaynağı olmaktan çıkarak, projelerin enerji ihtiyacını karşılamak için metalaştırılmaktadır.
Topraksızlaşmanın getirdiği yoksulluk ve işsizlik, yerel halkı tarımdan uzaklaştırarak büyük şehirlere göçe zorlamaktadır. Bu durum, Karadeniz’in yüzyıllardır süregelen tarım kültürünü yitirmesine yol açarken, yerel halkın kültürel bağları da koparılmaktadır. “Kalkınma” adı altında yürütülen projeler, yerel halkın doğal yaşam alanlarını kaybetmesine, dolayısıyla kimliklerinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.
Topraksızlaşma süreci, Latin Amerika ve Afrika’da görülen “sömürge madenciliği” uygulamalarına benzer bir biçimde ilerlemektedir. Bu coğrafyalarda da sermaye, tarımsal alanları ele geçirerek yerel halkın geçim kaynaklarını tahrip etmekte, onları göçe ve yoksulluğa zorlamaktadır. Karadeniz’in İliç, Fatsa ve Bergama gibi bölgelerinde yaşanan topraksızlaştırma süreci de, kapitalizmin “kalkınma” söylemi altında yerel halkı toprağından koparan bir “süper sömürü” düzenini ortaya koymaktadır. Süper sömürü kavramı, yalnızca emek-gücünü değil; doğayı, suyu, toprağı ve yaşam alanlarını da kapitalizmin çıkarlarına uygun şekilde kullanmayı ifade eder. Karadeniz’in toprakları ve doğal kaynakları, sermayenin daha fazla kâr amacıyla kontrol altına alınmakta, yerel halkın yaşam alanları şirketlerin sermaye birikimine hizmet eden birer araç hâline getirilmektedir.
Bu bağlamda, Karadeniz’deki toprak ve su kaynaklarının “kalkınma” adı altında yok edilmesi, yerel halkın doğayla olan kadim bağını zayıflatmakta ve bölgedeki ekonomik yapıyı sermayenin lehine değiştirmektedir. Topraksızlaştırma sürecine direnen Karadeniz halkı, bu projelere karşı doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için mücadele etmekte, “kalkınma” maskesi altında yapılan doğa talanına karşı direnişini sürdürmektedir.
Direnişin yükselişi ve Derelerin Kardeşliği Platformu
2000’li yılların başlarında Karadeniz’in dört bir yanına yayılan enerji ve maden projeleri, bölgenin ekolojik yapısını tehdit etmeye başladı. HES (hidroelektrik santral) projeleri ve maden ruhsatları, doğal su kaynaklarına müdahale ederek yerel halkın geçim kaynaklarını riske attı ve doğanın hızla metalaştırılmasına yol açtı. AKP iktidarı altında artan bu projeler, “kalkınma” adı altında sunulsa da, yerel halkın topraklarını, derelerini, ormanlarını ellerinden alıyordu. Bu durum, bölge halkında büyük bir öfke ve direniş duygusunu tetikledi ve sonunda Karadeniz’in en güçlü ekoloji hareketlerinden biri olan Derelerin Kardeşliği Platformu doğdu.
Derelerin Kardeşliği Platformu, ilk olarak 2007 yılında, HES projelerine karşı küçük köy topluluklarının bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Derelerin Kardeşliği, başlangıçta yalnızca bir avuç köyün bir araya gelerek kendi su kaynaklarını savunma çabası olarak doğmuştu. Ancak HES projelerinin hızla çoğalması ve maden projelerinin de bölgeye yayılmasıyla, platform bir halk hareketine dönüşmeye başladı. 2000’li yılların sonunda köyler, mahalleler ve ilçeler, kendi derelerini ve doğalarını koruma mücadelesi için platform çatısı altında birleşerek seslerini yükseltmeye başladılar. Karadeniz halkı, kendi kimliklerini, doğayla olan bağlarını ve geçim kaynaklarını korumak için sesini daha güçlü bir şekilde duyurmaya karar verdi.
Platformun başarısı, yalnızca yerel halkı örgütlemesinden değil, aynı zamanda ekoloji mücadelesini toplumsal kimlik savunusuyla birleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Karadeniz halkı için doğa, yalnızca bir çevre unsuru değil; kültürel kimliğin, dayanışmanın ve toplumsal belleğin bir parçasıdır. Derelerin Kardeşliği Platformu da bu bilinçten güç alarak, HES ve madencilik projelerine karşı, Karadeniz’in özgün doğa yapısını korumak amacıyla bir ekolojik direniş hareketi olarak güç kazandı. Bu hareket, çevrenin metalaştırılmasına ve sermayenin doğayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesine karşı bir “kimlik mücadelesi” olarak nitelendirilebilir.
Derelerin Kardeşliği Platformu, yalnızca bir çevre hareketi değil; aynı zamanda bölge halkının dayanışma içinde bir araya geldiği, toplumsal bir dayanışma örneğidir. Platform, yıllar içerisinde büyüyerek Türkiye çapında bir dayanışma ve direniş örneği haline geldi. Platformun, Kaz Dağları’ndan Munzur’a, Fatsa’dan İkizdere’ye kadar uzanan direniş hattı, Türkiye’de ekolojik talana karşı verilen mücadelenin simgesi haline geldi. Kaz Dağları’nda, Alamos Gold şirketinin yürüttüğü altın madeni projelerine karşı yapılan direniş, Derelerin Kardeşliği’nin etkisiyle Türkiye genelinde destek buldu. Bu süreçte platform, yerel halkların sermayeye karşı toprağını, suyunu ve kimliğini koruma çabasının küresel bir modeline dönüştü.
Bu direniş hareketi, kapitalizmin ekolojik tahribatına karşı koyan dünya çapındaki diğer hareketlerle de ortak bir çerçeveye sahip. Derelerin Kardeşliği Platformu’nun mücadelesi, yalnızca Karadeniz’in değil, aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika’da yerli halkların kapitalist madencilik ve enerji projelerine karşı verdiği mücadeleleri yansıtmaktadır. Örneğin, Amazon ormanlarını korumak için yerel halkların verdiği mücadele ile Karadeniz köylülerinin kendi derelerini koruma çabası arasında önemli bir paralellik bulunmaktadır. Küresel kapitalizmin, dünyanın dört bir yanında uyguladığı doğayı metalaştırma ve yerel halkları topraklarından koparma politikalarına karşı, Derelerin Kardeşliği gibi yerel hareketler, doğa dostu bir kalkınma modelini savunarak küresel bir direniş hattı oluşturmuştur.
Platformun tarihsel gelişimi, yereldeki birçok topluluğun katılımıyla sağlanan kitlesel bir dayanışma örneği olarak değerlendirilebilir. Derelerin Kardeşliği’nin önemi, yalnızca bir HES karşıtı hareket olmasından değil; yerel halkın suya, toprağa ve doğaya sahip çıkma iradesini göstermesinden kaynaklanır. Bugün Karadeniz’in dört bir yanında süren HES karşıtı eylemler, Derelerin Kardeşliği’nin yarattığı direniş kültürünün bir sonucudur. Köy köy, mahalle mahalle süren bu mücadele, halkın ekoloji ve kimlik mücadelesinin derinleşerek sürmesine önayak olmaktadır.
Derelerin Kardeşliği Platformu, sadece çevresel hakları değil, aynı zamanda bölge halkının sosyoekonomik haklarını da savunmaktadır. Bu yönüyle platform, ekoloji mücadelesini toplumsal bir mücadeleyle birleştirmekte ve Karadeniz’in yerel ekonomisini koruma amacı taşımaktadır. Platform, büyük şirketlerin çıkarları uğruna yerel halkın geçim kaynaklarının feda edilmesine karşı, Karadeniz’in doğal kaynaklarının halka ait olduğunun altını çizmektedir. Bu mücadelenin özü, kapitalist sistemin “süper sömürü” olarak adlandırılan, yalnızca iş gücünü değil; doğayı, suyu ve toprağı da metalaştıran anlayışına karşı direnmekten geçmektedir.
Sonuç olarak, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in doğasını, kültürünü ve kimliğini korumak için halkın örgütlü mücadelesinin simgesi hâline gelmiştir. Platform, sermayenin Karadeniz’e yönelik ekolojik saldırısına karşı, bölgenin dört bir yanında direniş ruhunu canlandırarak halkı birleştirmiş ve bu birliği güçlü bir dayanışma örneğine dönüştürmüştür. Bugün Kaz Dağları’ndan Karadeniz’e kadar süren ekolojik direnişler, Derelerin Kardeşliği’nin açtığı yoldan yürümekte ve doğaya sahip çıkma mücadelesinin Türkiye genelinde kök salmasını sağlamaktadır.
Trabzon mitingi ve süper sömürüye karşı direniş
2024 yılında Trabzon’da gerçekleştirilen büyük ekoloji mitingi, Karadeniz’de yıllardır süregelen doğa talanına karşı verilen mücadelenin önemli bir dönüm noktası oldu. Bu miting, Derelerin Kardeşliği Platformu ve Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun öncülüğünde, bölgenin dört bir yanından gelen halkın katılımıyla düzenlendi. On binlerce insanın katıldığı bu gösteri, kapitalizmin doğayı ve insan yaşamını metalaştıran projelerine karşı halkın duyduğu tepkinin büyük bir ifadesi olarak kaydedildi. Karadeniz’in doğasını korumak için verilen mücadelede bir dönüm noktası olan bu miting, sadece Türkiye’de değil; Latin Amerika, Afrika ve Asya’da benzer ekolojik sömürüye karşı direnen halklarla dayanışma içinde yapıldı.
Trabzon mitingi, kapitalist “kalkınma” projelerinin bir sonucu olan “süper sömürü” anlayışına karşı verilen direnişin önemli bir simgesi oldu. Süper sömürü kavramı, kapitalist düzenin yalnızca emek gücünü değil, doğayı, suyu, toprağı ve çevresel kaynakları da en üst düzeyde kâr amacıyla kullanmasını ifade eder. Yalnızca işçilerin değil, bütün bir ekosistemin kapitalist düzen içinde sömürüldüğünü gösterir. Karadeniz’de hayata geçirilen HES projeleri, maden ruhsatları ve orman kıyımları, AKP hükümetinin dayattığı kalkınma modelleriyle birleşerek doğayı ve insanı sermayenin ihtiyaçlarına göre dönüştürmektedir. Yerel halk, doğasına ve geçim kaynaklarına yönelik bu acımasız saldırıya karşı artık daha örgütlü bir şekilde direnmeye başlamıştır.
Bu mitingin anlam ve önemi, Trabzon basını ve genel medya tarafından da genişçe ele alındı. Trabzon’daki yerel gazeteler, uzun zamandır HES ve maden projelerinin yerel ekosisteme, tarıma ve su kaynaklarına verdiği zararları sıkça gündeme getirmekteydi. Özellikle Trabzon Emek ve Demokrasi Platformu’nun desteğiyle yapılan bu büyük katılımlı miting, Trabzon basını tarafından halkın kimliğini, kültürünü ve doğal yaşam alanlarını koruma mücadelesinin önemli bir örneği olarak sunuldu. Gazeteler, Trabzon mitingini “Karadeniz’in doğasına sahip çıkma çağrısı” olarak nitelerken, ulusal basın da bu direnişi daha geniş bir çerçevede ele aldı. Miting, çevre hareketlerinin halkın desteğiyle güçlendiğini ve doğaya yönelik saldırıların yalnızca çevre örgütleriyle sınırlı kalmayan, halkın ortak bir mücadelesi hâline geldiğini gözler önüne serdi.
Mitingin önemi sadece katılımcı sayısında değil; ekoloji mücadelesini ulusal bir boyuta taşımasında da yatmaktadır. Trabzon mitingi, sadece Karadeniz bölgesi için değil, Türkiye’nin dört bir yanındaki doğa savunucuları için de ilham verici bir hareket olarak görülmektedir. Bu mitingin ardından, Kaz Dağları’ndan Munzur Dağları’na kadar birçok yerde ekoloji mücadelesi yeni bir ivme kazandı. Trabzon’da halkın geniş katılımıyla gerçekleşen bu direniş, Türkiye’de ekoloji mücadelesi veren diğer toplulukları da güçlendirdi ve ekoloji hareketinin toplumsal bir dayanak kazandığını gözler önüne serdi.
Bu miting, aynı zamanda yerel ve ulusal basında kapitalizmin doğaya karşı açtığı savaşın geniş kitleler tarafından görünür hâle gelmesini sağladı. Trabzon’daki gazeteler, mitingi doğa savunucularının zaferi olarak duyururken, ulusal basında da kapitalist projelerin doğaya ve insan yaşamına verdiği zararlar vurgulandı. Özellikle büyük medya kuruluşları, bu mitingin kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı verilmiş güçlü bir mesaj olduğunu yazdı. Gazeteler, mitinge katılanların taşıdığı pankartlarda yer alan “Doğa bizim, talanı kabul etmiyoruz”, “Suyumuzu vermeyeceğiz” gibi sloganlarla halkın direnişini öne çıkardı. Bu miting, Türkiye genelinde ekolojik mücadelenin sadece doğayı koruma değil, aynı zamanda halkın kimliğini, kültürünü ve yaşam alanını savunma mücadelesi olduğunu kanıtlamıştır.
Mitingin uluslararası boyutu ise, Latin Amerika ve Afrika’da doğayı koruma mücadelesi veren halklarla olan dayanışma ile pekiştirildi. Latin Amerika’da yerli halkların Amazon ormanlarını korumak için verdiği mücadele, Trabzon’da yankı buldu. Afrikalı ve Güney Amerikalı halkların doğal kaynaklarını korumak için verdikleri direniş, Karadeniz’deki mücadelenin bir parçası olarak simgelendi. “Süper sömürüye hayır!” sloganlarıyla yankılanan Trabzon mitingi, yalnızca Karadeniz halkının değil; dünyadaki tüm sömürülen ve yerinden edilen halkların ortak mücadelesinin bir ifadesiydi.
Trabzon mitingi, Karadeniz halkının doğasını koruma kararlılığının bir simgesi olarak kayıtlara geçti. Bu direniş, kapitalizmin ekosistem üzerindeki tahribatına karşı bir isyan olarak yükseldi. Miting sırasında söylenen bir slogan, bu mücadelenin özünü belki de en iyi şekilde özetlemektedir: “Doğa bizim kimliğimizdir, ona dokunan kimliğimize dokunur.” Bu direniş, Karadeniz’in kimliğini, kültürünü ve geleceğini koruma mücadelesinin bir ifadesidir. Süper sömürüye karşı verilen bu mücadele, Türkiye’de ekoloji hareketinin yalnızca çevreyi değil, aynı zamanda insan onurunu, yerel halkların kimliğini ve kolektif hafızayı koruma çabası olduğunu gösterir.
Karadeniz’de direnişin anlamı ve geleceğe bıraktığı miras
Karadeniz’in dereleri, ormanları ve bereketli toprakları, binlerce yıldır bölge insanının hem geçim kaynağı hem de kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak son yıllarda artan HES projeleri, maden faaliyetleri ve büyük sermaye yatırımları, bu coğrafyanın ve halkının karşısına yıkıcı bir tehdit olarak çıkmıştır. AKP iktidarı altında dayatılan kalkınma projeleri, Karadeniz’i doğasından, suyundan ve kültürel dokusundan kopararak bir “sömürü merkezi”ne dönüştürmek istemektedir. Bu süreç, yerel halkı topraksızlaştırmakla kalmamakta; Karadeniz’in kadim ekosistemini de kapitalist sömürü çarkına sokarak geri dönüşü olmayan bir ekolojik yıkıma sürüklemektedir.
Bu yıkımın karşısında duran Karadeniz halkı, Derelerin Kardeşliği Platformu’nun öncülüğünde bir direniş kültürü inşa etmiş; topraklarına, sularına ve kimliklerine sahip çıkma kararlılığını sergilemiştir. 2024 Trabzon mitingi, bu kararlılığın en büyük örneklerinden biri olarak hafızalara kazınmıştır. Sadece bölge halkı için değil, tüm Türkiye ve dünya için bir ilham kaynağı olan bu miting, doğayı metalaştırmaya çalışan kapitalist düzene karşı yerelden gelen bir başkaldırıdır. Bu direniş, yalnızca bir çevre hareketi değil; kültürel kimliğin, yerel ekonominin ve toplumsal dayanışmanın korunması için verilen bir insanlık mücadelesidir.
Trabzon mitingi, kapitalizmin “süper sömürü” anlayışına karşı Türkiye’de ve dünyada yeni bir bilinç uyandırmıştır. Bu bilinç, Karadeniz’in ve diğer ekosistemlerin sadece bize ait olmadığını, gelecek nesillere devredilmesi gereken bir emanet olduğunu hatırlatır. Karadeniz halkı, Kaz Dağları’ndan Fatsa’ya, İliç’ten Munzur’a kadar uzanan direniş hattında, doğaya yönelik saldırılara karşı birleştirdiği güçle mücadele etmektedir. Bu direniş, yalnızca Karadeniz’de değil; Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanında doğalarını korumak için direnen halklarla omuz omuza sürdürülen bir direniştir.
Sonuç olarak, Karadeniz’in doğasına sahip çıkma mücadelesi, yerel halkın kimliğini koruma iradesini, toprağa duyduğu sevgiyi ve gelecek kuşaklara daha yaşanabilir bir dünya bırakma arzusunu ifade etmektedir. Bu direniş, kapitalizmin talanına karşı bir insanlık mücadelesidir ve Karadeniz halkının sesi, doğanın tahribine karşı çıkan herkesin vicdanında yankılanmaya devam edecektir.