Deniz Gezmiş, idam sehpasına büyüyerek yürüdü. Karşısında onun idam emrini yerine getirmek isteyenlerin gözlerine bakmaktan çekinmedi ve o baktıkça, egemen adına bu kararı uygulayacak olan memurlar küçüldüler. Memurlar, efendileri, egemen adına küçüldüler ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan halk için, gerçek için büyüdüler.
İdam sehpasına giderken Deniz Gezmiş, Sunay Akın’ın ısrarla vurguladığı gibi “Rodrigo”yu dinlemek isteyecekti. Ama Sunay Akın eksik söylemektedir. Belki o, Deniz Gezmiş’in “köylü” olmadığını söylemek istiyor, onun kültürel birikimine vurgu yapmak istiyor olabilir. Ama yetersizdir. Başka üç şey daha yapmıştır, o meşhur parkasını giymiştir ve sevdiği elbiselerini giymek olarak vurgulamıştır, yani ne Rodrigo dinlemek ne sevdiği elbiselerini giymen ayırt edici değildir. Sigara yakmıştır. Bu da ayırt edici değildir. Sadece onun bir eyleme gider gibi idam sehpasına gitmekte olduğunu gösterir. Kararlılık budur. Ve esas eylemi, idam sehpasına çıkıp yaptığı iki şeydir: “Tam bağımsız Türkiye” diye bağırmış ve sandalyesini kendisi tekmelemiştir. Buraları vurgulamak esastır ve önemlidir. Bu “Üç Fidan”, ne yaptıklarını, deyim yerinde ise “suçlarını” biliyorlardı ve onlara göre onlar için idam kararı verenler suçlu idi. Onun için Can Yücel’in, “aşk olsun sana çocuk, aşk olsun”u yerindedir, saygıyı ve dahası eylemlerindeki cesareti vurgular.
“Tam bağımsız Türkiye” sloganı, Deniz’in pratik ifadesidir.
Oysa Türkiye, çoktan emperyalist güçlerin ortak sömürgesiydi, öyledir. Ekim Devrimi’ne karşı, onun karnının altında, tüm emperyalist güçlerin ortak kararı ile bir “ileri karakol” kurdular. Bu “ileri karakol”, bir yandan anti-komünizm üzerine kurulmuştur ve diğer yandan işçi sınıfının varlığının reddi ve halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. Ve Türkiye, İkinci Dünya Savaşı döneminde tüm güçleri ile komünist avına başladı. McCarticilik bizde hemen devreye girmiştir. Fransa’dan öncedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeni, doların egemenliği, IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi örgütlerle ifade buldu. Ve Türkiye, Kore’ye asker göndermek yolu ile NATO’ya girdi. NATO, sıradan bir örgüt değildir ve ülkemizdeki sol hareketin en önemli hatası, NATO’yu görmekteki eksikliğidir. 6. Filo’ya karşı eylemler, boşuna değildir. Ama Türkiye, çoktan bir sömürge hâline gelmişti; ekonomik olarak Avrupa’nın, askerî alan da içinde siyasal olarak ABD’nin denetimindedir. Görünüşte bağımsız bir ülke gibi olan Türkiye, aslında bir sömürgedir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, “tam bağımsız Türkiye” derken, içerideki burjuva egemenliği yok saymıyorlardı. Zira ona karşı eylemdeydiler.
Bugüne gelelim.
Türkiye bir sömürge ülkedir.
Her sömürge kendine has özellikler gösterir. Bir sömürgede, mesela Cezayir’de Fransız varlığı, açık ve aleniydi, askerî ve ekonomikti. Ama Türkiye’de emperyalist askerî varlık NATO ile bağlantılıdır ve Türkiye’nin bugün, NATO dışında ordusu yoktur.
Türkiye’nin sömürge olma hâli, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortaklarının birlikte varlığına bağlıdır. Yani, Türkiye’de, egemen devlete karşı savaşmadan, “yerli tekellere, yerli burjuvalara” karşı savaşmadan, emperyalizme karşı savaşmak mümkün değildir, laftır, Denizlerin sloganının içini boşaltmaktır.
Demek ki egemen sınıf, emperyalist güçler, uluslararası tekeller (bunlara “efendi” diyelim) ve onların yerli ortakları olan burjuvalar, para babaları, tekellerin (bunlara da “uşak” diyelim) ortaklığı demektir.
Türkiye, “ortaklaşa bir sömürge”dir ve bu ortaklık, emperyalist güçlerin uzun süren birlikteliğinin, Ekim Devrimi ve SSCB’ye karşı oluşturdukları anti-komünist cephenin ifadesidir.
Not edilmelidir. Deniz Gezmiş ve yoldaşları, asla milliyetçi değildir. Onların vatanseverliği, hiçbir biçimde milliyetçilikle açıklanamaz. Milliyetçilik, her biçiminde, bir “ulusun” öne çıkarılması ve onun dışındaki kimliklerin aşağılanması, asimilasyonu demektir. Her dozda milliyetçilikte bu vardır. Onun için 68 kuşağı, Türk ve Kürt halkından tereddütsüz söz eder. Not bu kadardır. Konumuza dönelim.
Demek ki Türkiye’nin sömürge bir ülke olduğunun kabulü önemlidir. Burada emperyalizme karşı savaş denildi mi, onların ortaklarına karşı savaş da denmek zorundadır. Kapitalist sistemin varlığını kabul ederek, tutarlı bir anti-emperyalist olunamaz. Bu artık tüm dünyada da böyledir. Bu nedenle İslamî ideoloji içinde anti-emperyalizm, istediği kadar samimi olsun, kapitalist sisteme karşı savaşmadığı sürece bir yere varamaz.
Bugün, SSCB çözüldükten sonra, bu emperyalist efendiler, emperyalist Batı, kendi içinde dünyayı yeniden paylaşma savaşımına başlamıştır. Türkiye, bu emperyalist paylaşım savaşımını oldukça ciddi biçimde hissetmektedir. Dün NATO mekanizmasında bizim, hepsine birden ABD uzantısı dediğimiz güçler, şimdi kendilerine çalışmak için yollar döşemektedir. Dün SSCB ve komünizme karşı birlikte var olanlar, birbirinden pek ayrılmaz gibiydi. Bugün her biri ortaya çıkmaktadır.
Ve bugün egemen içindeki kavgalar, bundan kaynaklanmaktadır. Emperyalist güçlerin her biri, bir alanda kendini güçlendirmek isterken, TC devleti içinde de farklı eğilim ve davranışlar sahaya yansımaktadır. Sadece Kürt devrimi ve devrimci hareket (işçi hareketi, öğrenci hareketi, kadın hareketi vb. içinde) söz konusu olduğunda, hepsi birlikte davranabilmektedir. Onun dışında her biri birer çete olarak hareket etmektedir. Elbette NATO şemsiyesi altında.
Tekelci Polis Devleti, emperyalist-kapitalist dünyanın modern devletidir. Buna günümüz burjuva demokrasisi denilse ve “demokrasi”nin bir diktatörlük olduğu kabul edilirse, sorun yok. Ülkemizdeki devlet de böyledir.
Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. 2015’ten başlatılabilir. Seçimler, o tarihten bu yana hep hilelidir ve bu hile seçim sonuçlarının önceden belli olması ölçeğindedir. 2017 sonrasında Saray Rejimi şeklini almaya başlamıştır. Saray ortaya çıkmış ve parlamentonun yerini almıştır. Parlamento göstermeliktir. Burjuva siyasal partiler de öyledir.
2023 seçimleri sonrasında Saray Rejiminin evriminde iki değişim olmuştur. İlki, ekonomi, borçlar nedeni ile uluslararası bir konsorsiyuma devredilmiştir. Bu bir çeşit modern Düyûn-ı Umûmiyedir. Ve ikincisi, ülkemizde ABD ve NATO tetikçiliği bir adım daha ilerletilmiş ve savaş kabinesi kurulmuştur. Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ortaya konulan emperyalizm adına tetikçilik, artık doğrudan emperyalizmin planları içinde daha aktif rol alma noktasına getirilmiştir. Bu, dünya çapında süren savaşta TC devletinin rolünü de göstermektedir.
İşte son dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeleri, bu bakış açısı içinde anlamlandırmak mümkündür. Hem mümkündür, hem de doğru olandır.
Üç gelişmeyi ele almak istiyoruz, üçü de son bir ayda ortaya çıkmıştır.
İlki, Kıbrıs’ta ortaya çıkmış bir gelişmedir. Halil Falyalı konusunda bilgiler, en azından çoğunluk için, ilk kez, TC devletinin paramiliter güçleri içinde yer almış olan Sedat Peker videoları aracılığı ile ortaya çıkmıştır. Detaylarını herkes biliyor. Bilmeyenler bu bilgilere kolaylıkla ulaşabilir. Bunun bir uluslararası organizasyon olduğu biliniyor. Bugün Mehmet Ağar’a bağlı uyuşturucu işi de öyledir, uluslararasıdır.
Kıbrıs’ta bir gazete var, “Bugün Kıbrıs” gazetesi. Ve elbette orada bir de gazeteci var olabiliyor, adı, Ayşem Akın’dır. Ayşem Akın, Falyalı öldürüldükten sonra, varlığından söz edilen 45 kasetin ne olduğunu araştırmaya başlar. Falyalı’nın sistemini kurduğunu Ayşem Hanım’a ifade eden Cemil Önal, Falyalı sonrasını anlatmaya başlamıştır. Cemil Önal, Hollanda’ya sığınmıştır ve bilgileri Hollanda istihbaratı ve CIA ile paylaşmıştır.
Falyalı’nın işini kızı Özge devralmıştır. Özge Falyalı ve ekibi, Dubai’ye yerleşmiştir. Yerleşme işleminde Saray’ın ve Erdoğan ailesinin katkısı vardır.
Erdoğan, Falyalı kasetlerinin peşine düşmüştür. Babası Erdoğan’ın kasası olan Yasin Ekrem Serim, Saray tarafından Kıbrıs büyükelçisi olmuştur. Serim’in Falyalı ailesi ile ortak binası varmış ve bu binayı Falyalı ailesine büyük bir para karşılığında satmışmış. Ve Serim’in esas görevi, Kıbrıs elçisi olmak değil, bu kasetleri ele geçirmek imiş. Ayşem Akın’ın aldığı bilgiler bunlardır. Eskiden Falyalı, Saray ile %50 civarında bir pay ile çalışıyormuş ama daha zayıf olan Özge Hanım, gelirin %75’ini Erdoğan tayfasına vermek üzere anlaşmış. Ee aslan payı aslanın, hem Erdoğan tayfası da geniştir ve korumak da ödenen paradan bağımsız maliyetli bir iştir. Ömer Çelik de işin içindeymiş.
Serim 45 kaseti ele geçirmiş ama sadece 40 kaseti teslim etmiş. 5 ya da 6 kaset kendisinde kalmış ve elbette Erdoğan tarafından hem o hem de babası görevden alınmış.
Tabii bir merak var. CIA ve Hollanda istihbaratının elinde olan ve Cemil Önal tarafından iletilen bu kasetlerin içinde ne var? Soylu’ya 20 milyon dolar verilmiş ve Fuat Oktay’a 50 milyon dolar.
Kasetlerde Binali Yıldırım’ın ve Fidan’ın oğullarının kayıtları da varmış. Yine de içindekileri tam bilmiyoruz.
Ve bu bilgiler internette yayılır yayılmaz (yaklaşık 15- 20 Nisan 2025 tarihlerinde), önlemler devreye girmiştir. Birincisi basın susmuştur, büyük ölçüde, CHP basını da dâhil. CHP ile yapılan anlaşma olduğu kesindir; aileye dokunulmayacak, Erdoğan ailesi hakkında rüşvet, hırsızlık bilgileri ortalığa salınmayacak. CHP, Özel’in ağzından anlaşmaya uyduğunu söylemektedir. Ve ikincisi Cemil Önal, Hollanda’da öldürülmüştür. Ölüm mayısın ilk günlerinde gerçekleşmiştir.
İlk olay budur. Egemen içi, alt düzeyde mafyatik yöntemler de içinde olmak üzere çatışma hâlidir.
İkinci olay, jammer olayı olarak isimlendirilebilir. Yine de isterseniz “kamera bantlama” pratiği de diyebilirsiniz.
İmamoğlu gözaltına alındıktan ve hâlâ orada iken, Saray basını, bavullardan söz etmeye başlamıştır. Yunanistan’a kaçırılan paralar araçlar içinde valizlerle taşınmışmış ve tutarı trilyon dolardır. Tanesi 1 gram gelse her bir 100 dolarlık banknotun, 10 milyar adet dolar eder ve 10 milyar adet dolar, tonlarla para demektir. Ama fark etmez, söyle gerisi gelir. Sonra soru devam etti, valizlerde ne var? Çünkü valizler otel odalarına da taşınmış.
CHP, valizlerde jammer olduğunu açıkladı.
Bu kez, CHP bu jammer’ları neden satın aldı, İBB’de jammer niye var, soruları gündeme geldi. Ve CHP, bu kez, onları biz satın almadık, onlar İBB’de zaten vardı, dedi. Demek ki jammer’lar, CHP kadrolarınca satın alınmamış.
Peki, o zaman niye kullandınız, ne gizli işiniz var, denildi. CHP yanıt verdi, “siz niye kullanıyorsanız biz de ondan kullanıyoruz” dedi.
Saray, “devletten ne saklıyorsunuz” demek istedi.
Özel, yanıt verdi: Erdoğan CHP’yi ziyaret ettiğinde kameralar bantlandı. Burada durmadı: Kalın, kendisi MİT başkanıdır, CHP’yi ziyaret ettiğinde de kameralar bantlandı.
Soru şudur: Saray Rejiminin en başında yer alan isimler, Erdoğan ve Kalın, acaba CHP’ye giderken, niye kameraları bantlamaktadır? Diyelim ki İmamoğlu, konuşmalarının Saray tarafından, devlet tarafından dinlenmesini istemiyor ve bu yüzden jammer kullanıyor. Peki, Erdoğan niye bantlama yapıyor? Acaba, bir anda sara nöbeti geçirme ihtimaline karşı mı önlem alınıyor? Bilmiyoruz. Ama garip bulunmalıdır. Kalın, MİT başkanıdır ve CHP gibi bir partiye giderken, neden kameralar bantlanmaktadır? Bunu da bilemiyoruz.
Eğer emperyalist Batı içindeki paylaşım savaşımı anlaşılmazsa, bunlar da anlaşılamaz. Bu garip ama gerçek olaylar, görüldüğü gibi İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından gelmektedir. Yani, normal koşullar altında söylenmemektedir. Demek ki daha açıklanmayan çok böylesi olay vardır.
Üçüncüsü, Özgür Özel’e saldırıdır.
Sevgili Sırrı Süreyya’nın cenaze töreninde bir kişi, Özgür Özel’e saldırmıştır. Saldırı, Özel’in aracının otoparka sokulmaması ile başlıyor. Saldırgan, devletin paramiliter güçlerine bağlıdır, öyle anlaşılıyor. Bunda şüphe yoktur ve mesaj açıktır: evinizde oturun, Kılıçdaroğlu dönemi gibi davranın, kitleleri evine sokun, sokaklardan uzak durun ve çizgiyi aştınız.
Mesaj budur.
Bu mesaj, Özel’e tehditlerin bir parçasıdır.
Yine iktidar ve egemen içi kavganın bir başka boyutudur. Özel’e, söz dinle, denmektedir.
Diploma iptali ve İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan süreç, kitlesel bir direnişe dönüşmüştür. CHP, bu kitlesel selin önüne kapılmıştır. CHP bu dalgaya binmek zorunda kalmıştır ve devlet, Özel’e açık mesaj vermektedir.
CHP, gerçekte burjuva siyasetin içinde hareket etmektedir. Bunu aşan birkaç söz bir yana bırakılırsa, CHP, gerçekte kitleyi tutmak istemektedir. Ama neylersin, “böyle yaşamak istemiyorum” isteği güçlüdür. Bu nedenle CHP sol vurmak zorunda kalmaktadır. Ama Saray Rejimi, bunu istemediğini ifade etmektedir. Mesele budur. CHP eğer tüm bildiklerini açıklasa, durum daha da net hâle gelecektir. Ama CHP, anlaşmaya uyuyorum çizgisini devam ettirmektedir. Ama olaylar onu aşmıştır, aşmaktadır.
Bu üç olayı birlikte ele alırsak, egemenin açık bir güçsüzlüğü, yönetme zorluğu ortaya çıkmaktadır. Saray Rejimi, iktidarını sürdürmek için daha şiddetle saldırmak dışında bir yola sahip değildir.
Mesele, kitlesel direnişin CHP’yi aşması ve devrimci bir çizgide gelişmesinin sağlanmasındadır. Öğrencilerin direnişinin, ülkenin her yerinde süren işçi eylemleri ile birleştirilmesinin başarılmasındadır. Bunun yolu, Birleşik Emek Cephesinin örülmesinden geçmektedir. Devrimci hareket, Saray Rejiminin kitlesel direnişle yıkılmasının olanağını görmeli, bunu örgütlemelidir.
Saray Rejimi, çürümüşlüktür. Bu çürümüş iktidar, seçimle gitmez.