Günlük dilimizde “demokrasi”, burjuva devletin sınıfsal karakterini gizlemek için kullanılır. Burjuva devlet ve genel olarak devlet konusundaki yanlış bilincin bir sonucu olarak, başındaki “burjuva” sözü unutulur ve sanki, insanlık için bir genel kabul gören “demokrasi” varmış gibi bir üstü örtülü kabul yerleştirilir. Egemen sınıf olarak burjuvazi, bunu bilerek yapar.
Devlet kölecilikle, yani ilk sınıfların ortaya çıkışı ile birlikte doğmuştur. Engels’in bu konudaki müthiş çalışması “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, bu süreci son derece net anlatmaktadır. Her işçi, her genç, her kadın, her devrimci bu kitabı okumalıdır.
Köleci devlet, elbette bir “demokrasi” idi. Atina “demokrasisi”, az ya da çok tarihe ilgi duyan herkesin kulağında kalmıştır. Bu konuyu derinlemesine bilmeyen bir kişi dahi, Roma ve Atina’da demokrasi üzerine bir şeyler duymuştur. Ve elbette ki köleci bu “demokrasi”, köle sahipleri için bir demokrasi idi. Feodal devlet de, toprak ağaları, feodal soyluluk sınıfı için bir demokrasidir. Bunun gibi, burjuva demokrasisi de, ancak ve ancak, burjuvalar için (bugün sadece tekelci sermaye için) bir demokrasidir.
Köleci devlette, devletin sahipler ortadaydı. Feodal devlette de bu böyledir. Ama kapitalist devlette, burjuvazi, kendi seçtiği yöneticileri eli ile bu egemenliği kullanabilme becerisine sahiptir.
Köle sahipleri ve feodal beyler, kendi sınıflarının egemenliği olan devleti, halka, üreten sınıflara kabul ettirmek için, kendi iktidarlarının “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olduğunu söylerlerdi. Böylece kendi diktatörlüklerini, kendi egemenliklerini meşru, kabul edilebilir, karşı konulamaz hâle getirirler. Elbette bunun için silahlı adamları, hukukları, mahkemeleri, hapishaneleri, cellatları vb. vardır.
Burjuva devlet, “uluslaşma” üzerine yükselir.
Ulus, aslında sınırları belli bir pazarın oluşumunun gereği olarak, burjuva egemenliğin halka kabul ettirilmesinin aracı olur. Bu uluslaşma, her ülkede farklı süreçler izleyebilir. Ama uluslaşma, her zaman başka halkların asimilasyonu da demektir. Bu asimilasyon, örneğin Fransa’da daha yumuşak, Almanya’da daha farklı ve örnek olsun bizim ülkemizde halklara imha ve inkâr politikasının dayatılması ve katliamlarla gerçekleştirilmiştir. Bu konu elbette tarihî boyutları ile incelenmelidir.
Ama burjuva devlet, kendini “tanrının yeryüzündeki temsilcisi” ilan etmez. Tersine, kendini “ulusal çıkarlar”ın temsilcisi ilan eder. Burjuva çıkarlar, “ulusal çıkar”lar olarak ortaya konurlar. Buna uygun bir milliyetçilik ortaya konur. Milliyetçilik, asla ve asla vatanseverlik değildir. Milliyetçilik, insanın yaşadığı toprakları sevmesi demek değildir. Milliyetçilik, bir yandan bir ulusun, bir ırkın yüceltilmesi iken, madalyonun öbür yüzünde başka ulusların ve halkların aşağılanması da demektir. Ve hangi dozda olursa olsun milliyetçilik, burjuva ideolojisinin, burjuva egemenliğin bir aracıdır. Burjuvazi, öyle bir dil kullanır ki, milliyetçiliğe vatan denilen şeyi de karıştırır. Bu nedenle, biz işçiler için vatan, tüm dünyadır. Dünyanın tüm işçileri sınıf kardeşidir ve onların vatanı da tüm yeryüzüdür. Bu nedenle vatan sosu ile birleştirilmiş milliyetçiliğin her türüne karşı durmak, burjuva ideolojisine karşı durmaktır. Bu aynı biçimde erkek egemen ideolojiye karşı durmak için de geçerlidir. Erkek egemen ideoloji, köleci toplumdan başlayarak bugünkü devlete kadar gelişen ve kapitalist devletin ideolojisinin bir parçası olan ideolojidir, egemenin ideolojisidir. Devlete karşı çıkmadan, bir sınıfın diğer sınıfları baskıladığı bu egemenlik aygıtına karşı savaşmadan, erkek egemen ideolojiye karşı etkin bir savaş yürütülemez.
Devlete dönersek, demek ki burjuva devlet, kendini “ulusun çıkarlarının koruyucusu” olarak ifade eder. Ulusal çıkar, aslında burjuva çıkarlardır. Mesela işçi grevleri ortaya çıktığında bunun “ulusal güvenliği tehdit” ettiği söylenir ama kapitalistlerin kârları hiçbir zaman “ulusal güvenliği” tehdit etmez. Ülke yağmalanır ama bu bir tehdit olmaz. Çünkü onların ülke, ulusal çıkar dedikleri şey, çek defterleri, kasaları, paraları vb.dir. Burjuvazi, kârını artırmak için neyi uygun görürse onu yapar, nereyi uygun görürse oraya yatırım yapar.
Eğer devlet konusunda yanılgılı bakış olan “devletin sınıflar üstü olduğu” görüşü egemen ise, işte o zaman devletten “iyi niyet” beklenebilir. Bizdeki “baba devlet” aslında budur. Mücadele geliştikçe, devlet, egemen sınıf geri adım atacaksa, bunu işçilere, “devlet içindeki iyi paşalar, iyi adamlar”ın anlayışlılığı olarak sunar. Böylece kötü olan, bazı yöneticiler olur. Oysa bu gerçek değildir. Tıpkı karakoldaki “iyi polis-kötü polis” numarası gibidir ve işçiler, bilinçleri geri ise bu oyuna hep aldanırlar.
Burjuva demokrasisi, değil ki bizdeki Saray Rejimi (ki Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi. Bu kaynakta, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünyada burjuva devletin örgütlenişi analiz edilir. Kaldıraç dergisinde, Saray Rejimi ile ilgili çıkan yazılar için bakınız, Saray Rejimi, Kaldıraç Yayınevi). Saray Rejimi, burjuva devletin tüm baskı aygıtları ile ortaya çıkmış hâlidir. Ama normal burjuva demokrasisi de bir diktatörlüktür.
Biz, normal hâli ile burjuva diktatörlüğünü -siz buna burjuva demokrasisi diyebilirsiniz-, ele almak istiyoruz.
Biliyoruz, kapitalist, sermayenin kişiliğe bürünmüş hâlidir.
Sermaye, canlı insan emeği emerek büyür. Kendini böyle büyütür ve bu büyüme, aslında sermayenin yaşamın her alanını kontrol etmesi de demektir. Bu nedenle, sermayenin egemenliği “salt ekonomik” bir durum değildir. Sermaye, kendi egemenliğini sürdürmek için, burjuva devlet denilen bir makinaya sahiptir.
Bu makina, bir yandan baskı ve şiddeti kullanır ama diğer yandan bir rıza üretir. Bu rıza, dünyanın her yerinde “ulusal çıkar”lar olarak halka sunulur. Burjuvazi kendinden önceki devlet biçimlerinden gelen dini, “ulusal çıkar” örgütlenmesi için devreye soktuğu milliyetçilikle birleştirir. Dünyanın her kapitalist devletinde din ve milliyetçilik, burjuva ideolojisinin bileşenleri olarak devreye sokulur.
TC devletinin örgütlenişinde bu iki unsur da etkilidir. Yakın dönemde din daha azgınca kullanılmıştır. Ama her zaman milliyetçilik, bir ırkçılık düzeyinde azgınca kullanılmıştır. Milliyetçiliğin her türü, aslında bu kapsamdadır. Bunların dozajının artırılması, aslında o anda burjuva egemenliğin ihtiyaçlarına göre belirlenir.
Sermaye, onun kişilik hâline bürünmüş şekli olan kapitalist, işçilerin işgücünü, belli bir süreliğine satın alır. Tıpkı bir bıçak satın alan sıradan bir kişinin, bıçağın “değerini” öderken, aslında onun kullanım değerini satın almış olması gibi, kapitalist de işgücünün değerini öder ama onun kullanım değerini satın alır. Bıçağı satın alan kişi, onu işlevli şekilde, amacına uygun olarak, “verimli” kullanmak ister. Bunun gibi, kapitalist de satın aldığı emek gücünü, “verimli” kullanmak ister. Onu, mesela 10 saat boyunca, canını çıkartacak şekilde kullanır. Çünkü işçinin emeğinin bu süre içinde maddeleştiği, yani işçinin ürettiği tüm mal onundur. Bu malın daha çok olmasını ister. Her mal, meta, bir yandan hammadde, bir yandan makina gücünün bir bölümü ve bir yandan da canlı işçi emeğinin maddeleşmiş hâli demektir. Üretim sürecinde yeni olan değeri, işçi, canlı emek üretir. Okuyucu, bu konu ile ilgili detaylı bölümü daha önce okumuştur. Bu nedenle, bu bilgileri, sadece hatırlatma için yazıyoruz.
Biliyoruz ki, hiçbir kapitalist sadece bir işçi çalıştırmaz. Eğer kapitalist tek bir işçi çalıştırıyorsa, sermaye tek bir işçinin canlı emeğini emebilir. Oysa kapitalist, işçilerle tek tek sözleşme yaparak, ancak çok sayıda işçi çalıştırır. Diyelim ki 100 işçi çalıştırıyor olsun. Bu durumda, işçilerin “ortak”, “bir mekânda” çalışmasının getirdiği ilave işler olacaktır. Buna yönetim işlevi diyelim. Yani üretim sürecini yönetme işi kapitalistin işidir.
Dolayısıyla, yönetilmesi gereken üretim sürecinin ikiliği (bu sürecin, bir yandan bir ürünün üretilmesine yönelik toplumsal bir emek süreci, diğer yandan sermayenin değerlenme süreci olması) nedeniyle içeriği bakımından ikili bir işlev olan kapitalist yönetim, biçimi bakımından despotçadır. İşbirliğinin daha büyük ölçeklere ulaşmasıyla birlikte bu despotluk kendine özgü biçimlerini geliştirir. Daha önce, sermayesi gerçek kapitalist üretime başlamasına yetecek asgarî miktara ulaşır ulaşmaz, fiilen çalışmaktan kurtulmuş olan kapitalist, şimdi de, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının dolaysız ve sürekli bir şekilde kontrol edilmesi görevini, özel bir türdeki ücretli emekçilere bırakır. Aynı sermayenin komutası altında bir arada çalıştırılan bir işçi kitlesi, askerî bir ordu gibi, sınai subaylara (yöneticiler, managers) ve astsubaylara (ustabaşılar, foremen, overlookers, contre-maîtres) gereksinim duyar; bu kişiler emek süreci boyunca sermaye adına komutanlık yapar. Denetim ve gözetim işi, bu kişilerin özel işlevi olarak yerleşiklik kazanır. Ekonomi politikçi, bağımsız köylülerin ve kendi başlarına çalışan zanaatçıların üretim tarzını köleliğe dayanan plantasyon sistemiyle karşılaştırırken, bu denetim ve gözetim işini faux frais de production (ikincil üretim masrafları) arasında sayar. Buna karşılık kapitalist üretim tarzını incelerken, ortaklaşa yürütülen emek sürecinin doğasından kaynaklanan yönetim işlevini, bu sürecin kapitalist ve dolayısıyla da karşıtlık içeren karakterinin gerekli kıldığı yönetim işleviyle aynı sayar. Kapitalist, sınai yönetici olduğu için kapitalist değildir; tersine, kapitalist olduğu için sınai komutan olur. Nasıl ki feodalizm döneminde savaşın ve yargının başkomutanlığı toprak mülkiyetinin uzantısıydı, sanayinin başkomutanlığı da sermayenin uzantısı hâline gelir.
İşçi, emek gücünün sahibi olarak kapitalistle pazarlık ettiği süre boyunca, kendi emek gücünün sahibidir ve neye sahipse yalnızca onu, yani bireysel, yalıtık emek gücünü satabilir. Kapitalistin bir yerine 100 emek gücü satın alması ya da tek bir işçi yerine birbirlerinden bağımsız olan 100 işçi ile sözleşme yapması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez. Kapitalist, 100 işçiyi, bunları elbirliği içine sokmadan çalıştırabilir. Bu nedenle, kapitalist, 100 bağımsız emek gücünün değerini öder; ama bu yüz kişinin birleşik emek gücü için ödeme yapmaz. İşçiler, bağımsız kişiler olarak aynı sermaye ile ilişkiye giren, ama kendi aralarında ilişki bulunmayan bireylerdir. Bunlar arasındaki elbirliği ancak emek sürecinde başlar; ama bu sürece girdiklerinde, kendilerine ait olmaktan çıkmış olurlar. Emek sürecine girmeleriyle birlikte sermayenin birer parçası olurlar. Elbirliği yapan kişiler olarak, çalışan bir organizmanın organları olarak, sermayenin özel bir varoluş tarzından başka bir şey değildirler. Bu nedenle, işçinin, toplumsal işçi olarak geliştirdiği üretici güç, sermayenin üretici gücüdür. İşçiler belirli koşullara tabi olduğunda, emeğin toplumsal üretici gücü parasız olarak gelişir ve sermaye işçileri bu koşullara tabi kılar. Emeğin toplumsal üretici gücü, bir yandan kapitalist için hiçbir maliyeti bulunmadığından, diğer yandan işçi tarafından (emeği sermayeye ait olmadan önce) geliştirilmediğinden, sermayenin doğası gereği sahip olduğu, ona içkin olan bir üretici güç olarak görünür (K. Marx, Kapital I. Cilt, s. 323-324, Yordam Kitap. Sol Yayınlarında s. 346-347).
Bu uzun alıntı iyi kavranmalıdır. Demek ki, sermayenin üretim sürecini yönetme işlevi, kapitalist üretim sürecinin yönetilmesi, despotiktir. Yani, o meşhur deyimi ile “demokratik” değildir.
Peki, üretim süreci nasıl demokratik olabilir?
Sermaye, maksimum kâr için üretim yapar. Bu bir yandan daha çok meta üretmektir, bir yandan da daha çok artık-değer üretmektir. Bu artık-değer, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğidir. Ve işçinin metada maddeleşmiş olan bu emeği olmadan, sermaye büyümez. Sermaye vampirdir ve işçinin canlı emeğini emer. Böyle yaşar, böyle büyür. Ve eğer sermaye kâr etmezse, kapitalist sistem krizdedir ya da “ulusal çıkarlar” tehdit altındadır. Grev ertelemelerine bu yönden bakmak gerekir.
Bir üretim sürecini maksimum kâr amacına göre organize ettiniz mi, orada çalışan işçiler, o organizmanın organları olarak iş görürler. Kapitalist, fabrika düzeninden işçilerin elbirliğini organize etmeye kadar, makinalaşmaya kadar her şeyi bu gözle ele alır, öyle organize eder.
İşçiler bu üretim sürecini yönetemezler mi? Elbette yönetirler. Ama bu, 100 kişinin, bir tek emekçinin değil, birden çok emekçinin ortak çalışması sürecinde mümkündür; yapılabilir, yapılmışlığı vardır. İşçiler, ancak, bireysel bir kapitalist için, sermayenin emrinde değil, toplumsal amaç için üretim yaptıklarında bu üretim sürecini yönetebilirler. Bunun ön koşulu, sermayenin ortadan kalkmasıdır, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin son bulması, zaten daha önceden üretilmiş emek ürünleri olan üretim araçlarının kendi toplumsal karakterine uygun olarak “ortak” mülkiyete geçmiş olmasıdır. Bu durumda tüm toplumsal üretim, kâr amacı için üretimden çıkar ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması amacına yönelir. Bu durumda da, çok üretmek değil, gerekli olanı üretmek diye bir şey ortaya çıkar. Bu da işçilerin tüm fabrikalarda komünal bir yönetim kurmaları demektir. Buna “demokratik” demek isterseniz bir sakıncası yok. Ama bu, bize devlet örgütlenmelerinin sunuluş şekli olan “demokrasi” ile zerre kadar ilişkili değildir, benzer değildir. Bu bir yandan tüm toplumun üretici olması demektir, bir yandan da daha az çalışması demektir; bu kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması demektir; bu teknolojinin buna uygun örgütlenmesi demektir; bu üretenin yöneten olması da demektir.
Kapitalist, sanayi üretimini yönettiği için kapitalist değildir, tersine kapitalist olduğu ve üretim araçlarının sahibi olduğu için sanayinin komutanıdır.
Kapitalist, üretim sürecinde kendisi için çalışan “özel türdeki ücretli emekçi”leri, işi yönetmek için kendi sanayi ordusunun parçası hâline getirir.
Şimdi, devlet örgütlenmesine bir kere daha dönmeliyiz.
Burjuva devlet, burjuvazinin egemenlik aracıdır. Siz buna burjuva demokrasisi deyin. En “saf” hâli ile burjuva demokrasisi katıksız bir burjuva diktatörlüktür. Her devlet bir diktatörlüktür. Sosyalist devrimi gerçekleştiren proletaryanın kurduğu devleti, biz, hiçbir başka kavrama gereksinim duymadan, proletarya diktatörlüğü olarak adlandırırız. Bu proletarya diktatörlüğü, iktidardan alaşağı edilmiş, devlet makinası devrimle parçalanmış olan burjuva sınıfı, fiilî olarak yok etmekle ve sosyalist temelde, meta ufkunu aşan, komünizm, yani devletsiz, sınıfsız bir toplum için ekonomiyi ve toplumu örgütlemekle görevlidir. Komünizm, aynı zamanda dünya çapında kapitalist egemenliğin de son bulması sonrasında kurulabilir. Alaşağı edilmiş olan burjuva sınıf, dışarıda var olan burjuva sınıfın desteğini her zaman alacaktır. Bu nedenle, bir sosyalist devrim, dünya çapında proletaryanın zaferi ise, bununla sınırlı kalamaz, kalmamalıdır. Proletarya devleti ile, ülke içinde ve dünya çapında burjuva sınıfı ortadan kaldırmak için bir silahtır.
Burjuva devlet, “demokratik bir devlet” olamaz. Burada “demokratik” denilen şey ile ne kastedildiği önemlidir. Eğer, seçimler, parlamento, yargı-yasama ve yürütme ayrılığından söz ediliyorsa, bunlar burjuva devletin geliştirdiği örgütlenmedir ve daha çok düne aittir. Bugün dünyanın her yerinde seçimler hilelidir. Sandıkta yapılsın yapılmasın, hilelidir.
Burjuva devlet ya da burjuva demokrasisi, işçilerin açık ve net politik mücadeleye girmesini engeller. Bunun için “olağan” mekanizmalar yeterli gelmezse, sınıf savaşımına uygun olarak, gerçek baskı aygıtı yüzünü tüm mekanizmalarıyla ortaya çıkartır. Dünyanın neresinde, hangi kapitalist ülkesinde olursa olsun, burjuva hukuk, egemenlerin hukukudur. Bunun sayısız örneği vardır. Her işçi, sınıf mücadelesi içinde, günlük yaşamında bunu bilir.
Demokrasi, burjuvazinin kitleleri aldatmak için kullandığı bir örtüdür. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi üreten ve SSCB’nin üzerine salan sistem, savaşı Kızıl Ordu kazanınca, birden “demokrasi” kavramına sarılmıştır. Bu planlıdır. Sosyalist ülkeler, “diktatörlükler” olarak adlandırılır ve “demir perde” adı altında düşmanlaştırılırken, kendi ülkelerinde azgınca saldırılar planlamışlardır. ABD, kendi ülkesinde, komünist avı başlatmış ve aykırı sesleri boğmak için azgın bir saldırı ortaya koymuştur. Bunu dünyanın her kapitalist ülkesinde de gördük. Çünkü sosyalist sistem, tüm eksikliklerine rağmen, kapitalist dünya ve sermayenin egemenliği için bir açık tehdit idi.
Burjuvazi, egemen, her zaman, kendi terörünü, kendi diktatörlüğünü, kendi saldırganlığını, uygun kelimelerle gizlemeyi başarmıştır. Demokrasi, oradan kalma bir kavramdır. Kimin için demokrasi sorusu sorulmadan, evrensel bir demokrasiden söz edilemez. Eğer devletin ortadan kalktığı komünist toplumu “demokrasi” olarak niteleyeceksek, eksiktir. Çünkü komünizm, aslında toplumun komünal örgütlenmesidir. Bu da en başta, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ile başlar.
Batı emperyalizmi, her zaman kendi katliamlarını, “demokrasi götürmek”, “medeniyet taşımak” olarak olumlamıştır. Afganistan’a medeniyet götürdüler; gördüğümüz kandır. Irak’a demokrasi taşıdılar; gördüğümüz milyonlarca ölü ve sakat çocuktur. Kendi yağma programlarını, her zaman medeniyet taşımak olarak isimlendirmişlerdir. Afrika’nın her yerine “medeniyet” götürmekten söz ettiler; gördüğümüz, ne varsa onu yağmalamak, kendi ülkelerine götürmektir. Asya’nın her yanını kana bulamışlardır ve Vietnam savaşını, “demokrasinin ve medeniyetin korunması” olarak isimlendirmişlerdir.
Bugünlerde, Batı emperyalizmi, barıştan söz ediyor. Ukrayna’da savaş kışkırtanlar, “barış yanlısı” olarak barış hayali satmaktadır. Tüm Batı, hep birlikte savaş naraları atarken, “barış”tan söz etmektedir.
Her saldırılarını, olumlu bir kavramın ardına saklamaktadırlar. Batı medeniyeti, elleri kanlı emperyalist egemenliktir ve tüm dünyaya bunu “barbarlara karşı savaş” olarak sunmaktadırlar. Bizim ve bizim gibi birçok sömürge ülkenin tanınmış yazarları, çizerleri, okumuş yazmışları, gazetecileri, profesörleri bize durmaksızın, Batı değerler sisteminden, Batı medeniyetinden, Batı insan haklarından, Batı demokrasisinden söz etmektedirler.
Birçok sendikacı bize, sendikacılığın ekonomik haklar için mücadele ile sınırlı olduğunu anlatmaktadır. Bize, işçi sınıfının politikaya bulaşmaması gerektiğini anlatmaktadır. Oysa bizzat sömürü çarkının işlediği fabrikalarda, üretim sürecinin yönetimi, aslında işçilerin politik mücadeleye girişmelerinin elzem olduğunun kanıtıdır.
Bize diyor ki sendikalar, ekonomik mücadele ile sınırlı kalalım. İyi ama, sendikalar, işçi sınıfı politikadan uzak durdukça, ekonomik haklar için de mücadele etmez duruma düşmektedir.
Bize diyorlar ki, ekonomik mücadele dışında bir mücadele gerekli değildir. İyi ama biz görüyoruz ki, her ekonomik mücadele ciddi tarzda yürütüldüğünde, karşısında devleti bulmaktadır ve siyasallaşmaktadır. o