Askıda ekmek, askıda barış, askıda demokrasi

Bugünlerde, Saray Rejimi, “iç cepheyi güçlendirme” söyleminin anlamının ne olduğunu, birçok pratikte ortaya koyuyor. Saray Rejimi, kendini güçlendirme yolunda, sistemi sağlamlaştırma yolunda adımlar atıyor. Gerçekte güçlendiğini söylemek kolay değil. Ama Saray Rejimi, CHP ve bazı sol çevrelerin sandığı gibi, belediyelerin muhalefetin eline geçmesi yolu ile “denge ve denetleme” mekanizmalarına kavuşmuş değil.

Devletin uzantısı olan ve sol görünen kesimleri bir yana bırakalım. Çünkü devlet denilen çarkın hizmetçileri için, sağ ya da sol diye bir şey olmaz. Olursa da farkı olmaz. Baykal ne idiyse, Demirel de o idi. Elbette hiyerarşideki yerleri farklı olmak koşulu ile. Ama aynı işi görürler ve aynı devletin adamlarıdırlar.

Ama bir de bunları solcu sanıp, bunların peşinde gidenler, liberal solcular, Kemalist solcular, ulusalcı solcular vb. var. İşte bu kesimlerin hâli tuhaftır, dramatik sayılmalıdır. Mesela bize, CHP’nin Saray Rejimi’nin, diğer partiler gibi bir parçası olduğunu söylediğimizde, kızıyorlardı. Şimdi, “bu CHP’den bir cacık olmaz,” diyorlar. Oysa cacık apayrı bir konudur. 

Biz, “normalleşme” , “helâlleşme” vb. gibi kavramları eleştirdiğimizde, CHP’nin toplumsal muhalefeti kendi peşine takarak, evlerine tıkmak, sokaklardan uzak tutmak için devreye girdiğini söylediğimizde, bize, “siz ne anlarsınız, hep devrim diye bağırıyorsunuz” diyenler, şimdi “Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’nu aratıyor,” diyorlar. “Aramak” elbette farklı bir şeydir, anlamını bilirler mi emin değilim, ama Kılıçdaroğlu ile Özel arasında farklılıklar aramak, öküzün (kızanlar için not etmeliyim, bir hakaret değil, bildiğimiz anlamda “erkek inek” olarak kullanıyorum) altında buzağı arıyorlar demektir. Çok uygundur. Çünkü sürekli olarak “tek adam rejimi” tekerlemesini söyleyenler, gerçekte rejimin karakterini de anlamamış demektirler.

Saray Rejimi, her yolla, aslında kendi karakterini ortaya koyuyor ve CHP ve diğer burjuva partiler, onun söylemlerini yumuşatıyor ya da alıp gündem yapıyor. Bu birbirine bağlı bir görev zinciridir. Biri “normalleşelim” diyecek, öbürü, elbette ama şunu yapma, diyecek. Biri anayasayı tanımam diyecek, diğeri olur mu ama bu ayıp değil mi, diyecek. Bir çeşit ucuz tiyatrodur, tiyatro dediysek, tiyatroculardan ve tiyatro severlerden özür dilemeliyiz, “ucuz” tiyatro durumu anlatmıyor, müsamere seviyesinin altında bir sahnelemedir.

Saray, bugünlerde, üç alanda hızlı adımlar atıyor. Hızlı derken, daha pervasızca, daha militanca, daha aceleci adımlar atıyor. Çünkü oldukça zor durumdadırlar ve gelecekten korkuyorlar. Bu korkuları onları daha saldırgan hâle getiriyor. İşçi ve emekçileri, bu anlama gelmek üzere halkı, yok saymıyorlar. Hayır, bu hatalı bir değerlendirme olur. Tersine, işçi ve emekçileri, aynı anlama gelmek üzere halkı, düşman olarak görüyorlar. Bu nedenle, iç savaş hukuku uyguluyorlar. Bir eylem veya durum varsa, karşısındakiler kendi saflarında değil ise, onların eylemi anayasal bir eylem olsa da, onları suçlu ilan ediyorlar. Yok, eylemdekiler kendi adamları ise, ona uygun bambaşka bir hukuk uyguluyorlar. Buna bazı hukukçular, “düşman hukuku” diyor. Bir anlam ifade eder, yumuşak ama doğrudur. Gerçekte bu iç savaş hukukudur. İç cephe demelerinin nedeni budur. “İç cepheyi güçlendirmek” de tam da buna uygun anlaşılmalıdır. Belli ki iç cephe kavramı, iç savaş hukukunun esas mimarı olan emperyalist efendiler tarafından tedavüle sürülüyor. Yoksa Erdoğan’ın o kadar aklı olduğu şüphelidir.

Ekonomiden başlayalım. Her şeyin başı biraz orada. Artan açlığa, yokluğa, yoksulluğa karşı, Saray Rejimi, tüm hempaları ile askıda ekmek, askıda simit, askıda peynir vb. uygulamaları yapıyorlar. Saray, 17 milyonu aşkın insanın devletten sadaka aldığını açıklıyor. “Askıda ekmek” dersek, belki hepsini ifade edebiliriz. Demek, tüm bu sadaka kültürü, tüm bu açlık, tüm bu işsizlik, tüm bu yoksulluk, “askıda ekmek” olarak anılabilir.

Aslında, “askıda iş” henüz devreye girmedi. Ama aslında vardır. Daha, tam olarak “askıda iş” olarak ifade edilmemiştir. Hayır, kendi adamlarını devlet dairelerine yerleştirme işinden söz etmiyoruz. Ama mesela, uyuşturucu mafyasının mahallelerde torbacı araması, mesela organ mafyasının adam işe alması, mesela çocuk ve kadın ticaretini yürüten güçlerin adamlar istihdam etmesi “askıda iş” olarak yorumlanabilir. Nerede ipsiz sapsız, nerede lümpen ve yaşamı tükenmek üzere olan insan varsa, devlet, Mehmet Ağar gibiler, Melih Gökçek gibiler, Fatma Şahin gibiler eli ile, “askıda iş” dağıtmaktadır. Buna IŞİD çetelerini de ekleyin.

Ama biz yine de “askıda ekmek” kavramı ile gidelim.

Asgarî ücret yerlerde. Evet ama askıda simit var.

Sendikalar, bizzat kendileri, kendi rakamları ile açlık sınırı araştırmaları açıklıyorlar. Asgarî ücret, bu açlık sınırının altındadır. Ve sendikalar, bu duruma karşı, onurlu bir yanıt üretmiyorlar. Mesela genel grev ilan etmiyorlar. Aile hekimlerinin onurlu direnişini dahi, üç büyük sendika konfederasyonu tarafından, büyük, utanılası bir suskunlukla karşılanmaktadır. Boylarından büyük bir suskunluktur. Eğer insanoğlu, bir gün, duyduğu utanç boyunu aşan bir durumla karşı karşıya kalırsa, utanç içinde boğulmaktan söz edecek noktaya gelmiş olursa, böylesi bir ânı varsa eğer, bu an bu sendikaların içinde bulundukları hâl olmalıdır.

Demek, tüm sendikalar, MHP lideri Bahçeli kadar birer “askıda ekmek” taraftarıdırlar, sadece bunu açıklayamıyorlar.

CHP’nin “askıda ekmek” uygulaması biraz farklıdır. Ne de olsa kibarlık içermek zorundadır ve CHP için solculuk, en çok kibarlık hâlidir. Kibarlık, “askıda simit” yerine, şehir lokantaları ile devreye girmektedir. Gerçekten de “askıda simit”e göre daha az utandırıcı, daha az aşağılayıcıdır. Ama her zaman olduğu gibi, bu kibarlık, sınırlı bir alana sahiptir.

CHP, belediyeleri aldığında, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, vakitlice CHP’nin Saray’ın sadaka programını devralacağını söylemiştik. İşte ortadadır. Oysa belediyeler bu işi, mesela mahallelerde ortak kazan kaynatmak, ortak yemek yemek, dayanışmayı artırmak şeklinde de aşmaya çalışabilirdi. Ama ne de olsa “özel sektör” ve “özel girişimcilik” diye bir şey var. Buna yöneldiler. Sadaka kültürünü sabitleştirmeye çalışıyorlar.

Gördük, yaşıyoruz. Asgarî ücret, neredeyse ülkenin tek ve yegâne (elbette abartıyoruz) toplu sözleşmesi hâline gelmiştir. Ve Mehmet Şimşek, “konsorsiyumun memuru”, enflasyon rakamları ile nasıl oynadıklarını korkmadan ifade etmektedir.

Gördük ve yaşıyoruz. İşsizlik ayyuka çıkmıştır ve daha işten çıkartmalar devasa boyutlara gelmiş değildir. Buna rağmen, sözüm ona burjuva muhalefet, tek bir eylem bile yapmamakta, işçi ve emekçilerin eylemlerine destek vermekten özenle uzak durmaktadır.

Gördük ve yaşıyoruz. Emekliler, 14.450 TL maaşa mahkûm edilmiştir. Bugün, bankaya 500.000 TL’yi faize koyan bir insan, aylık bu parayı alabilecek durumdadır. Oysa emekli olan bir insan, eski yasa ile 5 bin işgünü, devlete emeklilik için para ödemiştir ve bu para, güncellenerek, faizleri ile birlikte emekçilere verilecek olsa, 8 milyonu geçmektedir.

Ve işçilere, emekçilere, emeklilere, işsizlere, kısacası emekçi halka, askıda simit, askıda ekmek önermektedirler. Ve utanmazca, askıda ekmek vererek, öbür dünyayı, cenneti garanti altına aldıklarını ilan etmektedirler.

Barış da askıdadır.

Ülkenin barışa özlem duyan kesimleri, devletin herhangi bir açıklamasından hareketle, “aaa barışa bir şans veriliyor” diye harekete geçiyor, umutlara kapılıyorlar. Oysa bu umuda yönelenleri, büyük baskı ve şiddetle karşılıyorlar, katliamlarla karşılıyorlar. Suriye’de Kürtleri bombalayanlar, içeride “barış”tan söz ediyorlar ve bir umut, barış sevdalıları, yeniden aldanmaya hazır hâlde dolaşıyorlar.

Seçim döneminde, yerel seçimlerde, “bir daha kayyum olmayacak” sözünü veren Saray, art arda kayyumlar atıyor. İç cepheyi güçlendirmek anlamındadır. İç savaş düzenidir bu ve Kürt hareketi söz konusu olduğunda, bu iç savaş oldukça eskiye uzanmaktadır.

İşçi sınıfına “barış”tan söz edenler, en sıradan bir hak arama eylemine copları ile, kolluk kuvvetleri ile, basını ile, yargısı ile saldırıyorlar. 

Barış askıdadır. Ama bu “askıda ekmek” uygulamasından biraz olsun farklıdır. Bir parça simit ile açlığın giderilmesi mümkün değilse de, midenin kazıntısı önlenebilir. Oysa “bir parça barış” yoktur. Bir parça barış, ancak kendini kandırmanın yoludur.

Hukuk da askıdadır.

İstanbul Barosu’na -sanırım dünyanın en büyük barosudur, değilse de en büyüklerinden biridir- yani insanları hukukî olarak savunmakla görevli bir kuruma, üstelik yarı kamu kurumu gibi bir kuruma, soruşturma açılmaktadır.

Saray anayasayı çiğnemekte, muhalefet ve onunla birlikte hareket eden “uzman” ve profesörler bir dua gibi tekrarlamaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir.” Sadece amin diyenler eksiktir.

Bir cümleyi sürekli tekrarlamak, dua sözü gibi sürekli dile getirmek, bir çeşit muhalefet olarak sunulmaktadır. 

Saray, doğrudan mahkemelere müdahale ediyor. Hâkimler ve yargıçlar, Saray’dan özel görevlilerce uyarılarak davalar açıyorlar ve utanmadan muhalefet, “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir” sözünü tekrarlıyorlar. Oysa yargı çoktan baskı aygıtının, polis teşkilâtının bir uzantısı hâline gelmiştir. Parlamento yoktur, hukuk bir iç savaş hukukudur.

Saray seçimleri yok sayıyor. Seçimlerin her birine, akıl almaz hileler bulaştırıyorlar ve muhalefet, “kırmızı kart” müsameresiyle kitlelerin karşısına çıkıp, müjdeler veriyor. Özel, ABD’de, rüşvete “jest” demeyi uygun görmüştü. Büyük bir icat olmalıdır. Daha önce rüşvetin jest olduğu, belki kapalı kapılar ardında konuşulmuştur. Özel, ABD’de olmanın verdiği heyecanla, kapı arkasındaki sözleri dile getiriyor. 

Saray, seçimlerde hile yaptığını açık olarak itiraf ediyor, atı alan Üsküdar’ı geçti, diyor. Ama muhalefet, seçimleri meşru ilan ediyor. Utanmadan, Özel, seçimle geldiniz, diyor. Hayır seçimle gelmediler. Onları seçen birileri var, bu birileri NATO mekanizması ve Washington’da olanlardır. Onların seçtiklerine seçim denilemez. Özel, Saray Rejimi’ni, kendinden önceki tüm CHP yöneticileri gibi, Baykal ve Kılıçdaroğlu gibi, aklama hevesindedir. 

Ve elbette, Saray tüm gücü ile saldıracaktır. Başka da çareleri yoktur.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, kısacası bu ülkedeki tüm çalışanlara, ülkenin %80’ine karşıdır, düşmandır. Saray, bu düşmanlığı, iç savaş hukuku ile tam ve net olarak ortaya koymaktadır. Bu, baskı ve şiddet politikasıdır. Bu, korkutma ve sindirme politikasıdır. Bu, Saray’ın yaşadığı gelecek korkusunu, tüm varlığı ile kitlelere bulaştırma girişimidir. Kendi korkularını, tüm insanlara, tüm topluma bulaştırmak istiyorlar. Kendi geleceksizliklerini, tüm toplumu sindirmek yolu ile örtmek, maskelemek istiyorlar.

Askıda hukuk, dilencilere bahşedilen bir hukuk anlayışı demektir. 

Egemen, kendi hukukunu ayaklar altına almaktadır. Kendi hukuklarıdır ve kendileri kendi hukuklarını çiğneyebilirler. Bu durumda, biz işçi ve emekçilere hukuktan söz etmeleri anlamsızdır.

İşçi ve emekçiler, direnenler, kendi hukuklarını, hayatın her alanında egemen kılmak zorundadırlar. Mahkemeleri onlarındır. Yasaları onlarındır. Ama sokaklar bizimdir, hayatı üretenler bizleriz ve biz kendi hukukumuzu yaşamın her alanında egemen kılmak zorundayız.

İktidarın, devletin, Saray Rejimi’nin topyekûn saldırısı, ancak kitlesel direnişle, hiç kimse başka yol aramasın, işçi sınıfının ayağa kalkması ile son bulabilir. Ancak ve ancak, sosyalist bir devrim ile, ekmek, barış ve adalet sağlanabilir. Ancak ve ancak özgürlük, işçi sınıfının burjuva devlet çarkını paramparça etmesi ile sağlanabilir.

Ne ekmek konusunda, ne adalet konusunda, ne barış konusunda dilenci olma hâlini kabul etmek mümkün değildir. 

İşçi ve emekçiler, sokakları şenlendirmedikçe, akın akın sokaklara taşmadıkça, kendi türkülerini makarna sandıklarını devirip üzerine çıkarak haykırmadıkça, bu dilenci konumundan kurtulamazlar. 

Gerçekten direnmek isteyen, hesaplarını yeniden yapmalıdır. Örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir direniş olmadan çıkış yoktur. Mesele son derece açıktır. İç cepheden söz ediyorlar. Bu iç cephenin bir ucunda, bir tarafında tüm destekçileri ile birlikte Saray Rejimi, burjuvazi ve onun devleti, sermaye ve onun devleti vardır. Peki iç cephenin diğer tarafında kim var? Cephenin diğer ucunda, diğer tarafında, işçi sınıfı ve direnenler vardır. Bu, iki sınıfın savaşımıdır. Bu savaşımda kırıntılara razı olanın, gelecek üzerinde bir hakkı olmaz. Geleceği kazanmak, savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmak mücadelesinden geçmektedir. 

Dünyayı savaşa sürükleyen Batı emperyalizmi, ABD ve NATO’dur. Ve Saray Rejimi, onların kurduğu bir rejimdir. Yoksa seçimlerden çıkan bir meşru rejim değildir. Onu meşrulaştırma çabaları, görüldüğü gibi, Saray’ın uzantısı olmaktır. Ve tüm bu cepheye karşı, ülkemizdeki işçi ve emekçilerin kardeşleri, dünyanın her yerindeki işçilerdir, emekçilerdir. Bu savaş, dünya çapında iki sınıf arasındaki savaştır. Ve bu savaşta doğru yer tutmak, işçi sınıfının nihaî kurtuluşuna bağlı olmakla mümkündür.

Hiçbir emperyalist güç, işçi ve emekçilerin, hangi ülkede, hangi koşullar altında yaşarlarsa yaşasınlar, onlar için bir umut olamaz. Tarih bunun binlerce kanıtı ile doludur.

Dünyayı istemeliyiz, kırıntılarını değil. 

İktidarı istemeliyiz, devletten gelen yanıltıcı mesajlardan umut arayışlarına girmemeliyiz.

Bunun için direnmeliyiz, direniş en büyük öğretmendir. Bizi birleştirecek şey direniştir, eylemlerimizdir.

Bu amaçla örgütlenmeliyiz, örgüt özgürlüktür.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz