19 Mart 2025’te İmamoğlu’nun tutuklanması ile ya da Saray’ın “iç cepheyi güçlendirme” siyasetine, “içeride ve dışarıda savaş” politikalarına uygun olarak sürdürdüğü saldırıların İBB bölümünün başlaması ile, “hassas” ekonomimizin ateşi yükseldi ve doları bastırmak için Merkez Bankası, 50 milyar dolar kadar olduğu söylenen bir miktarı harcadı (bugüne kadar). Yani, elindeki dövizin 50 milyar dolarını satarak, doların yükselmesini önlemeye çalıştı.
Hakkı Taşdemir hocamız, bu konuda daha detaylı bilgiler içeren yazıları ile bize detayını verecektir. Onun işine karışmayalım. Ama biliyoruz ki, birçok finans fonu, vade sonunda dolar garantisi alarak, Türkiye’ye milyonlarca dolar sıcak para getirdiler, bozdular, %16,4 üzerinden dolar cinsinden faizi garanti alacak anlaşmalar yaptılar. Bu durumda dolar fırlarsa, kayıp daha büyük olacağından, MB, bu sefer “uluslararası konsorsiyum”dan aldığı emirle, doları bastırmak için, tüm gücünü devreye soktu. Belki de bu yazı sizin elinize ulaştığında, 50 milyar dolar, 60 milyar dolara çıkmış olacak.
Peki bu durumda “ekonominiz tıkırında mı” diye niye soruyoruz?
Çünkü, bir bölüm parababasının ekonomisi tıkırındadır da ondan. Var olan mizah dergileri, artık ekonomik durumu mizaha yansıtacak yol bulamıyorlar. Çünkü, “salt ekonomik” mizah alanı arıyorlar ve maalesef yoktur. Ekonomiye girildi mi, her zaman ekonomi-politikten söz ediyoruz demektir, ama bizim ülkemizde özellikle, Saray Rejiminden, siyasal alandan söz etmeden ekonomiden söz edemezsiniz. Mizah dergileri de bu alana girmiyor.
Bankalara bakın, kârlarına kâr katıyorlar. Dünyanın “dolar milyarderleri listesi”ne, Türkiye’den giren kişi sayısı sürekli artıyor. “Boykot” kampanyalarında öne çıkarıldığı gibi, sadece “yandaş sermaye” semirmiyor, sadece onlar ceplerini doldurmuyor. Ama Koçlar, Sabancılar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar, yani hepsi, her dönem olduğu gibi, ceplerini dolduruyor. Onlara kriz yoktur ve onlar için “ekonomi tıkırında”dır.
Bunun için, sizin ekonominiz tıkırında mı, diye soruyoruz. Öyle, ülke elden gidiyor, herkes için zor dönem, ekonomi krizde vb. gibi sınıfsız, adressiz, genel sözlere gerek yok. Elbette doğrudur, ortada bir ekonomik kriz var. İyi ama kimin için? Bu krizde, işsiz kalan kim? Bu krizde aç kalan kim? Bu krizde barınma sorunu nedeni ile okulunu bırakmak zorunda olan 2 milyona yakın genç üniversiteli hangi ailelerdendir? Bu krizde kepengini kapatan esnaf değil mi? Bu nedenle, bu esnafın önemli bir bölümünü “emekçi” olarak ele alıyoruz.
İşçi ve emekçilerin durumunu mesela “simit” hesabı ile açıklamaya çalışanlar, bugünlerde çok ortada değildir. Değildir, çünkü asgarî ücret tartışmaları geride kaldı. Bundan 4 ay önce sendikalar, asgarî ücret için konuşmak zorunda oldukları için olsa gerek, her gün asgarî ücret ile ne kadar ekmek alındığını, ne kadar simit alındığını, kaç çay içildiğini hesaplarlardı. Yine bundan 4 ay önce, Aralık 2024’te, belki de Kasım 2024’te, “uzman ekonomistler” hep beraber, mizah değeri olmayan tartışmalarla işçi sınıfı ile dalga geçmekteydiler: Efendim neymiş, asgarî ücret artarsa acaba enflasyon artar mı? Bu “uzman ekonomistler”, kendi maaşlarının, kendi komisyonlarının, kendi ceplerine inen primlerin enflasyon üzerindeki etkisini hesaplamak gibi bir yola hiç girmediler. Şimdi, asgarî ücret tartışmaları döneminde değiliz. Bu tartışmalar, 2025’in Kasım’ından sonra başlayacaktır. Onlara göre, şimdi, işçi ve emekçiler için söylenecek şey yok. Sadece, doların yükselmesi üzerinden tartışmak isterler. Hepsi budur.
Bu nedenle, ekonomik kriz denildi mi, hemen eklemek gerekir; “kimin için?” Kimin için, kimin cephesinden ekonomik krizi tartışıyoruz? Holdingler, parababaları, sermaye, uluslararası sermaye açısından bir ekonomik kriz, bambaşka bir anlama gelir. Mesela 19 Mart’ta İBB operasyonu başladığında, birçokları, dolar veya euro cinsinden vurgunu vurmuştur bile. Bu her zaman böyledir. Kriz, her zaman sermayeyi büyütür. Enflasyon, her zaman işçi ve emekçilerin cebinden çalarak, sermayeye para aktarılması demektir.
İşçilerin, emekçilerin ekonomik durumu üzerine en çarpıcı değerlendirmeler, bizzat işçi ve emekçilerden geliyor. Sokak röportajlarında insanlar, korkularını en rahat bu ekonomik konularda aşıyorlar ve durumlarını net olarak ortaya koyuyorlar. Bu arada, Saray Rejimi, İletişim Başkanlığı, sokak röportajlarını nasıl yasaklarım, diye hazırlık yapmakta, bazı insanları sokak röportajlarında söyledikleri için tutuklamaktadır. Koskoca İletişim Başkanlığı tabii. Savaş propagandası konusunda eğitim de almalıdır. İletişim Başkanlığı, tam olarak, bir iç savaş mekanizması olarak çalışmaktadır. Sokakta, nerede ses çıkıyorsa, bunu nasıl sustururum, diye, hemen polisi harekete geçirmektedir. Peki İletişim Başkanı’nın hiç sokakta yürüdüğünü gördünüz mü? Görmezsiniz. Onlar, tüm basını, tüm sosyal medyayı takip ettiklerini göstermek için, seçilmiş insanları tutuklarlar. Mesela Saraçhane mitinginde, “zıplamayan Tayyip’tir” diye tüm alan zıpladığında, kimi tutuklayacaklar? Bu nedenle, oradan birkaç genci seçip, kamera ile yüzlerini çekip, onları Erdoğan’a hakaretten tutuklamaktadırlar. Demek, zıplamayan Tayyip’tir sözünde bir hakaret var. Sadece hırsız, katil denildiğinde değil, “zıplamayan” sözü geçtiğinde de hakaret oluşmaktadır. Demek, “sıçramayan bit” denildi mi, sadece bitin ayağının topal olduğunu düşünmeyeceğiz, aynı zamanda bitin şahsına hakaret edildiğini de düşüneceğiz.
Demek oluyor ki, İletişim Başkanlığı, düzgün iletişim için, “dil”e dikkat etmekte, kelimelerin aldığı sosyal anlamlara uygun cezalar ve suçlar keşfetmek için, emniyet teşkilâtına, kolluk kuvvetlerine rehber olmaktadır. İşte tam da Saray Rejimi budur. Aynı işi RTÜK, başka alanda yapmaktadır. Mesela “özgürlük” kavram olarak onları hep yerinden zıplatmıştır, ama “zıplamayan” sözünden hakaret çıkartmaları, kitleleri gayet iyi anladıklarını da göstermektedir. Başarı sayılmalıdır.
İşte bu sokak röportajlarında genç muhabir kadın soruyor ve emekli yaşlı amca yanıtlıyor. Soru, ekonomik kriz üzerinedir. Krizden feleği şaşmış amca, ne diyeceğini bilemiyor. Hiçbir şeye yetmiyor, diyor. Muhabir “peki bu ramazan ayı nasıl geçecek?” diye soruyor. Adam, artık açılıyor ve “ne orucu kızım, ne ramazanı, zaten tüm yıl orucuz, tüm yıl oruç tutuyoruz, onu da buna saysınlar,” diyor. Öğreticidir. Ekonomistlere taş çıkartacak bir yorumdur ve aslında, işin politik yönü de vardır. Demek, tüm yıl oruç tutmaktadır.
Burjuva cephe, Saray Rejimi’nin tüm parçaları, düzen partileri, bir konuya elini attılar mı, mutlaka onu hızla pisleştiriyorlar. Ümit Özdağ içeridedir. Aslında içeri alınması, “iç cephenin güçlendirilmesi” için olduğu kadar, Erdoğan sonrasına hazırlık için de anlamlıdır. Erdoğan duymasın, hemen onu çıkartır. Ümit Özdağ, “Zafer Partisi”nin başkanıdır. Zafer Partisi, kitle eylemlerine gelip, Öcalan’a küfür etmek için, para karşılığı gençler tutmaktadır. Zaten böyleleri hep bulunabilir. Bu arada ise, Ümit Özdağ, “açlık grevi”nden söz etmektedir.
Eski İçişleri Bakanı, kendisine İngiliz ajanı mı yoksa CIA ajanı mı demişti hatırlamıyorum ama Özdağ, Soylu’yu düelloya davet etmişti. Görünüşe göre, oldukça “soylu” bir tavırdır ve Soylu’ya karşı bir asalet taşır gibidir. Ama burjuva siyaset budur. Her zaman bel kemiği olmayan aktörler ararlar, bulurlar. Erdoğan öyle değil mi?
Ve tıpkı kapitalizmin doğayı yağmalaması gibi, bu burjuva siyasetçiler, bu sermayenin soytarıları da, tüm toplumu kirletirler; insanı tarihsiz, değersiz hâle getirmek için uğraşırlar. İletişim Başkanlığı ile yarışır gibidirler. Altun ile Özdağ’ın bir ilişkisi var mı, düzenli görüşürler mi, sanmıyorum. Ama aynı işi görmektedirler, kavramların içini boşaltıyor, her şeyi kirletiyorlar. Sermayenin dışkılarını, tüm kavramlara sürüyorlar.
Konu açlıktan ve oruçtan açıldı.
“Ümit Özdağ, açlık grevine başlayacak” diye bir haber çıktı. Habere göre, Özdağ, sadece ayakta kalabilecek kadar beslenecekmiş. İşte buna “açlık grevi” diyor. Ülkenin, %70’i, sadece ayakta kalabilecek kadar yiyebiliyor. Ümit Özdağ’ın ırkçı-milliyetçi çizgisi onlara ırk ayrımcılığını, milliyetçiliği doktor reçetesinde ilaç gibi yazıyor. Oysa kendisi, halkın büyük çoğunluğunun yaşadığı durumda beslenmeyi, “açlık grevi” olarak isimlendiriyor.
Ne çok eziyet çekmektedir bu burjuva siyasetçiler! Halkın çoğunluğunun yaşadığı koşulları “açlık grevi” diye nitelendiren bir kişi, kitlelerin önüne çıkıp, Türkçülük, milliyetçilik nutukları atmaktadır.
Açlık grevi, bir direniş türüdür. Siyasal tutsakların başvurduğu bir yoldur. Ülkemizde yaygın olarak bilinir. Devrimci tutsakların, en çok da Dev-Sol’un bu konudaki pratiği biliniyor. Yaşı küçük olanlar, bu konuyu araştırabilir. Ama bu açlık grevlerinden çıkıp da aylarca komada yaşayanlar vb. biliniyor. Açlık grevi, bir siyasal mücadele olarak, elbette dikkatle kullanılmalıdır. Ama yüksek bir irade gerektirdiği kesindir. Açlık grevinin ilk günlerinde bir “açlık” hissi kendini gösterir, korur. Ama zamanla, çok değil, 10 gün sonra, insandan insana değişen bir zaman sonrasında, bu his kaybolur. Açlık hissetmezsiniz. Ve açlık grevindekiler, su ve şekerli su içerler. Bu yolla bilinçlerini korurlar ve direniş kararlılığı bu koşullarda anlamlıdır.
Ümit Özdağ, “ayakta kalabileceğim kadar besleneceğim” açıklaması ile, “açlık grevine başlayacağım” diyor.
Siyasal mücadele söz konusu olunca, her gün haklarında küfürler ettiğiniz devrimcilerin metotlarını hatırlamak zorunda kalırsınız. Çünkü, sisteme karşı direnenler bir tarih yazarlar ve bu tarih bir gerçeklik olarak, bir gün burjuva siyasetçilerin kitleler karşısına çıkarken, başvurmak zorunda kalacakları şeyleri içerir.
Özgür Özel, sokaklar, diye bağırıyor. Çünkü, direnişlerin tarihi budur ve bir gün, eğer direniyormuş gibi yapacaksa, bu sözü söylemek zorundadır. Bir gün kitleleri sistemin saldırılarına karşı yardıma çağıracaksa, “faşizme karşı omuz omuza”, “saray rejimi” demek zorunda kalacaktır.
İşte Ümit Özdağ da, “açlık grevi”nden söz ediyor. Utanmazlık, kendi durumunun komikliğine bakmadan, kendini kahraman sanmak söz konusu olunca anlamını yitiriyor. Özdağ, kendini kahraman sanıyor. Ama bu açlık grevi, Soylu’nun karşısına şövalye kılığında çıkmaya benzemez.
Özdağ’ın aklına neden “açlık grevi” gelmiştir? Gandi’den mi hatırlamıştır? O zaman hangi emperyalist güce karşı direnişten yanadır? O hâlde Gandi’nin “ayakta kalacak kadar besleneceğim” sözü mü var?
Olaylar şöyle mi gelişmiştir (izninizle uyduruyoruz) muhtemel senaryo şöyledir: Özdağ, içerideki yemeklerden yakınmıştır. Doktoru, “az yiyin efendim” diye tavsiyede bulunmuştur. Özdağ’ın yakınlarından biri, “aaa açlık grevi bu” demiştir ve siyaset uzmanı olan Özdağ (“terör uzmanı” olduğu için, onun terörist dediklerinin açlık grevi eylemlerini bilir) hemen bunu, yani “diyet programı”nı, bir açlık grevi olarak sunmaya karar vermiştir.
İşte, size bir senaryo. Yanlış olmasın lütfen, burası bizim uydurmamızdır. Mesela, tavsiye doktordan mı, “aaa bu açlık grevi” diyen yerli mi yabancı mı, bilemeyiz. Tümü uydurmamızdır. Neden uyduruyoruz, çünkü burjuva siyasetçilerin, düzen partilerinin her şeyi nasıl kullandıklarını göstermek istiyoruz.
Burjuva siyasetçi, biraz da istihbarat geçmişine sahip olunca, doktorun diyet programını, açlık grevi olarak adlandırmayacak da ne yapacak?
Diyet programları yapanlar, eğer kendi diyet programlarına “açlık grevi” diyerek bir prestij kazanacağına inansalar, ülke açlık grevcilerinden geçilmez olur.
Şimdi, bizi bu noktaya getiren, sokak röportajının “zararlı” olduğu kesin değil mi? Oruçtan buraya geldik. Tüm yıl oruç tutuyoruz, diyor kişi. Aslında açlığa vurgu yapmaktadır.
Ülkede açlık kol gezmektedir. Geceleri açlıktan uyumayanlara, anti-depresan ve uyku ilacı verilmesi, hekimliğin kirletilmesidir. Ve bu oldukça yaygındır.
Açlık kol gezmektedir.
Bu nedenle, çöplerden beslenen insanlar çoğalmaktadır.
İşsizlik, eline tırpanını almış gibi, insan hayatlarını biçmektedir.
Nedeni nedir bilmiyoruz ama AK Parti merkezi önünde nöbet tutan bir polis memuru intihar etmiştir. Sizce ekonomik kriz değilse nedeni nedir? Belki bunun bir başka nedeni vardır, ama ülkemizde intiharlarla ekonomik kriz arasında bir bağ olduğu konusunda bir şüpheye sahip değiliz. Mesela uzman iktisatçılarımız biraz bunun üzerinde çalışsa nasıl olur? Sadece İstanbul’da, ayda 300’e yakın insan intihar etmektedir.
Ülkenin ekonomisi, uluslararası konsorsiyuma geçmiştir. Şimşek, onların memurudur ve “yerli halk” diye cümleler kurması, sömürgeciliğin dilidir. Uluslararası konsorsiyum, Düyûn-ı Umûmiye ile aynı şeydir, onun modern biçimidir. Ve işi sadece dolar, sadece euro, sadece altın fiyatları üzerinden takip etmek, gerçek anlamda ekonomik krizi ortaya sermek demek değildir. Dahası, krizin işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, kadınların hayatlarındaki yansımasını ortaya sermek gerekir. Sendikalar, bunu yapmalıdır. Brecht’in yazdığı gibi, eğer fırında satılan şeyleri, markette satılan şeyleri alamıyorsanız dahi, oraya gidip, alacaklarınızı alıp kasaya gelin, sonra da bunları hesaplatın. O kadar param yok deyin, cüzdanınızdan 1 lira çıkartın, sonra çıkıp gidin. Sizin de ihtiyaçlarınızı gideremediğinizi birileri bilsin.
Buna eylem diyelim. Özgür Özel’i bile etkiler bu eylem. Ama bununla sınırlı değildir.
İşçi ve emekçiler, kenara itilmeye, sessizliğe, aşağılanmaya karşı durmak zorundadırlar. Okulda çocuklarının itilip kalkılmasına, hastahane köşelerinde it gibi titremeye, utanç içinde açlıktan kıvranmaya son vermelidirler. İşçi ve emekçilerin hayatını, burjuvalar, sermaye çalmaktadır. Saray Rejimi bu sermayenin devlet organizasyonudur. Bunlara, egemene karşı her yol ve araçla direnmek meşrudur, gereklidir.
İşçi ve emekçiler sessiz durdukça, geri durdukça, onları kimse hesaba katmayacaktır. İşçi ve emekçiler, örgütlü direnişi geliştirdikçe, seslerini yükseltebilirler.