Bir yandan “barış” görüşmeleri gibi “belirsiz” bir süreç, diğer yandan ise, Saray’ın artan saldırıları altında “seçim” geliyor naraları.
Sahi ne oluyor? Bu iki sürece birlikte bakmayı deneyelim.
Ekim 2024’de, Bahçeli eli ile devlet ya da NATO ve ABD, Kürt meselesi konusunda birtakım adımlar atmaya başladı. “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” nutkunu atmadan önce, devletin Bahçeli’si el sıkmaya başladı. Bugün hâlâ, bu yolda olduklarını ifade ediyorlar. “İç cepheyi güçlendirmek” ilerlemiştir, yeni adı “terörsüz Türkiye”dir. Bir tek devlet terörü olacak, o kadar ki, her karşı ses, her başkaldırı terör olarak adlandırılmalıdır.
Öte yandan, 19 Mart’ta, kitlelerin “böyle yaşamak istemiyorum” eylemleri geldi. Saray, İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip, kendisini tutuklayınca, kitlelerin öfkesi taştı ve gerçekte Saray Rejimine karşı, “böyle yaşamak istemiyorum” gösterileri başladı. Yoksa mesele ne CHP, ne İmamoğlu meselesi idi.
Bu iki süreç birlikte yaşanıyor.
Bir yandan, sanki Saray Rejimi, barış için adımlar atacak umudu yeşertiliyor. PKK, bu konuda kendinden talep edilen, (a) silah bırakma, (b) partiyi feshetme kararlarını, söylendiği tarihlerde kongresini toplayıp aldı. Ama devlet tarafından atılan bir adım pek görülmüyor. Gizlisi varsa bilmiyoruz. Ama bir örnek olarak, infaz yasası düzenlemesi ile bir yasayı devreye sokmak ve Kurban Bayramı öncesinde kapsamlı değişiklikler yapmak umutları, Kürt hareketi için bir anlamlı sonuç vermedi. Dağ fare doğurdu diyenler var, beklentiyi bilemiyoruz, ama ortada bir dağ var mı, doğurduğu fare olsun? Görünen o ki, sadece Öcalan için, muhtemel bir ev hapsi gibi hazırlıklardan söz edilebilir. Buna rağmen, kendini feshetmiş olan PKK’den, daha ileri adımlar atmasını bekliyorlar. Kendilerine yeterli gelecek şeyleri elde etmek istiyorlar. Bir yandan, “kardeşlik”ten söz ediyorlar, diğer yandan, devletin Kürt hareketine saldırıları ara vermiyor, savaş ve katliam politikaları devam ediyor. Adına da “barış” demekten çekinmiyorlar.
Öyle ya, “barış”, savaşan cephelerin hangisinden dile gelmiş olursa olsun, hep “aynı renge” sahip değildir. Bir cephenin barışı kara bir renge sahip olabilirken, diğerinin barışı kırmızı olabilir. Kara renkli barışlar, genellikle, bir cephenin beyaz bayrak kaldırması ile başlar. Saray Rejimi, NATO ve ABD tarafından ortaya konulan ve Bahçeli eli ile el sıkışma süreci ile başlayan barış, giderek daha net görünecek biçimde, savaş aldatmacasının bir parçası olarak şekilleniyor.
Kavramları iğdiş etme, egemenlerin her zaman bir “tutkusu” olmuştur. Mesela, “demokrasi götürmek” böyledir. ABD, dünyanın birçok yerine demokrasi götürmüştür ve milyonlarca çocuk, kadın, erkek ölmüştür. Mesela “medeniyet”, çok ilgiye değerdir. Dünyanın en büyük katilleri, “medeniyet”in temsilcileri olmuştur ve ağızlarından ateş fışkırıyor, elleri kana bulanmış, dişlerini göstererek, “medeniyet” taşımaktan söz ediyorlar.
Barış da böyledir. Kimse barışa karşı çıkmaz. Ama nasıl bir barış?
Saray Rejimi, bu yolla, aslında kendini daha da sağlamlaştırmaya çalışıyor. Efendilerine, verilen görevleri, mesela İran’a karşı saldırıda yer almayı başarmaları için, içeride ve dışarıda savaş politikalarına ihtiyaç duyduklarını, sağlamlaşmak gerektiğini söylüyor olmalılar. Herhâlde Kalın ve Fidan ikilisi bu iş için çok görev almışlardır.
Saray Rejimi, elbette eninde sonunda ABD ve NATO planları çerçevesinde Ortadoğu’da kendinden istenenleri yapma konusunda hazırlanmaktadır. Bunun için, egemen, kendini güvende hissetmek istemektedir. Kürtleri kastederek, Trump’ın, “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlıyoruz” demesi, tam da bu anlamda, hem Kürtlere bir tehdittir (Gazze örneği gibi sözler bu nedenledir), hem de TC devletinden istenen görevi yapması için, Saray’ın elini rahatlatmak içindir. TC devletinin barıştan söz ettiği her zaman, katliam planlarının daha da detaylı hazırlandığından şüphe olunmaz. Tarihleri budur.
Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, Kürt hareketini inandırmak için her yolu deneyecektir. Süreci, zaman kazanma politikalarının da bir parçası hâline getirecektir. Ortadoğu sürekli farklı gelişmelere gebe olduğu için, ABD’nin politikaları, son yıllarda sürekli değiştiği için, TC devletinin oyalama politikaları anlaşılmaz değildir. TC devleti, içinde bulunduğu zorlu durumda, her fırsatı değerlendirmek zorunda olan bir tetikçi olarak davranmaktadır. Yarın ola hayrola, TC devletinin fırsatçılığının örtüsüdür. Ama her hâl ve şart altında, içeride ve dışarıda savaş politikaları değişmeyecektir.
Sarayın şimdiki sakinleri, buradan kendi gelecekleri için bir yol da arayacaklardır. Bu elbette olacaktır. Ama konuya buradan bakıp da, kişisel veya ailesel geleceklerin kapsamında değerlendirmeler yapmak, Saray Rejimini anlamamaktır. Erdoğan iktidarı, tek adam rejimi, AKP-MHP faşizmi gibi adlandırmaların bu hataya düşme potansiyeli, zaten doğası gereği vardır. Bu nedenle, Saray Rejimini doğru anlamak büyük önemdedir.
Elbette Erdoğan, kendinin yeniden seçileceği bir durumu, anayasa tartışmalarının içine koyacaktır. Ama bu durum, aslında tek yolmuş gibi ele alınamaz. Seçim yapmamak da bir yoldur ve dahası, egemen için, Erdoğan’sız Saray Rejimi de bir yoldur.
Bugün, egemenin çeşitli blokları, ister yerli uzantıları, isterse ABD ve AB uzantıları, Saray Rejiminin geleceği için, Erdoğan’ın orada kalmasını istemektedirler. Bu anlaşılmaz değildir. Tüm Batı emperyalist sistemi ve ülkedeki tekeller için Erdoğan, oldukça kullanışlıdır. Yani, o ünlü söz ile, onu halının altına süpürmeleri için bir neden yoktur. Daha o noktaya gelinmiş değildir. Kaldı ki, iş halının altına sürülmekle de kalmayacaktır. Egemenlerin cephesinde durum budur. Hatta Erdoğan’ın kullanışlılığı, eskisine göre çok da daha fazla geçerlidir. Elinde hiçbir güç yoktur.
Saray Rejimi, Erdoğan demek değildir. Ve Erdoğan’sız Saray Rejimi, egemenler için daha kötüdür, diye bir şey asla yoktur. Sadece bugün, istedikleri bu değildir.
Öte yandan, 19 Mart’ta, İBB’ye kayyum atayamayan, kitlelerin sokağa çıkışı karşısında geri adım atan Saray Rejimi, CHP’nin sokak direnişinde her tereddüdünü kullanarak, yeni saldırı ve uygulamalar ortaya koyuyor.
O kadar ki, her hafta sonu, yeni bir operasyon devreye sokuluyor ve bu her operasyon için, özel medyatik hazırlıklar yapılıyor. Goebbels’in propaganda yöntemlerini andıran uygulamalar devreye sokuluyor.
19 Mart’ta ortaya çıkan direniş, gerçekte ne İmamoğlu ile ilgili idi, ne de CHP’nin etrafında şekillenmiş bir direniş idi. Özel, daha ilk gün, Saraçhane’ye akan kitlelerin nereden ve nasıl geldiğini, çevresine sormaktaydı. Onları aşan bir seldir bu. Onlar da şaşırmıştır ve sokakta, meydanlarda, barikatı aşan öğrenciler, Saray’a karşı mücadele için, öndersiz bir biçimde Saraçhane’ye yürümüşlerdir. CHP, Özel yönetiminde, Kılıçdaroğlu’nun korkusundan atamayacağı adımlar atmaya yönelmiştir.
Sonuçta CHP, bir yandan, bu direniş sayesinde İBB’ye kayyum atanmasını önleme olanağı elde etti, diğer yandan ise korka korka, direnişin sularına kendini az da olsa bırakmak zorunda kaldı. Bu durum, Özgür Özel’in ve İmamoğlu’nun kararlı tutum almalarına yansıdı. Muharrem İnce, Kılıçdaroğlu, kazandıkları iki seçimi, Saray Rejiminin emri ile, Erdoğan’a teslim ettiler. Bu biliniyor. Ama İmamoğlu ve Özel ikilisi, acaba daha dirençli ve cesur hareket edebilir mi sorusu ortaya çıktı. Alttan gelen dalga, ya onları kenara atacaktı ya da onlar bu dalga ile yükselmesini bileceklerdi. Şimdilik ikincisi ortaya çıkmaya başladı.
İBB’ye kayyum atanmasını önleyenler, esas olarak alanlara akanlardır, CHP yönetimi değildir. CHP yönetimi, İBB binasının kapılarını kapatmış, kitlenin içeri girmesinden korkmuştur. Ama aslında İBB’ye kayyumu önleyen de bu direniş olmuştur. İktidar, İBB’nin işgalinden korkmuştur. Bu durum, CHP tarafından devlete raporlanmıştır.
Ama karakteri gereği CHP, her zaman kitleleri direnişten uzak tutmak, sisteme ve devlete karşı yönelen öfkeyi, devletin kanatları altına sokup söndürmek için görevlidir. İşi budur. Kılıçdaroğlu bu işi kitleleri evinde tutmak yolu ile gerçekleştiriyordu. Her sesini çıkartma eylemini provokasyon olarak adlandırıyordu. Oysa şimdi, kitleler sokaktadır. Sokaktakini evine sokmak o kadar kolay değildir. Ve CHP, bir yandan, bu kitlesel karşı çıkışı söndürmek için, devlet adına elinden geleni yapmıştır, yapmaktadır. Bunu görmek gerekir. CHP mitinglerinin kalabalığı onlara yetmektedir. CHP, kitlelerin daha ileri gitmesini, bu yolla önlemektedir.
Devletçi mantık budur. CHP budur.
Onlara göre, belli sayıda imza toplamak, belli kalabalıklarla mitingler yapmak yeterlidir. Çünkü onların düşünüş tarzı şudur: İmza ve kalabalıklarla, CHP olarak, Erdoğan’ın kitle tabanının kalmadığını, Erdoğan’ın kaybettiğini göstermiş olacaklar. Kime gösterecekler? Elbette, en başta egemenlere, Batı’ya, uluslararası tekellere. Onlara gösterecekler ki, Erdoğan’ın geleceği yok. Erdoğan’a gösterecekler ki, bak sandıkta artık hile yaparsan, kimse buna inanmaz, çünkü bak biz 27 milyon imza topladık. Bir kere daha hile yaparsan, biz seni meşru ilan ederek kurtaramayız, bunun olanağı yok. İşte mesajları budur. Ve bu yolla, kitlelere, işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere diyorlar ki, “nasılsa az kaldı, ilk seçimde gidecekler, o hâlde sokaklarda çatışmaya, direnişi büyütmeye gerek yok.” İşte yapmak istedikleri şey de budur.
Ve CHP, sürekli olarak, Saray’a, büyük holdinglere, Batı emperyalistlerine, Avrupa’ya, NATO uzmanlarına vb. kendilerinin istenileni yapacak bir rüştleri olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Bu yolla, onlardan destek alacaklarını ve Erdoğan’ın işinin bittiğini anlayacaklarını, bir noktadan sonra da Saray’a “yeter artık”, “bu saldırılar da fazla” diyeceklerini sanıyorlar.
Görüldüğü gibi, CHP, halka, işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere dayanamaz, onların mücadelesinin içinde yer alamaz. Bunu hiçbir işçi, hiçbir öğrenci, hiçbir kadın unutmamalıdır.
İyi ama, yine de CHP’ye dönük saldırılar son bulmuyor. Bu kadar devletçi olmasına rağmen, bu saldırılar durmuyor, duramaz.
CHP çevrelerinin, CHP’nin uzmanlarının, hukukçuların, ekonomistlerin, her türden uzmanın sürekli olarak, her saldırıdan sonra tekrar ettikleri nakarat “Türkiye, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir”dir. Sürekli bunu söyleyip duruyorlar. Daha da çok söyleyeceklerdir. Çünkü, onlar için bu bir duadır. Kalkıp, bu bir diktatörlüktür, kalkıp, bu Saray Rejimidir, diyemezler. Kalkıp kitlelere, Saray Rejimi seçimle gitmez, diyemezler.
CHP, özetle, Saray’a, “yahu biz bu işin bir parçasıyız, seni iktidara taşıyan süreçte Baykal neler yaptı, Kılıçdaroğlu neler yaptı, iki kere seçimi aldık ve sonra senin çalman için sana sunduk, bizi niye düşman belliyorsun” demektedir. Özeti budur.
Saray’ın uygulamalarına bakıp, bu kadar da olmaz, biz terörist miyiz, diyorlar. İyi ama işçilere, öğrencilere, direnenlere saldırdıklarında siz buna hukuk diyordunuz. Şimdi, “hukuksuzluk” diyorsunuz. Doğru değildir. Ortada bir hukuk vardır ve bu hukuk iç savaş hukukudur. Ona göre uygulanmaktadır. Çorlu tren kazasında, Kaz Dağları’nda, İkizdere’de, Artvin’de, Suruç katliamında, Ankara Gar katliamında vb. uyguladıkları hukuk, işte bu aynı hukuktur. Bu iç savaş hukukudur.
Saray, kuşku yok ki, belediyelerde var olan yolsuzluk ve rüşvet olaylarını bahane etmektedir. Sanıyoruz ki, Türkiye’de rüşvet ve yolsuzluğa bulaşmamış belediye yoktur. Sadece belediye değil, devlet kurumu yoktur. Rüşvete, yolsuzluğa bulaşmamış üst düzey, orta düzey devlet memuru yoktur. Sarayın merdivenleri, bu rüşvetlerle yükselmiştir, bu nedenle de her tuğlası korku üzerine kurulmuştur. Ama İmamoğlu ve CHP belediyelerine dönük saldırının bu yolsuzluklarla ilgisi yoktur.
ABD ve NATO’nun Saray’a verdiği görevler açıktır. Bu görevler, Ortadoğu ve paylaşım savaşımı ile ilgili görevlerdir. Emperyalist güçlerin, Batı’nın, NATO, AB ve ABD’nin, Türkiye’deki iç uygulamalar, hak ihlalleri, hukukî durumlar, ölenler, katliamlar, açlık vb. ile bir derdi yoktur. Kârlarına, gelirlerine, kaldırdıkları yüke bakarlar. Her gün, onların, insan hakları, hukuk, demokrasi taşımak, medeniyet götürmek vb. demelerine bakarak, onların Erdoğan’dan ya da Saray Rejiminin uygulamalarından rahatsız olacaklarına inanmak için, CHP kadar “aklın” olması gerekir. Aklınızı CHP düzeyine indirmeyin.
Mesele devlet denilen şeyi doğru anlamakla ilgilidir.
Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. TC devleti tekelci polis devletidir. Tekellerin devletidir ve tüm halkı kendine düşman olarak görmektedir. Tarihi de budur, bugünü de. Ve bu devlet, olağanüstü örgütlenmiş durumdadır. Her olağanüstü örgütlenmiş devlet çarkı, şiddetin ve devlet terörünün öne çıktığı, buna uygun yeni bir yapılanmanın ortaya çıktığı, burjuva egemenliğin olağanüstü hâlidir.
Bugün, Saray Rejiminin ortaya çıktığı 2017 yılından beri, hattâ onun öncesinde 2015 seçimlerinden beri, hilesiz bir seçim yapılmamıştır. parlamento bir görüntüden ibarettir. Tüm burjuva partiler, artık birer tarikat örgütlenmesi, birer çete örgütlenmesidir. MHP ve AK Parti, parti değildirler. Sandık çoktan gömülmüştür. Bu ülkede, yerel seçim sonuçlarında yönetime gelenlerin yerlerine kayyumlar atanmaktadır.
CHP’ye kayyum atanınca, sizce CHP, bir “illegal örgüt” hâline mi gelecek? Öyle ya, kayyum demek, CHP’nin bitirilmesi demektir, parti olmaktan çıkması demektir. Bu durumda, CHP, yapısını korursa, ki korumalıdır, en azından bunu yapmalıdır, bir “illegal örgüt” hâline gelir.
Öyle ise, gelecek seçimde gidecekler, ne demektir? Madem gitmelerini bu kadar istiyordunuz, neden yerel seçimlerden sonra “normalleşme” politikalarına sarıldınız, neden hâlâ, “seçildiler” diyorsunuz, neden ailenin sırlarını açığa vurmuyorsunuz, neden diplomasını açıklamıyorsunuz, İBB’de diploması yok mu, Beyoğlu Belediyesinde yok mu? Neden eski seçimlerin gerçek sonuçlarını açıklamıyorsunuz, neden rüşvet dosyalarını tüm çıplaklığı ile açıklamıyorsunuz?
Oysa, bizzat Saray’a sorsalar, nasıl gideceklerini onlar söylemektedir. Sokaklara taşan kitlelerden, grevlerden, genel direnişten korkmaktadırlar. Barikatların üstüne yürüyen gençlerden korkmaktadırlar.
CHP, mitinglerini “steril” hâle getirmek istemektedir. Solun, gençlerin uzaklaştırılması bunun içindir.
Bu yolda yürüdükçe, CHP’ye kayyum atanması da gündeme gelecektir. Bu yolla saldırılar önlenemez. Kılıçdaroğlu, seçimle gittiği CHP başkanlığına, rejimin uygulamalarına uygun olarak kayyumla gelmek istemektedir. Buna hazırlandığı anlaşılıyor. Ona göre, olup biten sırasında, “devletin” imajının zarar görmesi sorundur, yoksa tutuklanmalar sorun değil, zaten Kılıçdaroğlu’na yakın olanlar tutuklanmamaktadır.
Kılıçdaroğlu, bir çeşit görev zayiatıdır. Saray yolunda, “devlet”in hizmetinde çok işler yapmıştır. Belli ki o buna “fedakârlık” demektedir. Erdoğan ile “aileye dokunmamak” anlaşmasını o yapmıştır. Bu nedenle, “sıfırla oğlum” gibi nicesi bulunan belgeler ortaya dökülmemektedir. Bugünkü CHP yönetimi de bu anlaşmaya uymaktadır. Neden? Erdoğan için Kılıçdaroğlu’nun kayyumla geri gelmesi, faydalı olabilir.
İyi ama, Kılıçdaroğlu, kör olduğu kadar fodul mudur? Erdoğan, İmamoğlu’nun diplomasını iptal etmiştir. Böylece, kendisi efendilerce “seçilirken” var olan şartlardan birini yerine getirmiştir. Diplomasız Erdoğan, diplomasız İmamoğlu, şartlar eşitlenmiştir. Birinin diploması hiç yok, diğerininki de iptal edildi. Erdoğan içeri girmişti. İmamoğlu, o kadar sert bir muhalefet yürütmese de, içeri atılmıştır. Demek Erdoğan’ın seçilme şartlarına bir adım daha yaklaşmıştır. Bu durumu Kılıçdaroğlu görmez mi? Erdoğan’ın belediyeden devletin tepesine tırmanmasında bir adım da, “gemicikler” idi. Şimdilik İmamoğlu’nun gemicikleri ortaya çıkmadı. Ama bu yolsuzluk adı altındaki operasyonlar bu bölümü de tamamlar herhâlde.
Yani, İmamoğlu, eğer bir seçim olacaksa, seçimi kazanmış demektir. Ama öyle anlaşılıyor ki, egemenlerden alacağı desteğin zamanlaması sorundur. Onlar, şimdi, Ortadoğu’nun bu hâlinde, at değiştirmeyi istemiyorlar. Artık bir ülke olmaktan çıkmış olan Suriye’deki yönetim ile, Erdoğan’ın kurduğu çok yönlü ilişkiyi, yeni birilerinin kurması o kadar kolay değildir.
Elinde fırsat varken, Bahçeli “bırakıp gidemezsin” derken, saldırmayı uygun görmektedir. Erdoğan, ömrü oldukça, iktidarda kalacağını ifade etmiştir. Bu hem AK Parti içindeki kaynaşmayı durdurmak içindir, hem de Bahçeli’den gelen desteğe evet diyeceğinin işaretidir.
Saray Rejimi, seçimle gitmez.
Egemenlerin içindeki kavga ve it dalaşı, emperyalist efendilerin kendi aralarında dünyayı paylaşmak için giriştikleri savaş, Saray Rejiminin gitmesini sağlamaz.
Tersine, sisteme kökünden itiraz eden devrimcilerin, kapitalist dünyayı sarsacak güce sahip olan işçilerin devrimci direniş hattı dışında Saray Rejimini alaşağı edecek bir yol yoktur.
Bugün somut olarak, işçi sınıfının örgütlenmesi en acil görevdir. Devrimci işçiler, devrimci örgütlenme ile, işçi sınıfını siyaset sahnesine taşımak, işçi sınıfını ayağa kaldırmak zorundadırlar. Sistemin her kurumu dökülmektedir. Bu şartlarda artan baskı ve devlet terörünü, korkularının ürünü, dışa vurumu olarak görmek gerekir. Devletin uzantısı olan sendika mafyasının devrilmesi, bu koşullarda giderek daha da olanaklı hâle gelmektedir.
Tam da bu nedenle, bugün, Saray Rejimine karşı, genel grev ve genel direnişi örgütlemek gereklidir. Bu sadece gerekli değil, zor olsa da olanaklıdır. Bu olanak, direnişin içinde vardır. Bu nedenle, her yerde örgütlenmek, en acil görevdir. Birleşik Emek Cephesi, bugün acil bir görevdir. Sakin ve kararlı bir yolla, bu rotaya sahip çıkmak gerekir.