Muktedir, Erdoğan, geçenlerde TÜSİAD’a çıkıştı ve “bizim iktidarımızda kârınıza kâr katmadınız mı” diye sordu. Erdoğan, bunu hep yapıyor. 17-25 Aralık’ta, kirli çamaşırlar, bağırsaklar ortaya dökülünce, “paralel”e seslenip, “ne istediniz de vermedik” diye köpürmüştü. TÜSİAD daha da zenginleşmiş, paralel ne istedi ise almış. Ve şimdi, bu iktidar odakları Erdoğan’ı eleştirmektedir.
Muktedir, bu duruma tepki vermekte, Brütüs sendromu kabarmaktadır. Brütüs, Sezar’ı arkasından hançerlemişti. Bu nedenle, her istediği yerine getirilen “paralel”, şimdi çamaşırları ortaya
döküyorsa bu Brütüslüktür. Bu nedenle eleştirilere başlıyorsa, bunca zenginleşmesine rağmen TÜSİAD, Brütüsleşmektedir. Ve elbette Muktedir, Sezar’dan ders almıştır ve bu Brütüslere pabuç bırakmayacaktır.
Öyle olmasına öyle ama, ekonomide işler hiç de istenildiği gibi gitmemektedir. Üstelik bu kez, basının varlığı da yeterince işe yaramamaktadır.
Basın, ekonomik krizi, halkın yaşadığı zorlukları, gerçek yaşamı örtüp, bambaşka gösterme olanağını sunabilmektedir. Mesela işsizlik, basının kuvvetli bombardımanı ile, sanki yokmuş gibi
gösterilmektedir. Böylece, işsiz olan bir kişi, aslında iş beğenmeyen ya da iş aramayan ya da tembel olup çalışmak istemeyen bir kişi hâline gelmektedir. İşsizin ailesi dahi, bu propaganda altında, kendisine, işe yaramaz, tembel demeye başlar.
AVM’ler yükselirken, bir anda köşe dönenler ortaya çıkarken, bir gecede trilyonlar harcayanlar basında boy gösterirken, parayı veren düdüğü çalar anlayışı yerleşirken, dudak uçuklatacak rakamlarla “havuz medyası” oluşturulurken, Bilal’in sıfırlaya sıfırlaya sonunu getiremediği paralar hayalleri altüst ederken, ayakkabı kutuları paralarla kutsallaştırılırken, evine ekmek getiremeyen
adam, elbette beceriksiz, elbette işe yaramaz, elbette başarısız bulunacaktır.
Basın yolu ile bir tablo çizilmektedir. Bu tablo, her zaman emekçilerin sorunlarını yok sayan, küçümseyen, aşağılayan, onun yerine başarılı bir ekonomi, iş bulamayan fabrikalar, sürekli büyüyen
bir ülke tablosudur.
Emekçi, işçi, işsiz, yoksul insanlar, bu tabloya baktıkça, kendi gerçek ekonomik durumlarını bile anlayamaz hâle gelirler. Görünüşe göre işsizlik yok ama onlar işsizdir, görünüşe göre açlık yok
ama onlar açtır, görünüşe göre yoksulluk yoktur ama onlar yoksuldur. Bu propaganda onları kendi gerçekliklerine yabancılaştırır. Yaşadıkları sorunun,sanki kendi beceriksizlikleri, sanki alınyazıları olduğuna ikna olurlar.
Ama bu, sonsuza kadar sürmez. Çünkü, kriz, elbette büyür ve mızrak çuvala sığmaz hâle gelir. Bu noktada basın, elbette daha farklı işlevler görür. Basın, her zaman gerçeği çarpıtmanın, karartmanın aracı olmuştur. Basın, burjuva egemenliği sürekli kılmanın araçlarından biridir. Bu nedenle işine elbette devam eder. Bir yandan işsizlik yok, iş beğenmeyenler var derler, diğer yandan işsizlik %1 azaldı diye sevinç naraları atarlar. Yalanın her biri diğerini takip eder.
7 Haziran seçimlerine giderken, ekonomik kriz daha da derinleşmektedir.
Muktedir’in kurduğu ranta dayalı sistem, fiziksel olarak kendi sınırlarına dayanmıştır. AVM’ler şehri hâline getirilen ve çevresi, doğası tahrip edilen İstanbul’da, artık AVM’ler iflas etmeye başlamaktadır. AVM’ler kiralarını düşürdüğü hâlde, müşteri bulamaz hâle gelmektedir. Bu, muktedirin rant sisteminde önemli bir sorundur. Kuşku yok ki, rant sisteminde inşaat işi sadece
AVM’lerle sınırlı değildir. Muktedir, yollar, köprüler, lüks inşaat projeleri, Araplara satılacak yerler vb. üzerinden de rant elde etmeye devam etmektedir. Onun için, AK Parti, artık bir inşaat
firması hâline dönüştürülmüştür. Çok büyük rantlar, bu nedenle tüm yapının temeli hâline gelmiştir. Ancak bu, sürdürülebilir değildir.
Ülkede ne kadar işsiz vardır? Bu soru, Gezi Direnişi’nden önce aynı anlama gelmiyordu. Adeta herkes, kendisi olmaktan utanç duyuyordu ve devletin her yalanına inanıyordu. Herkes kendisini
yalnız hissediyordu. Ama Gezi Direnişi’nde, bu “yalnızların”, milyonlar olduğunu gördüler. Bugün, işsiz sayısı önem taşıyor. Milyonlarca işsizden söz ediyoruz. Bizim hesaplamalarımıza göre
13 milyon işsizden söz ediyoruz.
4-5 milyon çocuk çalışan var. Bu, gül pembe ekonomi ile pek de aynı şeyi ifade etmiyor. Çocuk işçilerin varlığı, ekonominin rakamları arasında gizlenmek isteniyor.
Acaba ülkemizde ne kadar aç var? Acaba ne kadar yoksul var? Bakanların söylediği gibi, 800 TL ile bal gibi yaşanır ise, acaba ne kadar “bal gibi yaşayan” var?
O kadar çok yoksul, o kadar çok aç var ki, AK Parti iktidarı, bu yoksulları bu açları, sadakaya, makarnaya ve kömüre bağlayarak yıllardır oy alıyor. Ama artık, işler eskisi kadar kolay değil. Değil, çünkü, işçiler, emekçiler, yoksullar, kendi yalnızlıklarını aşıp, kendisi gibi olanlarla Gezi Direnişi’nden bu yana birçok kere biraraya geldi.
Sendikalı işçi sayısı, 1980 yılındaki sayının da gerisindedir. İşçi sayısı üçe katladığı hâlde, sendikalı işçi sayısı sürekli azalmaktadır. Toplu sözleşmelerden yararlanan işçi sayısı 800 bin civarındadır. Bu, işverenler için bir cennet, vahşi kapitalizmdir.
Bu nedenle taşeronlaşma bu kadar yaygındır. Taşeron sistemi, hem işçileri bastırmanın, azgınca sömürmenin bir yoludur, hem de tüm sendikal mücadeleyi yok etmenin. Soma’da bu taşeron sisteminin, dayı ismi altında nasıl örgütlendiğini hep birlikte gördük.
Ekonominin cambazları, ışıkları bu duruma değil, ışıkları gelen yabancı sermayeye, faiz oranlarına, dolar ve euro kurlarına ve başka rakamlara çeviriyorlar. Arap sermayesi ülkeye akıyor, korkunç
kârlarla özelleştirmelerle, arsa ve inşaat rantları ile paralarına para katmaktadır. AK Parti iktidarı baştan aşağıya, onların komisyoncusu olarak çalışmaktadır. Gelen paradan alınan komisyon,
alınan arsadan alınan komisyon, altın kaçakçılığından alınan komisyon vb.
Ancak, bunun da bir sınırı var.
İnşaat sektörü, satışların son derece düştüğü, konut fazlasının var olduğu bir döneme girdi. Bu, sadece gelecekte konut satışlarındaki düşüşle bir sorun olarak ortaya çıkmayacak. Onun yanı sıra,
mevcut gelirlerini konut ödemelerine ayırmış kişilerin gelir kayıpları ile birlikte içine düşecekleri ödeme zorluklarının da habercisidir. Bu riski, işsizliğin tırmanması ile de birleştirebilirsiniz.
Halkın borçlandırılmış olması gerçeği, giderek daha büyük bir ağırlık olarak kendini ortaya koymaktadır. Kredi kartı borçları nedeni ile takibe uğrayan, borcunu ödeyemez hâle gelen milyonlarca
insandan söz ediyoruz.
İşte basının çizdiği pembe tabloyu, sahte ekonomik refah havasını dağıtan süreçler bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu pembe tablo, sahte tablo parçalanıyor ve gerçek, işçilerin, emekçilerin gözleri
önünde çıplak hâle geliyor.
Acaba hükümet, gelen Arap sermayesine ne kadar güvenebilecektir? Acaba, karapara ekonomisine ne kadar bel bağlayacaktır?
Yapısı gereği, dışarıdan gelen bu sıcak para, karapara, kârını realize edip gitme eğiliminde olacaktır. Ayrıca, sistemin sorunları ağırlaştıkça, daha fazla borca, daha fazla taze paraya, daha fazla karaparaya ihtiyaç duyulacaktır ve bu, daha fazla rant üretilmesi demektir. Kısacası daha büyük pay vermek gerekir. Bunu da sürdürmek mümkün değildir.
Türkiye, Muktedir’in elinde, Suudi sermayesinin yönetimine girmeyi kabul etmiş gibidir. ABD tetikçiliğinde elde ettikleri yeterli olmadı. Bu kez Suudi sermayesine kendilerini bağlamış gibidirler. Oradan gelecek sıcak paraya bağlı olarak her türlü tetikçiliği yapar duruma gelmişlerdir. Ama bu durum dahi, ekonomilerini pembe hâle getiremez. Bu vesile ile Ortadoğu’daki liderlik rollerinin ardında Suudi sermayesinin yattığını da görmek mümkündür.
Hem halkın borçlandırılmış olması, hem şirketlerin büyük borçlarla dönmesi, hem aşırı mal arzının pompalanmış olması gerçeği, krizi daha da şiddetli hâle getirmektedir. Son derece küçük kırılmaların, büyük sonuçlar doğuracağı bir dönemdir bu.
Son aylarda dolar kurunda meydana gelen şişme, bu tip kırılmalardandır.
Üretim gücü gelişmemiş, daha çok son 20 yılda tüketime, al-sata, yaz turizmine dayalı bir ekonomi olarak düşünülen Türkiye ekonomisi, son aylarda gelişen fiyat artışlarının da etkisi ile, daha da kırılgan hâle gelmiş olduğunu göstermiştir.
Tarımın tümden bitirilmeye çalışıldığı bir 20 yılı geride bıraktık ve bugün, bunun tüm sonuçlarını, hayvancılıkta da, tarımda da görebiliyoruz.
Ekonomi denilince gözlerin borsaya, dolar kuruna döndüğü bir süreç, elbette riskleri de yüksek bir süreçtir. Bunu borçlanma ile, aşırı borçlanma ile birleştirdiğimizde, Timur Selçuk’un şarkısını hatırlamamak elde değil, “ekonomi tıkırında, kriz var kriz var, bulalım var.”
Ve bu sefer, basın, tabloyu toz pembe göstermeye yetmeyecek gibidir.