Ş
ubat ayı ortalarında gerçekleşen TÜSİAD Genel Kurulunda adı geçen derneğin “Yüksek İstişare Konseyi Başkanı” Ömer Aras’ın yaptığı konuşma ve bu konuşma esnasında siyasi iktidara yönelttiği eleştiriler ülkenin gündemine oturuverdi bir anda. Saray çevreleri bir yandan yapılan konuşmayı değersizleştirme çabası içine girerken bir yandan da Ömer Aras hakkında soruşturma başlatılmasını sağlayıp kendilerini tekzip ettiler adeta.
Beştepe’ye yakın çevrelerin medya organlarında yazı yazanlar bahse konu dernek için “vesayet artığı” “toplumda karşılığı olmayan kuruluş” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanırlarken İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Ömer Aras hakkında soruşturma başlatılması siyasi iktidarın yaşadığı çelişkinin dışavurumudur kanımca.
Hemen belirtmem gerekir ki TÜSİAD’ın sadece öncü dört kuruluşunun (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Tekfen) şirketlerinde 200 bini aşkın çalışan bulunmakta. Bu dört kuruluş 2023 yılı itibarı ile Türkiye’nin GSYH’sinin %6’sını gerçekleştirmekte. Yine bunların içinden Koç grubu 2023 yılı itibarı ile Fortune Global 500 araştırma sonuçlarına göre dünyanın 194. büyük şirketi. Türkiye için devasa sayılabilecek büyüklüklere sahip olan bu kuruluşların toplumda bir karşılığının olmadığını iddia etmek en hafif ifade ile “abesle iştigal”dir bana göre. Hâl böyle iken TÜSİAD’ın toplumda bir karşılığının olmadığını kanıtlamaya çalışan yazılar yazmak ise havanda su dövmek anlamını taşır. Bunun dışında kendi iktidarından önce mevcut olan vesayet rejimini kendisine bağımlı bir vesayet silsilesi ile ikame eden AK Parti iktidarının kendisi ile uyumsuz bir sürece girmiş olan bir derneğe “vesayet artığı” suçlaması yapmasının ne kadar inandırıcı olacağı ise bu yazıyı okuyanların takdirine ait kuşkusuz.
Beştepe ile TÜSİAD arasındaki kavganın bizler açısından pek bir önemi yok. Nasıl olsa bir noktada anlaşırlar. Ancak böyle düşünmeyen liberal çevreler siyasi iktidara yönelik muhalif bir açıklama yapıldığı için derhal TÜSİAD’ın arkasında pozisyon aldılar. Küçük bir azınlık da olsa kimi solcular da katıldılar bu kervana. Katıldılar da bu yazının yazılmasına vesile oldular.
Bu yazı yukarıda sözü edilen çevrelerin adeta “demokrasi ve insan hakları savunucusu” ilan ettikleri TÜSİAD’ın gerçek kimliğini açıklamaya odaklandı.
İşe kuruluşundan başlayalım:
Demokrasi ve insan haklarının tank paletleri altında ezildiği 12 Mart döneminin ürünüdür bu dernek (Kuruluş tarihi 2 Nisan 1971). Vehbi Koç’un önerisi üzerine Koç, Sabancı, Eczacıbaşı ve Tekfen gruplarının önderliğinde kurulan dernek 1971 başkaldırısının yiğit önderleri birer birer imha edilmekte iken insan hakları kavramından habersizdi herhâlde.
Devamında ise hükümet düşüren ve 12 Eylül sürecine yol açan gazete ilanlarının altında imzası bulunur TÜSİAD’ın.[1]
Kimileri için İstanbul sermayesi kimileri için ise İstanbul ve İzmir sermayesinin temsilcisidir TÜSİAD. Ben her iki yakıştırmanın da gerçeği tam olarak temsil etmediğini düşünmekteyim. Kemalist ideolojinin yaratmış olduğu sermayenin temsilcisidir bu dernek. Kurucularının tümü Cumhuriyetin kurucu kadrolarının henüz ülke üzerindeki etkinliklerinin devam ettiği yıllarda girmişlerdir iş yaşamına. Yukarıda adlarını vermiş olduğum kurucu önder şirketlerin en genci olan Tekfen’in üç büyük ortağının ticari faaliyetlerine 1956 yılında Ankara Kavaklıdere’deki Göreme Sokak’ta FNN (Feyyaz Nihat Necati) Mühendislik ve Proje Bürosu adı ile başlamış olduklarını söylersek bu iddiamızı da somut bir veri ile kanıtlamış oluruz.
Bu yönü ile bakıldığında, Batı yanlısı seküler ve modernist unsurlardan oluştuğunu söyleyebiliriz TÜSİAD’ın. Derneğe daha sonra üye olacakların seçiminde de bu özellikler aranmış ve söz konusu özelliklere sahip olmayanlar üye olamamışlardır. Elbette böyle bir üye yapısı; iyi bir eğitim almış, düzgün konuşan, duygularını gizlemeyi ve her daim sakin kalmayı becerebilen, prezantabl imajı olan, beden dilini kullanmayı bilen, kısacası Fransızca tabiri ile “comme il faut” (gerektiği gibi) insanlardan oluşan bir insan malzemesini çıkarmakta karşımıza. Liberallerin ve küçük bir azınlık da olsalar kimi solcuların bu cazip görünümden etkilendiklerini düşünürüm zaman zaman.
Kimileri için cazip olan bu dış görünüm, izledikleri emek düşmanı politikaları ve gerçekleştirdikleri vahşi sömürüyü gizlemek için bir araçtır sadece. Dernek olarak örgütlendikleri tarihten itibaren ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında uzun yıllar söz sahibi olmuşlar, kendileri öne çıkmasalar da emirlerine uymakta kusur etmeyen profesyonelleri vasıtası ile siyasi ve ekonomik taleplerinin gerçekleşmesini sağlamışlardır. TÜSİAD üyelerinin denetimindeki MESS bünyesinde “genel sekreter” olarak görev yapmış olan Turgut Özal, bu olgunun en önemli örneklerinden biridir. Önce “Başbakanlık Müsteşarlığı” ardından da “Başbakanlık” ve “Cumhurbaşkanlığı” makamlarında oturmuş olan bu şahıs, hatırlanabileceği gibi 24 Ocak Kararlarının ve 12 Eylül darbesi sonrasında hayata geçirilen ekonomi politikalarının mimarıdır. Siyasi kariyeri boyunca da bu politikaların ülke ekonomisine yön vermesi için her türlü çabayı göstermiştir.
Her ne kadar günümüzde geçmişteki kadar etkin olamasa da iktidar partisinin görmezden gelemediği kendisini iktidar alternatifi olarak tanımlayan CHP’nin ise her genel seçim öncesinde huzurunda görücüye çıktığı bir yapılanmadır TÜSİAD.
Bu yapının siyasi iktidar ile ilişkisini inceleyecek olursak aşağıdaki detayların farkına varırız:
Bünyesinde profesyonel olarak çalıştırdığı analistlerin hazırlamış olduğu raporlar doğrultusunda hareket eden TÜSİAD, küresel finans sistemine entegre olma hedefine ulaşabilmek için salt burjuva ideolojisine sahip bir siyasal partiyi desteklemeyi tercih ederdi kuşkusuz. Ancak profesyoneller böyle bir partinin toplumda önemli bir karşılığının olmayacağını ifade etmekte idiler. TÜSİAD’ın öz çocuğu Cem Boyner’in başını çektiği YDH (Yeni Demokrasi Hareketi) girişimi de profesyonellerin öngörülerinin haklılığını kanıtladı. Bu nedenle muhafazakâr ve mütedeyyin Anadolu halkı nezdinde önemli bir desteği olan AK Parti’yi destekleyerek iktidara getirdikleri bu partiyi yönlendirmeyi tercih ettiler. TÜSİAD-AK Parti koalisyonu böyle kuruldu. Seçim sisteminin sağlamış olduğu avantaj sayesinde %34,3 oy oranına mukabil parlamentoda %66’lık çoğunluğa sahip olup tek başına hükümet kurma yetkisi alan AK Parti[2] yeterli milletvekili sayısına sahip olmuştu ama devleti yönetebilecek deneyime ve kadrolara sahip değildi. İktidarının ilk döneminde AK Parti bu boşluğu TÜSİAD denetimindeki liberaller ile doldurdu. AB ile yakınlaşma, Kemal Derviş tarafından başlatılan IMF programına sadakatle devam edilmesi, enerji dağıtım ihalelerinde ve büyük özelleştirmelerde TÜSİAD üyelerinin aslan payını alması bu dönemin ürünüdür. Hükümeti kuran parti de bu dönemden nemalandı ve cemaat yapılanmaları ile sıkı ilişkiler kurdu. Liberal görüşleri ile bilinen Ali Babacan’ın ekonominin patronu olması ve izlenen ekonomi politikalarının sermayenin çıkarlarını gözetmesi ise TÜSİAD’ın hükümet çevrelerindeki gerici hamlelere göz yummasının nedenidir.
Bu durum da yazıya konu olan derneğin temsil ettiği çıkarlar söz konusu olduğunda insanî değerleri nasıl aşağıladığının göstergesidir.
Zamanla iktidar partisi kendi kadrolarını yetiştirip elindeki maddî olanakları kullanarak TÜSİAD dışında da ülke ekonomisinde etkili olabilecek bir sermaye grubu yaratmaya başlayınca, derneğimiz ile siyasi iktidar arasındaki bağlar gevşedi ve zaman zaman gerilimli anlar yaşandı. Yine de gerek küresel sistem ile güçlü bağlarının olması gerekse hâlâ ekonominin amiral gemisi durumundaki şirketlerin TÜSİAD bünyesinde olması nedeni ile iktidar dernek çevresini gözden çıkaramıyor, dernek çevresindeki sermaye grupları ise kazançlarının görece azalmasına rıza göstermek pahasına da olsa iktidara doğrudan karşı çıkamıyordu.
Bu durum da tek adam sisteminin oylandığı referanduma kadar devam etti. Referandum sonrasında demokrasi havarisi olmaya başladı TÜSİAD. Eğer o tek adam kendilerinin doğrudan yönlendirebileceği, gerektiği zaman ayar verebilecekleri biri olsa idi yine demokrasinin savunucusu olurlar mı idi? Sanmıyorum.
Siyasi iktidar ile ilişkilerin iyice zayıflaması ise “nas” politikası diye adlandırılan düşük faiz uygulamaları ile başladı. Gerçekte iktidarı elinde tutan şahsın umurunda değildi nas. Onun irrasyonel (serbest piyasa ekonomisi kuralları dikkate alındığında gerçekten de irrasyonel idi) politika uygulaması iktidar çevreleri ile sıkı ve sıcak ilişkiler içine girmiş devletten aldıkları teşvikler ve kullandığı ucuz işgücü sayesinde palazlanmış olan sermaye kesiminin (Burada sözünü ettiğim kesim TÜSİAD dışında gelişen bir sermaye kesimidir) ucuz kredi temin ederek yeni yatırımlar yapıp büyümesini sağlamaktı. İzlediği politikanın TL’nin değer kaybetmesine neden olacağını da biliyordu. Bunun da bahse konu sermaye kesimi açısından ihracat yollarını açacak bir fırsat yaratacağı görüşünde idi. Ancak bu politika TÜSİAD çevrelerinin beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Bu çevrenin beklentisi yurt içi finans kuruluşlarından elde edilecek ucuz kredi değildi. Zaten bu kredilerin büyük kısmını veren özel bankalar kendi kontrollerinde idi. TL değerinde yaşanan düşüş ve düşük faiz politikası buralardan mevduat kaçışına neden olmuştu. Ayrıca dış krediler de pahalı hâle gelmiş ve eskiye göre daha zor elde edilir olmuştu. Yabancı para temininde meydana gelen zorluklar üretimde kullandıkları hammadde ve yarı mamul teminini de zora sokmuş, üretimde dar boğazlar meydana gelmesine yol açmıştı. Tek adam rejiminin tercihi sermayenin bir kesimini mutlu ederken TÜSİAD çevrelerini zora sokmakta idi. Öte yandan rejim bürokrasi kanallarının da tıkanmasına neden olmuş her şeyin tek insana bağlı olduğu sistem, istemlere ve beklentilere yanıt veremez hâle gelmişti. Bu noktada yoğunlaşmaya başladı TÜSİAD’ın yakınmaları. Elbette bu yakınmalar beklentilerinin karşılanmaması konusunda odaklanmıştı. Küresel sistemin yönetsel ilkeleri; söz gelimi iş bölümü, uzmanlaşma ve yetki devri göz ardı edilmiş ve ortaya kaotik bir durum çıkmıştı. Bahse konu dönemde ülkede yaşanmakta olan demokrasi ve insan hakları ihlalleri TÜSİAD tarafından dikkate bile alınmıyor, tüm eleştiriler iktidarın “serbest piyasa ilkeleri”nden sapmış olmasına yönelik olarak gerçekleşiyordu.
2023 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında kıl payı farkla da olsa seçimi kazanmış olan tek adam düzeninin mimarı, ekonomi yönetimini yine bildiği gibi sürdürmeye niyetli idi belki. Ancak ülke ekonomisi alarm veriyor, izlenen politikalar nedeni ile ülkeyi terk etmiş olan yabancı yatırımcı bir türlü geri dönmüyordu. Durumun bu şekilde devam etmesi daha vahim sonuçlara yol açabilirdi. Küresel finans çevrelerinin baskısı ve TÜSİAD’ın desteği, ekonomi yönetiminin başına bir “kayyum” atanması ile sonuçlandı.
“Kayyum Bakan”ın izlediği politikalar TÜSİAD’ı rahatlattı. Dövizin baskı altında tutularak yabancı para değerindeki yükselmenin enflasyonun altında kalması sayesinde dış krediyi ucuza temin ediyorlar, gerçekleştirdikleri ürünlerde kullandıkları hammadde ve yarı mamulleri eski duruma göre daha uygun şartlarda elde edebiliyorlardı. Ücretlerin baskı altına alınmış olması ise işçilik maliyetlerinin enflasyonun altında artması sonucunu yaratmakta idi. TÜSİAD çevresi bu gelişmelerden mutlu idi. İzlenen politikalar ülkeye yabancı para girişini de hızlandırmış, kamu kesimi de dış borçlarını rahatça çevirebilecek duruma gelmişti. Durumdan memnun olmayan ise değer kazanmış TL nedeni ile dış rekabet gücünü yitiren, yüksek faizli kredi kullanmak zorunda kalan ve ağırlıklı olarak emek yoğun sektörlerde faaliyet gösterdiği için enflasyonun altında bile seyretse işçilik maliyetlerinin artmasından olumsuz etkilenen Anadolu sermayesi idi. Bu kesimin iktidar partisi ile organik ilişkiler içinde olduğu ve temsilcilerinin iktidar partisinin taşra teşkilâtında yönetsel görevler sürdürdükleri de bilinmekte. Bu durumdan yararlanarak şikâyetlerinin parti merkezinde dile getirilmesini sağladılar. Özellikle (sözde) muhalif medya organlarında sık sık gündeme gelen “kayyum bakan”ın istifa edeceği, görevden alınacağı, nas politikasına dönüleceği haberleri buradan kaynaklanıyor. İşin gerçeğinde ise TÜSİAD’ın etkinliğinin artması, ağırlıklı olarak TOBB ve MÜSİAD bünyesinde örgütlenmiş olan öteki sermaye kesimlerinin istenilen büyüklükte bir etkinliğe ulaşamaması Beştepe çevresini huzursuz etse de döviz girişinin hızlanması ve enflasyondaki artışın yavaşlaması gibi faktörler ve küresel finans sisteminin baskıları kayyum bakanın görevden ayrılmasını da, sürdürülen ekonomi politikalarından geri dönülmesini de engellemekte. Bunun bir sonucu olarak da TÜSİAD’ın ekonomik yaşamdaki etkisi de artmakta.
TÜSİAD’ın ülke üzerinde eskisi kadar söz sahibi olması Beştepe’yi rahatsız eder. İzlenmekte olan politikalara doğrudan müdahale edecek bir TÜSİAD, siyasal iktidar ile organik ilişkiler içindeki sermaye kesimlerinin de istemediği bir gelişme. Böyle bir olasılığın önüne geçmek ve gerekli hâllerde TÜSİAD çevresine “ayar verebilmek” için önlem düşünüldü Beştepe’de ve gerçekleştirilen bir düzenleme sonucu Devlet Denetleme Kuruluna (DDK) ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF) verilen yetkiler hayli arttırıldı. Bu yetkiler arasında bulunan “mallara, banka hesaplarına el konulması, şirketlere kayyum atanması” gibi konular TÜSİAD çevrelerini son derece tedirgin etti. Bu tedirginlik eşyanın tabiatı ile son derece uyumlu. Ne de olsa bu düzenleme kapitalizmin ruhu, kutsalı olan mülkiyet hakkına saldırı mahiyetinde idi. Sözde muhalif basında sıradan vatandaşın mülkiyet hakkına saldırı, tapusuna el konulması olarak yer alan düzenlemenin gerçekte TÜSİAD’a yönelik bir hamle olduğunu derneğin yöneticileri çok iyi anlamışlardı. Canhıraş çığlıklarla hükümeti protesto etmelerinin nedeni budur. Elbette bu protesto eylemini sadece kendilerine yönelik bir hamlenin eleştirisi olarak sunmak kamuoyundan yeterli destek almalarını engeller mahiyette idi. Siyasi iktidarın hukuk tanımayan uygulamalarını, adalet sistemindeki bozuklukları, ülke yönetiminde egemen olmuş kuralsızlıkları sos yaptılar protestolarına ve bu şekilde sundular itirazlarını. Yukarıda sayılanlarla lezzetlendirdikleri itirazları toplumun geniş kesimlerinde yankı buldu. Öyle ki, kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı yazarlar bile “içimize sinmese bile TÜSİAD’ın bu çıkışını desteklememiz gerekir” tadında yazılar yazmaktan çekinmediler. Bu tada sahip yazıları yazarlarken dayandıkları nokta TÜSİAD Genel Kurulunda yapılan açıklamaların ülkede mevcut olan adaletsizliğe ve hukuksuzluğa yönelik eleştiriler getirmesi ve bu durumu teşhir etmesi idi. Tabii bahse konu yazıları yazarken TÜSİAD tarafından eleştirilen konuların üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafya için hiç de yeni olmadığı, yıllardan beri devam eden hukuk dışı uygulamaların ve insan hakları ihlallerinin ne diye birdenbire gündeme sokulmuş olduğunu sorgulama gereğini hissetmediler. DDK ve TMSF yetkilerini arttıran düzenlemeler ile TÜSİAD Genel Kurulunda yapılan sistem eleştirileri arasındaki bağı görmediler ya da görmek istemediler.
Bir burjuva örgütünün ülkedeki en büyük sermaye fraksiyonunun kendilerine yönelik bir hamleye olan itirazlarını “demokrasiyi savunan bir çıkış” olarak değerlendirdiler.
Bir de kendilerini “solcu” olarak tanımlıyorlar.
YAZIK.
[1] 13 Mayıs 1979 tarihinden itibaren ulusal düzeyde yayın yapan günlük gazetelerde tam sayfa 4 ilan yayınlandı. Vehbi Koç’un önerisi ve Selçuk Yaşar’ın ısrarı sonucu alınan karar gereğince dönemin ünlü bir reklam ajansında hazırlanan ilanlar tüm TÜSİAD üyelerinin onayı alındıktan sonra yayınlandı. İlanların tümü “serbest piyasa ekonomisi” dışında bir ekonomi modeli arayışında olan dönemin hükümetine yönelik eleştiriler içermekte idi. Toplumdaki yankısı büyük oldu. 14 Ekim 1979’da gerçekleşen ara seçimlerde büyük bir yenilgi alan hükümet istifa etti. 12 Eylül darbesine giden yolun açılması bu şekilde sağlandı.
[2] Yazıda sözü edilen seçimde kullanılan oyların %44’ü seçim barajını aşamayan partilere verilmiş olduğu için seçime katılmış olan 18 partiden sadece ikisi meclise girebilmişti.