Soruyu başlıktaki gibi sorduğunuzda, “Ortadoğu: Paylaşım mı, devrim mi” dediğinizde, elbette yanıt devrim olacaktır. Ama bu salt bir akıl jimnastiği, bir çeşit beyin jimnastiği değildir. Değildir, zira Ortadoğu’da paylaşım savaşımı son derece hızla ilerlemektedir. Dünyanın beş emperyalist gücü en başta olmak üzere, emperyalist Batı (Japonya da içinde) dünyayı yeniden paylaşmak üzere, hemen SSCB’nin çözülüşünün ardından harekete geçmişlerdir. Mesela Almanya, Doğu Avrupa’nın çoğunu kendi pazarı hâline getirmiştir. Yugoslavya, ABD ve Almanya arasında paylaşılmıştır vb. Konunun bu boyutu yani yeniden paylaşım savaşımının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya arasında başladığının bilindiğini kabul ediyorum. Bu nedenle, ticari ve pazar savaşlarının, Afganistan, Irak, Libya ve en son Suriye işgallerinin üzerine tek tek durmayacağız.
Savaş, aslında çözülmekte olan ABD hegemonyası nedeniyle gündemdeydi.
Cahiliye dönemindeyiz, en azından bizim ülkemizin bazı sol kesimleri ve “aydın”ları için bu bir gerçektir. Bu nedenle bazı noktaları vurgulamamız gerekiyor. Umarım bu yazının akışını fazla bozmaz ve okuyucuyu çok rahatsız etmiş olmayız.
ABD hegemonyası, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen denilebilecek kadar kısa süre ardından başlayan İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan “yeni dünya düzeni” demektir. Biliniyor, bir şeye yeni denildi mi, onun bir eskisi var demektir. Ve eskisi, İngiliz hegemonyasıydı. İngiliz hegemonyasının sonlarında, daha dünya savaşının birincisi tamamlanmadan, Ekim Devrimi, tüm kapitalist dünyayı sarstı.
ABD hegemonyasının ifadesi olan “yeni dünya düzeni”, IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods kasabasında imzalanan ve doların egemenliğini tescilleyen anlaşma (yanılmıyorsam, bu anlaşmayı sadece 46 ülke imzalamıştı, başlangıcı böyleydi) ve elbette emperyalist dünyanın, sosyalist dünyaya karşı, en çok da devrimin olma ihtimali olan kapitalist ülkelerdeki işçi hareketine karşı organize ettikleri ortak savaş örgütü NATO gibi örgütler ve organizasyonlar demektir.
Şimdi, yeniden, “yeni dünya düzeni” ya da bazı devletçi ve NATO’cu aydınların kullandığı gibi, “the great reset” gündemdedir. Yani, artık eskisi ile gitmek mümkün değil. Çünkü SSCB ve sosyalist sistem yok.
Demek ki, sık sık yeni dünya düzeni gündeme gelebiliyor.
Dahası, bugün, “the great reset”i dile getiren Batı emperyalistlerinin bir bölümünden farklı olarak, Çin-Rusya ekseninin dile getirdiği “çok kutuplu dünya” da bir alternatiftir. Mesela BRICS, mesela ŞİÖ gibi organizasyonlar, tek kutuplu dünyanın bittiğinin ilanı gibi düşünülebilir. St. Petersburg’da, tam da İsrail’in İran’a savaşı döneminde gerçekleşen “ekonomik forum”a katılan ülke sayısı 100’ün üzerindedir ve dünyada toplam 200 civarında ülke vardır. Yani, dünyanın yarısından fazlası, ekonomik olarak yüzde %70’i, nüfus olarak %80’i Petersburg forumuna katılmıştır.
Demek ki, “the great reset” diyenler ayrı bir hattır ve bunlar ABD hegemonyasının yerine, farklı (belki de her biri kendi hegemonyasını kurmak ister) bir hegemonya koymak istiyorlar. Ama bu arada, dünyada “çok kutuplu dünya” şekilleniyor.
NATO’cu ve devletçi aydınlarımız ABD hegemonyasının çözülüşünü kabul etmek istemezler. Gözleri bu noktada kördür. Washington’ın ışıkları altında o kadar tavşanlaşmışlardır ki, kaçmayı akıllarına getiremezler ve ancak ve ancak, ABD hegemonyasına biat etmeyi, bir çeşit dua hâline de getirirler. Zaten ellerine geçen her 100 dolarlık banknot, ABD hegemonyasının da kanıtı gibi görünür. Her dolar banknotu, NATO’cu ve devletçi aydın için, elbette “hür dünya”nın, “medeniyet”in ve katliamlarla “özgürlük” taşımanın en kuvvetli kanıtıdır.
Ama her şeyin bir ömrü vardır. Elbette ABD hegemonyasının da bir ömrü vardır ve ABD hegemonyasının çözülmekte olduğunu, efendileri de kabul etmektedir. ABD’de tek devlet mi var diye soruları, biz değil onlar dile getirmektedir. Bu durumu, son 30 yıllık döneme bakarak, hemen her düzeyde görmek, yeterince kanıtlara sahip olmak mümkündür. Eğer görmek istiyorsanız.
Almanya, Japonya daha çok ekonomik açıdan bu hegemonyayı zorlamaktaydı. Ve İngiltere, Fransa bu hegemonyanın sonunun gelmesi için, Almanya ve Japonya ile birlikte, aynı zamanda ayrı ayrı hareket etmekteydi. İngiltere ve Fransa, II. Dünya Savaşı’nın yenilen güçleri arasında olmadığından, onların askerî, siyasi manevra alanları daha genişti.
İş böyle başlamıştır. SSCB’nin çözülmesi, bu süreci hızlandırmıştır.
ABD, NATO şemsiyesi altında Batı’yı bir arada tutmak ve eski düzeni sürdürmek için, çeşitli “ortak düşman” arayışlarını devreye soktu. IŞİD ve İslamî radikalizmin, ABD kontrolünde Avrupa’da ortaya koyduğu eylemler, aslında bu birliği sağlamak içindi. yeterli olmadı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir,” derken, demek çok fazla Rothschild bankeri olarak davranmaktaydı. Erken ötmüştür. Ve ABD, bu sözleri, Biden döneminde, tüm Batı’ya yalatmıştır, “welcome Amerika” bu demektir. NATO toplantısında böyle karşılanmıştır Biden.
Ve Ukrayna savaşı ile, tüm Avrupa, en çok da Almanya, ABD kontrolünü geri çağırmış, iradelerini teslim etmişlerdir. Bugün Alman ekonomisi, büyük ölçüde tahrip edilmektedir.
Rusya ve Çin’e karşı, ABD şemsiyesi altında birleşmek, Çin ve Rusya’yı sömürgeleştirecek bir savaşı kazanmak, bir plan olarak ortaya konmuştur. Ve bu durum, kendi aralarındaki çelişkileri arka plana almalarına olanak verecektir. Bu elbette ABD için iyidir. ABD, hem savaşı ilk iki dünya savaşında olduğu gibi kendi topraklarından uzak tutmayı başarmıştır, en azından şimdilik, hem de kendi yıpranma süresini uzatmıştır. Avrupa, ABD politikalarına teslim olmuştur. İngiltere bu konuda bazı özgünlüklere ya da sinsi politika geleneğine sahiptir.
Suriye savaşı, dünya savaşının ya da savaşın bir yeni aşaması idi.
Ukrayna savaşı, bununla bağlantılıdır ve dönemleri birbirine yakındır. Suriye savaşı 2011’de başlamıştır ve Rusya sahaya 2012’de girmiştir. Ukrayna’da Neonazi darbe 2014’te gerçekleşmiş ve Neonazi rejim, Ukrayna’yı teslim almıştır. Ukrayna’nın sömürge hâline gelmesi için Donetsk ve Luganks önemli görünüyordu ve bu iki bölge, kendi bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Ve nihayetinde Rusya, 2022’de Ukrayna’da operasyon başlatmıştır.
Ukrayna savaşı, Ukrayna toprakları üstünde Rusya ile NATO’nun, ABD’nin savaşıdır. Bunu barış görüşmelerinden de anlamak mümkündür. Bu savaşta ABD yenilmiştir ve yenilginin faturasını Avrupa’ya kesmek istemektedir. Trump, bu yenilgiyi örtmek için vardır.
Trump, Netanyahu tarafından Dünya Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Kendisi, barışı sağlamak için geldiğini ilan etmiştir. Ukrayna’da önce 24 saat, sonra 100 gün vade vererek barıştan söz etmişti. Şimdi, bir yeni 50 gün buna eklenmiştir ve yeni 50 gün süreyi içeren “ültimatom”, kokainci AB yöneticilerini memnun etmemiştir, ültimatom iyi ama, 50 gün süre fazla demektedirler. Oysa, Ukrayna barıştan yana tek bir adım bile atmamaktadır. Zelenski ile Trump’ın Beyaz Saray’da küfürleşmelerini hatırlayın. Trump, her gün başka bir şey söylüyor. Kaç kere Ukrayna’ya askerî yardımı kestik dediler, saymak mümkün değildir.
ABD, Trump manevraları ile savaş alanında (ki bu alan bütün dünyadır) ABD güçlerini yeniden organize etmek, yerleştirmek için süre kazanmaktadır. Rusya ve Çin’in savunmada olan konumları gereği savaşın yayılmasını istemiyor olmaları, ABD’ye yeterince süre kazandırmaktadır.
Bu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın provalarıdır. Bir açıdan bu savaş, III. Dünya Savaşı başladı denilebilir. Bu da yeni değildir. Ama savaşın diğer cephesi eğer Rusya ve Çin ise, böylesi bir dönemde saldırıyor olurlardı. Tersine, savaşın dünya savaşına dönüşmesini istemeyen bu güçlerdir, Çin ve Rusya cephesidir.
İşte bu nedenle, bu cephe ile ilişkili olan, ama nispeten zayıf ilişkilere sahip olan İran’a karşı savaş, devreye sokulmuştur. Adına, şimdiden “12 gün savaşı” deniliyor. İsrail, İran’a saldırmıştır. Bu saldırıyı ABD desteği ile yapmıştır ama, bu saldırıda ABD, baştan dediği gibi biz işin içinde değiliz konumunu sürdürememiştir. Ve ABD bombardıman uçakları, İran’ın nükleer tesislerini, önceden haber vererek bombalamıştır. Yani ABD açıkça savaşın içine girmiştir. İran’a da kendi üssüne saldırma olanağını tanımıştır.
Böylece ortaya bir “barış” mı çıktı?
Elbette değil, bir çeşit moladır ve bu mola, daha yeni savaş adımlarının atılacağının kanıtıdır.
Burada durmamız gerekir.
“Ortadoğu’da bir İsrail hegemonyası”ndan söz etmek doğru değildir. Evet, İsrail, Gazze’de bir soykırım ortaya koymuştur. Evet, İsrail Hizbullah’a etkili darbeler indirmiştir. Evet, İsrail İran’a karşı etkili saldırılar yapmıştır, suikastlar gerçekleştirmiştir. Ama buna “İsrail hegemonyası” demek doğru değildir. İsrail kadar TC devletinin de etki alanı artmıştır. Bu durum, gerçekte, ABD hegemonyasının ortaya çıkış hâlidir. ABD, savaş planları için Ortadoğu’da epeyce yol almıştır. Suriye düşmüştür ve bölüşülmektedir. Bu durum, İran’a karşı saldırı için yeni olanaklar demektir ve bunun ilkini gördük. Bu, gerçekte ABD hegemonyasıdır.
Ama İran’a karşı savaş, aynı zamanda bir kara savaşını gerektirmektedir. Şimdi, bunun için hazırlıklar yapılmaktadır.
Görebildiklerimizin bazıları şunlardır:
– Ermenistan’da Paşinyan yönetimi, Rusya ile ilişkilerini kopartma yönünde adımlar atmaktadır. En son, Ermenistan yetkilileri, “bizim ülkemizin bir toprağını üçüncü bir ülkeye vermemiz düşünülemez,” demektedir. Oysa bu talebin kaynağı, açıklamada yoktur. Yani, hangi üçüncü ülke bu toprağı istemiştir ve nasıl istemiştir? Bunun yanıtını bilmiyoruz. Acaba ABD’nin böylesi bir talebi mi olmuştur? Ama bu açıklama, Dubai’de Paşinyan ve Aliyev görüşmesinin ardından gündeme gelmiştir. Acaba Aliyev, Paşinyan’a böylesi bir teklif mi götürmüştür? Götürmüşse, bu üçüncü ülke kimdir? Rusya’dan uzaklaşma isteğinin kuvveti, gözleri kör edici bir cazibeye mi sahiptir?
Elbette Ermenistan halkı kendi seçimini yapar. Ama görünen o ki, savaşın yeni alanlarından biri olmaya doğru evrilmektedir. ABD’nin bir halkı, bir ülkeyi savaş alanına çevirmekte, bugün, büyük çıkarı vardır.
– Aynı anda, Aliyev, Zelenski ile görüşmüş, Bakü’de Sputnik bürosu basılmış, çalışanlara işkence yapılmıştır vb. Bunlar, İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısının sonrasında gündeme gelmiştir. Tam da kara gücü arayışının içindedir. Bakü’de İsrail ve HTŞ görüşmesi de bunun bir parçasıdır. Aliyev, Rusya’nın kaybetmekte olduğunu düşünüyor olmalıdır. Bir tehdit ve bir elma şekeri birlikte devreye sokulur, tehdit açık olmalıdır, elma şekeri de “büyük Azerbaycan” olarak İran’ın Azeri nüfusunun yaşadığı toprakların verilmesi olarak mı masaya konmuştur? Bilmiyoruz. Ama İran’daki Azeri nüfusun Azerbaycan nüfusundan kalabalık olduğu biliniyor. Öyle ise, buradan nasıl bir yeni denge çıkar?
– Kürtlerin, en azından bir bölümünün İran’a karşı savaşta yer almasının istendiği bir sır değildir. Kürtlere, ya Gazze’deki gibi katliamla yüz yüze kalırsınız ya da ABD politikalarına evet dersiniz, denmektedir. Bunun nasıl formüle edildiğini elbette bilmiyoruz. Buraya döneceğiz.
– Türkiye, bir kara gücü olarak İran’a karşı savaş için hazırlanmaktadır. Bu çerçevede NATO devrededir. CHP’ye karşı saldırılar da bunun bir parçasıdır, Kürt meselesi için barış planları da bunun bir parçasıdır. ABD, muhtemelen TC devletine, İran’a karşı savaş karşılığında “bir koyup beş almak” önerisinde bulunmuş olmalıdır. Erdoğan’ın, Arap, Türk, Kürt bir arada millet ve ümmet olarak yaşamaktan söz etmesi, tam da ABD’nin Türkiye büyükelçisi Barrack tarafından dile getirilen Osmanlı sisteminin ardından gündeme gelmiştir. Türkiye, İran’a askerî operasyona karşılık, Suriye’den Halep’i kendine bağlama teklifini mi değerlendirmektedir? Arap, Kürt, Türk denilmektedir, bu vesile ile, Çerkes, Laz, Ermeni, Süryani ve Rum şimdiden silinmiştir.
Yine, İletişim Başkanının değiştirilmesi, İran savaşının bir parçasıdır. Altun, Saray’ı alkışlamaktan öteye gidemiyor ama yeni başkan, muhtemelen, Saray’dan daha bağımsız ve İran’a karşı psikolojik ve ideolojik savaşın görevlisi olacaktır. İran’a karşı, kapsamlı bir savaş psikolojisi yaratılacaktır. Bu kara propagandanın her türünü önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Bizi en çok ilgilendiren, Kürt hareketinin durumudur.
Eğer “barış” olmasın mı diye sorulacaksa, şimdiden söyleyelim ki bu, tartışmayı boşa çıkartma girişimi olur. Biz elbette barıştan yanayız. Ama hangi barıştan? Diyelim ki, Gazze’de barış, eğer İsrail’in son projesinde olduğu gibi, Filistinlilerin kampa kapatılması demek ise, bundan yana olmayız. Buna İsrail barış diyebilir ve teknik olarak da öyle görünebilir. Ama bu barış değildir. Bu Filistin halkının bir toplama kampına kapatılması demektir. Hiçbir esaret, barış diye sunulamaz.
TC devleti ile Kürtler arasındaki barış böyle olacak demiyoruz. Bu konuda Kürtlerin iradesini temel alırız. Ama konuyu tartışırken, söylenecek her söze “siz barıştan yana değil misiniz” diye sorulmasını da olumlu kabul etmeyiz.
“Devlet, eğer Kürtlerin de devleti olacaksa, Kürtler bu devlete niye silah sıksın?” diye sormak, devleti anlamamaktır. Devlet, ne Türklerin devletidir, ne de yarın Kürtlerin ve Türklerin devleti olacaktır. Devlet egemen sınıfın devletidir. Sermaye sahiplerinin etnik kimliği, gerçekte bir öneme sahip değildir. Diyelim ki Küba’da, devrimi gerçekleştirenler, egemene silah sıkmışlardır. Oysa o devlet, “Kübalıların devleti”ydi.
Allah akıl sağlığımızı korusun.
Devlet, her zaman ve her yerde, egemen sınıfın devletidir. Ve o devleti yıkmak isteyen diğer sınıflar, o devlete karşı savaşırlar, silahlı ya da silahsız. Sınıf savaşımı budur. Kürtlerin TC devleti ile yapacağı barış anlaşması, devletin sınıfsal kimliğini ortadan kaldırmaz. Kürtler için adil bir barış, Kürt kimliğinin tanınmasıdır ve bu zaten, fiilî olarak 1992’de gerçekleşmiştir. Bu fiilî hâlin, resmîleşmesi, büyük bir kazanım demektir. Bu sadece Kürtler için değil, biz devrimciler için de bir kazanımdır. Biz Türkiye devrimcileri meseleye böyle bakarız. Ama ne olursa olsun, ne denli onurlu bir barış anlaşması yapılırsa yapılsın, devlet, Türklerin olmadığı gibi, Kürtlerin de devleti hâline gelmez. Dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfının kurtuluşunu öne koyan devrimciler, o devletin oradaki halkın adı ile anılmasına bakarak, o devlete karşı savaşmamaktan söz edemez. Fransız işçi sınıfı, Fransız devletine karşı savaşırken, onun kendi devleti olmadığını bilir. O devlet, Fransız burjuvazisinin devletidir. Ama o devlet kendini, tüm “ulusun devleti” olarak, egemen sınıf kendi çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak sunar. Egemen sınıf, kendini milli kimlikleri ile ifade etmez. İngiliz egemenleri içinde İngiliz olmayan da o egemenlerin içindedir. Sermayenin devleti denildi mi tam da bu anlaşılır.
Tam da bu aynı nedenle, Türkiye’yi Müslüman halklar kurdu, demek de hatalıdır. Eğer işgale karşı savaşanlar diye söz ediliyorsa, bunun tüm Türkiye halkları olması gerekir, ki içlerinde Müslüman olmayanlar da vardır. Kaldı ki Türkiye, en başından beri, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak kurulmuştur ve bu özelliğini her fırsatta ortaya koymuştur. İmha ve inkâr siyaseti ile, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak kurulmak, birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Konumuza dönelim. Kürt sorununun bugünkü durumuna bakalım.
ABD’nin yeni Türkiye elçisi Barrack, aynı zamanda Suriye özel temsilcisidir. Yani hem Türkiye hem de Suriye büyükelçisi olarak adlandırılabilir.
Şunları söylemiştir:
“SDG makul olur ya da başka alternatif gündeme gelir.”
“SDG’ye ebediyen dadılık edemeyiz.”
“Suriye’de federal yapıya destek yok”
“SDG’ye bağımsız bir özel bölge borcumuz yok.”
“Bizim yardımımıza ihtiyacınız yoksa, HTŞ-SDG kapışsın.”
“SDG YPG demektir, YPG de PKK’nin uzantısıdır.”
Tüm bunlara rağmen, Pentagon, 2026 bütçesinde SDG için 130 milyon dolarlık destek koymuştur. Bu geçen yıl, 150 milyon dolar idi.
Bu sözler ile, Erdoğan’ın ümmet ve milletler diye söz ettiği şey, birbiri ile paraleldir. Ve İran savaşına karşılık TC devletine uzatılan elma şekeri budur.
Yanlış anlaşılmasın, biz burada ABD ve TC devletinin politikasını ortaya koyuyoruz. Bu politika, içeride ve dışarıda savaş politikasıdır. Bu savaş politikasını çizen, belirleyen ABD ve NATO’dur. Saray Rejimi, 2023’teki hileli seçimlerle, Kılıçdaroğlu daha çok oy aldığı hâlde Erdoğan’ın başkan ilan edilmesi ile, yeni bir yapılanmaya girmiştir. İki noktayı vurguluyoruz: Bir, ekonomi, alacaklılara, uluslararası bir konsorsiyuma devredilmiştir ve Şimşek, öncelikle bunların memurudur. İkincisi, gizli bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesinin bakanları değildir önemli olan, önemli olan bu gizli savaş kabinesinin NATO’nun uzantısı olmasıdır. Bu nedenle, Saray’a muhalif diye ortaya çıkan Kemalistler, tüm şürekâsı ile Saray’a bağlanmıştır. Bu açıdan iç cephenin tahkim edilmesinde bir ilerleme sağlamışlardır. Artık, TC devleti içinde, İran’a savaş planlarına karşı duracak etkili bir güç yoktur ve Kemalistler, ümmetçiliği de öğrenmektedir. Elbette tek tek sesler çıkabilir ama bunlar hem azalmaktadır, hem de bir güç olmaktan çok uzaktadırlar. Saray’a bağlanmaları da bu demektir.
Bu vesile ile tekrarlamamız gerekir, anti-emperyalist çizgi, anti-kapitalist bir çizgi değilse, asla tutarlı olamaz. Tutarlı bir anti-emperyalizm yoksa, emperyalizme karşı söz söylemek, sadece söz söylemektir ve hiçbir işe yaramaz. İster İslamî bir çizgiden gelsin, ister Kemalist bir çizgiden gelsin, anti-kapitalist olmadığı sürece, bir anti-emperyalist çizgiyi sürdüremez. Anlık heyecanlar, anlık eylemler ortaya çıkabilir. Bunlar da içinde yaşadığımız çağda, bir şey ifade etmezler.
“Komünistlerle Kemalistlerin birliği” hattı, şimdi ümmet gerçeği ile karşı karşıyadır. Kemalistler Saray’ın eteklerine dizilmektedir. Gerçek anlamda komünistlerin yeri, bu hattın tam da karşısındadır.
Kürt sorunu konusunda ortaya çıkan yeni hamleler, Öcalan’ın söylediği gibi devlet tarafından başlatılmıştır. Daha çok NATO demek yerinde olur. Öcalan NATO’dan söz etmiyor. Ama bu masayı onlar kurduğuna göre, bazı sözlerine bağlı kalacaklarını varsaymak mümkündür. Gerçekten “mümkün” müdür? NATO politikası, bu açıdan, bir garanti değildir, olamaz. Dünyada süren savaşımı anlamaktan uzak bir çizgidir bu.
İsrail bu hattın içindedir. NATO ve ABD olmadan İsrail’den söz etmek yerinde değildir. Elbette İsrail’in bazı eylemleri olabilir. Ama Ortadoğu politikası, ABD politikasıdır. İsrail’in Öcalan’ı öldürmesi diye bir şey gündeme gelmez. İsrail, NATO ve ABD dışında bir güç değildir. Ama elbette Kürt hareketinin liderlerine karşı her türlü saldırı beklenendir.
Öcalan, son mesajında, kimin hangi adımı atacağına bakmadan, adım atın, demiştir. Buna bağlı olarak, 12 Temmuz’da, 30 PKK’li silahlarını, büyükçe bir kabın içinde yakmışlardır. Besê Hozat, grubun başındadır ve “bu siyasal bir eylemdir,” demiştir. Besê Hozat, şimdi, sıranın TC devletinde olduğunu söylemektedir. Yasal ya da anayasal düzenlemeleri beklemektedirler. Sıra TC devletindedir. Yanlış anlaşılmasın, elbette savaşan iki taraftan biri diğeri ile görüşmek istiyorsa, bu görüşmenin gerçekleşmesi, tarafları konumlarından uzak noktaya götürmez. Bunun otomatik bir işleyişi yoktur.
Silahların yakılması, kuşku yok ki simgesel anlamda önemlidir. Yakma, bu defteri kapatmak anlamına gelmektedir diye düşünmek mümkün. Silahlar yakılırken, “Biz de Amed’de, Ankara’da, İstanbul’da siyaset yapmak isteriz,” denilmiştir. Muhtemelen yasal siyasetten söz ediliyor olmalıdır, yoksa zaten PKK, Amed’de, İstanbul’da, Ankara’da siyaset yapmaktadır.
Sürecin bugünkü aşamasında, devlet cephesinden iki adım gelmiştir; ilki, Esenyurt Belediye Başkanının, hakkındaki iki davadan biri olan “kent uzlaşısı” nedeniyle terör örgütü ile bağlantılı olma iddiasından beraat gelmiştir. Kendisi içeriden çıkamamıştır. İkincisi ise Erdoğan’ın sözleridir. Erdoğan, AK Parti kampında, “yeni devlet”in işaretlerini vermiştir, ümmet ve millet üzerinden “açılım” yapmıştır. Bu ikinci adım, Kürtlerin ümmetin bir parçası olması anlamında bağlantılı gibi görünse de, aslında farklı bir gündemdir. Öyle ise, aslında devlet tarafından gerçekleştirilen sürece ilişkin adım, son derece zayıftır, neredeyse yok gibidir.
Hattâ Erdoğan, fırsat bu fırsat, DEM Partiyi Cumhur İttifakına da katmıştır. Ne ki, DEM Parti adına Buldan, bizim ittifakımız sadece süreçle ilgilidir demek için zaman kaybetmemiştir.
Solun, devrimcilerin, meseleye seçim meselesi olarak bakması büyük hata olur. Böylesi bir durum yoktur. Anayasa tartışmaları da içinde esas mesele seçim değildir. Dışarıda ve içeride savaş politikasının doğru anlaşılması gerekir. Meseleyi seçim meselesi olarak ele aldınız mı, hemen, acaba DEM Parti Saray ile işbirliği mi yapacak, soruları gündeme gelecektir. Oysa, bu soru defalarca sorulmuştur ve Kürt hareketinin pratiği bunun dışındadır.
Şimdi, TC devletinin adımlarını göreceğiz. Masayı devlet kurmuş ise bir adım atacaktır, diye düşünülmektedir.
Tüm bunlar, Suriye savaşı sonrası, ABD’nin bölgedeki hegemonyasının arttığının işaretleridir. ABD, bu hegemonyası için, İsrail ve Türkiye’ye görevler vermiştir. Ve bu görevler, bölgenin yeniden paylaşımı ile bağlantılı görevlerdir.
Muhtemelen, Trump’ın, Ukrayna için Rusya’ya 50 gün süre veren “ültimatom”u, bu süreçle de bağlantılıdır. Demek ki, yaz bitmeden, sonbaharın başında bir şeyler planlanmaktadır. Bu onların planıdır, ama biliyoruz, önceden 24 saat vardı, sonrasında 100 gün söz konusu oldu. Ve Trump, yarın başka bir tarih verir mi bilmiyoruz.
Soru açıktır: Ortadoğu yeniden paylaşılmak istenmektedir. Bu yeni de değildir. Bugün, İran savaşı ile bu süreç yeni bir aşamaya geçmektedir. Bu savaş için, İran ile sınırları olan ülkeler de devreye sokulmaya çalışılmaktadır. Ermenistan ve Azerbaycan’ın nasıl hareket edeceği henüz belli değildir. Ama görünen o ki, bu konuda yol alacak gibidirler. En azından istekleri budur. Suriye sonrası durum, İran’ın hedefe konmasıdır. Türkiye ve İsrail, zaten bu konuda görevlidir. Kürtler bu savaşa eklenmek istenmektedir. Barzani hareketi zaten buna çoktan hazırdır. SDG ve PKK’nin buna zorlandığını anlamak zor değil. Bunu biz nasıl görebiliyorsak, bunu Kürt hareketinin de görebildiğini varsaymamak, aptallık olur. Onlar da bu sürecin farkındadır.
Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı, NATO’nun, ABD ve İngiltere’nin planlarıdır. Emperyalist güçlerin bölgeyi dizayn etmesi, hiçbir halka, bölgedeki işçi ve emekçilere hiçbir şey kazandırmaz. Bu planlar, işçi ve emekçilerin, halkların kazanımları için yapılmaz. Tarihin hiçbir döneminde yapılmamıştır, bugün de yapılmaz.
Öyle ise, mesele, bu paylaşım savaşımı içinde, sosyalist bir çıkışı gerçekleştirmek meselesidir. Tüm bölgede işçi sınıfının devrimci öncülüğünde bir bölge devriminin de dinamikleri oluşmaktadır. Bu sadece ufka bakınca görülen bir durum olmaktan da çıkmaktadır. Bölgedeki kaynama, gerçekte, devrimci hareketlerin doğru çizgisi ile bir devrime evrilebilir. Bu, bölgedeki her parçada geçerlidir. Bölgemizin en gelişmiş işçi sınıfları, Türkiye, İran ve Mısır’dadır. Ancak bununla sınırlı değildir.
Bölgemizde paylaşım savaşımı işlemektedir, ama aynı anda bir devrimin mayalanmakta olduğu da açık ve nettir.
Evet, bölgemizde sosyalist devrimler bir hayal olarak görülebilir. Çünkü, bölgede devrimci hareketlerin ve işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Ama hayat her zaman sürprizlere gebedir. Diyalektiğin yasaları her yerde işler. Bölgede her ülkede, egemen ile işçi sınıf arasındaki mücadele sürmektedir. Bu mücadele, elbette bugün bir yandan emperyalizme karşı savaş, diğer yandan ise kendi ülkesindeki egemene karşı savaşla birleşmektedir. İşçi sınıfının kurtuluşunu temel almadan, emperyalizmin ülkeden veya bölgeden kovulması mümkün değildir. Güçlerimiz zayıf diye bu yoldan yürümemek, bir mazeret ya da daha da kötüsü bir strateji olamaz. Gözümüzü sadece gelişen savaşa, emperyalist paylaşım savaşımına dikersek, sadece oraya bakarsak, elbette karanlıktan başka bir şey göremeyiz. Ama bu karanlık, bu kan gölünün içinde, işçi sınıfının devrimci rotada örgütlenmesi için, her zaman zemin vardır. Başka ülkeleri yeterince bilmediğimiz açıktır. Ama Türkiye’de işçi sınıfının iktidarı alması, tüm bölgedeki dengeleri ve hesapları değiştirecek bir güç demektir.
Biz gözümüzü, devrime, işçi sınıfının örgütlülüğüne dikmekteyiz. Enternasyonal bir çizgiden kopmadan, ülkemizde işçi sınıfının örgütlenmesi, bugün temel meseledir. Eğer buradan bakarsanız ve eğer gerçekten de bu mücadelenin içinde yer alırsanız, gelişmelerin cevahiri karartmamıza neden olmayacağını da görmek mümkündür. Gelişmelerin içinde olumlu olanı da görebilmeyi başarmak gerekir.
Ülkemizde bir devrim gelişmektedir. Elbette güçlerin zayıflığı, işçi sınıfının örgütlülüğünün geriliği bir veridir. Ama gelişmekte olan devrim de bir veridir. Sınıf mücadelesi kendi yasaları ile işliyor, işler. Biz devrimciler, seyredenler değiliz. Biz, gelişmekte olan devrimin çizgilenmiş sesiyiz. Öyle ise, örgütlülüğün geri olması, zayıflık, bugüne aittir ve devrimci irade bu zayıflığı yenmek, aşmak zorundadır.