Kapitalist-emperyalizm, sömürgeler ve emperyalist devletlerden oluşan bir yapıdır; bu şekilde işleyişini sürdürür. Bu süreğenlik içerisinde emperyalist devletler arasında tekelci rekabet tüm şiddeti ile sürerken, emperyalist kamplar, ittifaklar bir süre sonra bozulmak üzere yeniden ve yeniden oluşmaktadır. Sömürge devletler ise emperyalist efendilerinin proje, programlarını uygulamak ile yükümlü, ait olduğu sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda, kendisine verilen görevi gerçekleştirirler.
Bugün sömürge olan İsrail devletinin, katliamcı ve soykırımcı sınır tanımazlığı, İsrail halklarının çıkarını mı, ABD’nin paylaşım savaşımı içindeki çıkarlarını mı korumaktadır? İsrail devleti aldığı bu konuma öylesine uyum sağlamıştır ki, günlük bilinçle bakan bir kişi, ABD’yi İsrail lobilerinin yönettiğini bile düşünebilir.
Ancak başına ABD’nin geçtiği ve kapitalist-emperyalist düzenin yeniden şekillendiği II. Paylaşım Savaşı sonrası süreçte, İngiltere’nin Osmanlı’dan ele geçirdiği bu toprakları, İsrail devletinin kurulması üzere gönüllü bir şekilde terk etmesi, Ortadoğu’da komünizmi sınırlamak ve emperyalizmin petrol sahalarının koruma altına alınması için değil midir?
Eğer İsrail’in bugünkü sınır tanımaz soykırım ve yayılmacılığı için Yahudilik ile ilgili teolojik ya da ülküsel motivasyonlar aranıyor ise hatırlanmalıdır ki Yahudiler Osmanlı’da, Çarlık Rusyası’nda ve Avrupa’da yaşıyorken de Tevrat’a inanıyorlardı. Tevrat o gün onlara, içinde var oldukları toplum içinde barış içinde yaşamayı, dinlerine sıkı sıkı bağlanmayı ve ayrı bir devlete gerek duymamalarını emrederken, aynı Tevrat neden bugün soykırım ve işgal emretmektedir?
Hem ABD hem de İsrail devleti, İran devleti ile dahi kıyaslanamayacak derecede, gerici yobaz ve kökten dinci bir ideolojiye sahiptir. Ve İsrail devletinin mutlaka dinsel ve ülküsel dürtüleri vardır ancak ulusal çıkarlar adı altında dökülen bu ideolojik sos en başta İsrail halklarını ikna etmek için gereklidir.
İsrail devletinin kökten dinci ve gerici, yobaz bir karaktere sahip olması, ABD’nin bir ileri karakolu olduğu hattâ ABD ordusuna bağlı bir kolordu gibi davrandığı gerçeğini değiştirmez. İsrail devleti ABD’nin Ortadoğu’da tesis edilmiş büyükçe bir askerî üssüdür. Bu görevine sadık olduğu sürece de ne demokrasi, ne insan hakları, ne de bir başka nedenle sınırlanmayacaktır. İsrail devletini sınırlandıracak tek şey bölgemizde gerçekleşecek bir sosyalist devrim olacaktır.
Lenin Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm çalışmasında, emperyalizmi tarif etmek için, üretim ve sermayenin yoğunlaşması, yani tekelci hâkimiyetin belirleyiciliği, sanayi sermayesi ile finansal sermayenin içi içe girmiş olması, sermaye ihracı, dünyanın pazar olarak paylaşılmış olması, dünyanın teritoryal (jeopolitik) olarak paylaşılmış olmasını işaret eder. Bu beş madde bir sistemin temel bileşenleri ve bu bileşenlerin birbirleri ile ilişkilerini tarif etmek için verilir. Yani bir emperyalizm cetveli vermez.
Örneğin Rusya ve Çin’in diğer ülkelere DYY (doğrudan yabancı yatırım) aktarması, bu ülkeleri emperyalist yapmaya yetmiyor. Aynı mantıkla, sermaye ihracı temel alındığında, ABD’ye en fazla DYY yapan ülke Kanada’dır ve bu noktadan hareketle, ABD Kanada’nın sömürgesi gibi görünebilir.
Kapitalist emperyalizm, iktisadî ve siyasal olarak bir dünya sistemidir. Bu sistem kendi paylaşım ve sömürgeleştirme mekanizmaları üzerinden yükselmektedir. Savaş, siyasetin farklı araçlar ile devamıdır ve emperyalizm savaşsız var olamaz. Yani Lenin’in işaret ettiği dünyanın pazar olarak ve teritoryal olarak paylaşımı, emperyalist paylaşım savaşımı dışında yeniden düzenlenemez.
Kurulu düzen bozulmadan bir başka düzen onun yerine geçemez. Buradan çıkışla, hiçbir sömürgenin herhangi bir kalkınma modeli ile bağımsız hâle gelemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir kapitalist ülkenin, dünya sistemi olan kapitalist-emperyalist sistem içinde bulunduğu yeri kendi iç dinamikleri üzerinden belirlemesi mümkün değildir.
Sömürgeden bağımsızlığa, bağımsızlıktan emperyalizme bir evrim yoktur. Bu anlamı ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın, daha iyi sömürge olmaktan başka bir anlama gelmediğidir.
Mesele, kapitalist-emperyalist sistemin dışında, daha doğrusu karşısında yer alabilmektir. Eğer bu gerçekleşmiyor ise kendinizi istediğiniz kadar ulusalcı, anti-emperyalist olarak tanımlayın, sonuç değişmeyecektir. “Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diye konuyu özetliyor Henry Kissinger.
Aynı İsrail’in kuruluşu örneğinde gördüğümüz gibi, orada bir ileri karakola ihtiyaç duyan kapitalist emperyalizm, Akdeniz’de büyükçe bir uçak gemisi ya da füze rampasına ihtiyaç duyduğunda, “Kıbrıs, Kıbrıs halklarına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diyecektir. Bunun anlamı ise Akdeniz’de de Kıbrıs halklarının her barış ve özgürlük talebinin, daha fazla kan ile karşılık bulması olacaktır. Bugünlerde adaya yapılan yığınak ve tahkimat gözden kaçırılmamalıdır.
Milli menfaatler mevzubahis olduğunda, gerisi teferruattır. Bu yazının konusu ise işte bu geride kalan teferruatlardır.
Bir teferruat olarak kırmızı kazağı ile Bodrum kıyılarında 6 yaşında can veren Aylan Kurdi, aslında Suriyeli bir Kürt teferruat olarak ölürken, bundan fazla değil 150 yıl önce Suriye’den Bodrum’a gelseydi, bir kaçak değil, kendi toprağında dolaşan bir çocuk olacaktı ve eğer Ege adalarına geçmeyi başarabilseydi, yine kendi toprağında özgürce dolaşan bir çocuk olmaya devam edecekti. Ama öyle olmadı, her devlete bir millet lazımdı ve her devletin teferruatları İngiliz cetveli ile petrol kuyularına göre bir şekilde ayrılmış oldu.
Milliyetçilik sınıflara göre bölünmüş kapitalist toplumu, ulus temelinde ele alarak zaten bilimsel gerçekliği eğip bükmektedir. Ancak konu tarihsel, toplumsal temelde ele alındığında görülecektir ki, milliyetçilik aslında kendi toprağına ve kendi toplumuna ihanet etmenin en kestirme yoludur.
- Mehmet, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantiniyye’yi fethetmeye karar verdiğinde, bir şehri değil, Roma İmparatorluğu’nu fethetmeye karar verdiğini biliyordu. Bunu fetihten hemen sonra kendine Kayzer-i Rum demesinden anlayabiliyoruz.
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya, ister Büyük İskender’in fethettiği coğrafyadan, ister Roma İmparatorluğu haritasından, isterseniz de Osmanlı izdüşümünden ele alın, her seferinde içinde yer aldığımız bölgemiz, uygarlığın merkezine oturan bir bütünlük olarak ortaya çıkaracaktır. Bunu ister dinler tarihinden, isterseniz fetihler tarihinden, isterseniz de medeniyetler tarihinden yola çıkarak ele alın, sıklıkla Mısır ve Hindistan’ı kapsayan ve bazen de olduğu gibi Kuzey Afrika’yı yani Mağrip’i kapsayan coğrafî, kültürel bir bütünlüğe ulaşmış olursunuz. İşte tam da bu sebeple Aylan Kurdi zaten kendi topraklarında dolaşırken ölmüş oluyor.
Doğu-Batı çelişkisi adı verilen ve kendini hem İmparatorluk Roması’nın idarî örgütlenmesinde ifade eden, hem de Ortodoks ve Katolik ayrımında ifade eden ayrım, asla Hıristiyan ve Müslümanlık olarak ortaya çıkmamıştır. Bu ayrım Konstantin’in Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkentini İstanbul’a taşıması ile başar.
Roma İmparatorluğu’nu bir arada tutabilmek için her bölgede kendi tanrısı olan paganlık değil, soyun anneden yürüdüğü ve dâhil olmak için pek çok şartın gerektiği Musevilik değil, aslında bir mazlum olarak çarmıhta can vermiş olan İsa’nın dini çok daha elverişli görünecekti. Konstantin her ne kadar kendisi bir pagan olarak ölmüş olsa da, bugünkü Hıristiyanlığı İznik’te inşa etmiş olan kişidir. İznik Konsilinde atılan temeller sayesinde Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’ndan belki de bin yıl daha fazla yaşayacaktır.
Ortodoks ve Katolik ayrımı basit bir ayrım değildir ve Katolik Haçlı orduları Kudüs’ten önce İstanbul’u tam bir truva atı hilesi ile yerle bir edecek ve hiçbir kutsallığa saygı göstermeden değerli gördüğü ne varsa yağmalayacaktır. Fetih sırasında Doğu Roma ordusunun başkomutanı ve Konstantinopolis’in en zengin kişisi olan ve servetini şehrin savunmasında harcamaktan çekinmeyecek olan Lukas Notaras “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense, Türk sarığı görmeyi yeğlerim,” diyebilmiştir. Çelişki bu kadar köklüdür. Bir yanlış anlama olmaması için, Notaras’ın fetihten sonra 10 yıl boyunca gerilla savaşı ile şehrin direnişini devam ettirdiğini ve bu direniş sırasında can verdiğini belirtelim. Yani ortada hiçbir şekilde Osmanlı taraftarlığı yoktur. Doğu’nun zenginliğinin, Batı’nın yağmacılığına karşı direnişi vardır.
Fatih Sultan Mehmet’in bu nesnelliği tamamen doğru okuduğu kesindir. Çünkü Roma’nın devamcısının Ortodoks ya da Müslüman olması eğer Roma’nın bütünlüğü korunabilirse çok da önemli değildir. Gerçekten de Papa II. Puis, II. Mehmet’in Hıristiyan olması şartı ile Şark’ın ve Greklerin imparatoru unvanını vereceğini ilan etmiştir. Bu arada bütün İslâm teamüllerinin karşısında yer alarak, elinde tuttuğu bir gül ile kendi portresini çizdirmiş olan II. Mehmet’in dinini tartışmak bizim açımızdan çok da gereli değildir. Ancak Roma İmpratorluğu’nun devlet örgütlenmesini neredeyse tamamen içerecek şekilde yapılandırdığı Osmanoğlu beyliğini bir imparatorluk hâline getirebilmesi, II. Mehmet’in bilincini ve ufkunu göstermesi açısından önemlidir.
Söz konusu imparatorluk, Fas’tan Yemen’e, Yemen’den Tiflis’e, Tiflis’ten Budapeşte, Macaristan’a kadar alanı olan, bu coğrafyadan beslenen ve bu coğrafyayı etkileyen fetihçi bir imparatorluktur. Ve fethettiği alandan çok daha geniş bir alana yayılmış olan etkisi üzerinde durmak çok da gerekli değil ama Viyana kahvesinin, Kanuni’nin Viyana yenilgisi sırasında bıraktığı kahvelerden çıktığı söylencesini ya da İtalya’da hayranlıkla Osmanlı gibi giyinen ve bu sebeple yoksul halk tarafından Osmanlı paşası zannedilerek linç edilen soylulardan bahsetmeden geçmeyelim. Bölgede yaşayan halkaların birbirine entegrasyonu, birbiri ile etkileşimi imparatorluğun sağladığı nesnellik üzerine gerçekleşmiştir. Suriye’nin humusu ile Balkan’ın rakısının aynı masada buluşması bu nesnellik üzerinde vücut bulmuştur.
Burada mesele bir bey sarayı ve onun askere hazır tuttuğu tebaası, bir-iki cami, medrese, hamam ve kadılıktan müteşekkil külliye ile tesis ettiği ve aldığı vergi ve elde ettiği devşirmelere bakan yüzeysel bir egemenliği yüceltmek değildir. Osmanlı pragmatisttir.
Viyana’ya İslâm’ı götürmek için seferlere çıkan Osmanlı, Fatih ilçesinde Samatya’nın, Kumkapı’nın, Yedikule’nin İslâmlaşması ile çok şükür ki hiç ilgilenmeyecektir, zira bu semtlerin İslâmlaşmasında Osmanlı’nın menfaati yoktur.
Ancak imparatorluk hâline gelirken, Roma mirasını teslim almayı hedefleyen bir ufuktan, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasına gelmek gerçekten acınasıdır ve bu trajedide komediye yer yoktur. Katliamlar kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın, bu devletin kendi halklarına kusturduğu acının tarifi yoktur ve komedi burada yer bulmaz.
Bölgemizde kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadele eden bir devrimcinin, Lozan ile çizilmiş sınırlar üzerinden kendini sınırlaması tarihsel, toplumsal derinliği yitirmenin açık bir itirafıdır. Bölgemiz ve dünya ile ilgili kapitalist-emperyalizmin çizdiği sınırları aşamamak, ufuk darlığıdır.
Bugün insanlar cenazelerini nasıl kaldıracaklarını, düğünde nasıl dans edeceklerini bilmiyorlarsa, bu, insanların, kökü olmayan, tarihi, geleneği olmayan ahlâkî değerlerin yüz yıllık deneyimleri değil anlık çıkarları yansıttığı bir köksüzlüğe, yüzeyselliğe mahkûm olmasındandır.
Çünkü ister Rum, ister Ermeni, Kürt, Çerkes vb. bir halktan gelen ve varlığını devam ettirmek isteyen her aile kökünü hiçbir fikri olmadığı Orta Asya’ya dayandırmak zorunda kalmış, soyadı olarak Öztürk vb. almıştır. Roma’dan gelen ve Osmanlı’da devam eden binlerce yıllık gelenek yerini korku, biat ve kişiliksizleşmeye bırakmıştır. Bu olağanüstü bir fakirleşmedir ama olsun Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.
Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, halifeliğin ve patrikhanenin birlikte yer aldığı bir şehirde, bu etki alanını bir kenara bırakarak, kendi içine dönmenin ve kendi halklarına kan kusturmanın burjuva anlamda bile karşılığının olmadığı kesindir.
Bu davranış bir burjuva egemenin değil, itaatkâr bir sömürge hizmetkârının eseri olabilir ancak. Bu anlamı ile Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diyerek kendi içinde halklarına kan kusturan kâhyalar, II. Mehmet ile tamamen zıt konumlara yerleşirler. Fatih imparatorluğu temsil eder, bunlar sömürgeleşmeyi. Fatih egemenin ufkunu gösterir, bunlar hizmetkârın itaatkârlığını.
İmparatorluktan sömürgeye geçiş sürecinde Osmanlıcılıktan İslâmcılığa, İslâmcılıktan ise Türkçülüğe geçiş bir serbest düşme hareketi değildir. Küçük Kaynarca Anlaşması ile başlayan ve 1923’te tamamlanan sömürgeleşme süreci tüm dünyayı içine alan sınıf savaşımı ve I. Paylaşım Savaşımı altında şekillenmiştir.
Bugün sürmekte olan emperyalist pazar paylaşımının, ülkemizde bir kâhyalar savaşı olarak varlık bulduğunu gözlemlemekteyiz. Bu paylaşım savaşımının, devletin ve toplumun her kurumuna sızmış ve şekil vermiş olduğu çıplak gözle görülebilir hâldedir.
Rant, yağma, savaş, toplumun bütün gözeneklerine işlemiştir ve en ufak siyasi gelişme, patlamış lağım borusundan çıkarcasına, tüm aydınından köşe yazarına, generalinden mafya tetikçisine, siyasi partisine, bankacısı, bürokratı, futbolcusu hepsi ama hepsi, ait oldukları efendileri için o duvarın altına dizilmektedir.
Bu durum I. Dünya Savaşı koşullarında, paylaşılmak için masaya yatırılmış bir imparatorluğun içinde de hiç de daha masum değildi. Bir paylaşım savaşı, emperyalizm ne kadar masumsa, emperyalistlerin yerli ortakları, iş birlikçileri de o kadar masumdur.
Dolayısı ile sömürgeleşme sürecini, düşman işgali altında kalmış devleti nasıl kurtarırız derdine düşmüş, her kayıpta daha fazla köşeye sıkışarak zorunlu kararlar vermek zorunda kalmış sivil, asker bürokratlarının direnişi olarak okuyamayız.
Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi sınıf savaşımı kurar ve bugün gözlerimizin önünde şekillenen Saray Rejimi bu ilişkiyi canlı olarak bizlere göstermektedir. Dolayısı ile I. Paylaşım Savaşı ve sömürgeleşme süreci de bu ilişkiden azade değildir. Diyalektik bizim ülkemizde de aynı şekilde çalışıyor neticede.
İmparatorluğun özellikle Küçük Kaynarca Anlaşması ile su yüzüne çıkan çözülme süreci ve devamında sömürgeleşmesi süreci mutlaka detaylı olarak değerlendirilmelidir, bunun için Deniz Adalı’nın “Anadolu Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim” çalışması hem tarihsel, toplumsal koşulların analizi hem de konunun ele alınış metodu olarak çok önemli bir referanstır. Burada ele aldığımız konunun bütünlüğünü korumak için sadece zorunla tarihsel, toplumsal durumu aktarıyor olacağız ancak sürecin bütünlüklü kavranması için doğru referans üzerinden çalışılması zorunludur
Osmanlı ekonomi-politiği, aynı Roma İmparatorluğu gibi, askerî bir örgütlenme olarak şekillenmiştir. Ganimet ve dış ticaret yollarının kontrolü üzerinden, doğrudan askerî olarak elde edilen gelir, köylünün feodal üretimi üzerinden alınan verginin yine askerî örgütlenmelerle tahsil edilmesi ile ekonomi temel yapısına kavuşur.
Ancak dünya kapitalist aşamaya hattâ onun en yüksek aşaması olan emperyalizme çoktan geçmiştir. Bu köklü değişim, hem üzerinden haraç alınan ticaret yollarının değişimini gündeme getirmiş hem de yeni fetihlerin yenilgi ile sonuçlanmasının nesnel temeli olmuştur. 2. Viyana Kuşatması’nın da yenilgi ile sonuçlanması aslında sürecin kırılma noktalarından biridir ve çok önemlidir.
- Viyana Kuşatması’nın yenilgisi, başka yenilgiler ile de birleşince, erken Tanzimat denilebilecek ve ekonominin içeride kendi dinamikleri üzerinden yürümesini hedefleyen arayışlara girilmiştir ancak müesses nizamdan beslenen Galata bankerleri ve saray bürokratları bu arayışlara Patrona Halil eliyle son verecektir. Damat İbrahim Paşa öldürülür, III. Ahmet tahttan indirilir.
Arayışlar temel gelir kaynağı olan ordunun reorganizasyonu üzerine yoğunlaşır ancak sürekli alınan yenilgiler etkisinde, bu hiç de kolay olmayacaktır. Bugünden baktığımızda bir yeniçeri devleti için her an ölmeye hazır, halkından ve toprağından koparılmış bir devşirme gibi görülebilir. Ancak bir yeniçeri ağası en az Galata bankerleri kadar egemenin bir parçasıdır.
Tüm bu askerî yenilgilerin artık kesinlik kazandığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kez savaş tazminatı ödediği, kendi iç işlerine müdahalenin açıkça kabul edildiği, Küçük Kaynarca Anlaşması (1744) bir dönemi sonlandırırken, çözülmenin başladığını ilan ediyordu.
Yeniçeri ve sipahilerin tasfiyesi ancak 1826 gibi çok geç ve etkisi çok az bir tarihte mümkün olabilecekti. II. Mahmud bir yandan orduyu reorganize ederken, diğer yandan çözülmeyi durdurmak ve kopuşları sınırlandırmak için reformlar gerçekleştirir.
Osmanlı’nın sömürgeleşmesi süreci başlangıcında, kendini emperyal bir güç olarak görmesi ve her zaman yaptığı gibi emperyal hedeflerini güçlü bir ordu vasıtası ile hayata geçirmeye çalışması son derece anlaşılırdır. Burjuva dönüşümün saltanatın ortadan kalkmadan sağlanması mümkün görülüyordu, ki İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve elbette Rus Çarlığı bunun somut örnekleriydi. Diğer yandan ABD uluslaşması, egemen ulus ve halkların bir arada duruşu için bir başka burjuva örnek yaratabiliyordu.
İşçi sınıfının kendi bağımsız talepleriyle yeryüzü üzerinde sınıf savaşımı sahnesine çıkmasıyla birlikte, burjuva devrimler, feodal egemenlerle uzlaşarak devrimi gerçekleştirmiştir.
Ya feodal egemen kendini burjuvaya dönüştürürse? Ve burjuva dönüşümü, saltanat gerçekleştirse?
Sanırım saltanat kendine bu soruları soruyordu ve bunu kapitalist-emperyalizme bakarak, onu taklit ederek, ondan öğrenmeye çalışarak, ama aynı zamanda sömürgeleşme yolunda sürekli daha fazla tavizler vererek arıyordu. Batı’nın olumlu yanlarını alıp, devlete ve topluma zararlı olacak taraflarını dışarıda bırakacaktı, içine almayacaktı. Elbette tarih bu kadar çocukça akmıyor. Ancak sömürgeleşmenin itici gücü olan Batıcılık ve aslında imparatorluğu yaşatmanın yolu olan Osmanlıcılık, bu iki soru üzerinden varlık buluyor olmalıdır.
İkinci Mahmud’un reformlarını, Mustafa Reşid Paşa’nın öncülüğünde hazırlanan I. Tanzimat ile Abdülmecid takip edecekti ve söz konusu reformlar hiç de azımsanacak nitelikte değildir.
Bu süreç içinde kapitalist dönüşüm arayışları son derece belirgin bir hâle gelir ve bu çerçevede Osmanlı, kapitalist-emperyalizmin hammadde sağlayıcısı bir konum alır.
Gerçekte, dokuz nesne: tütün, pamuk, buğday, arpa, kuru üzüm, mask, ipek, haşhaş ve tiftik 1850 ile 1870 yılları arasında, imparatorluğun satışlarının %60’ına yakınını oluşturur tek başına (Paul Dumont’tan aktaran Deniz Adalı, Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim, s. 419).
Bu süreci Feshane, Şirketi Hayriye, Hereke halı fabrikası vb. pek çok sermaye yatırımı izler.
Yığınla serüvenden sonra 1863’te bir Fransız-İngiliz kuruluşu olarak doğan ve Osmanlı devlet bankası rolünü oynayan Osmanlı Bankası’nın durumu özellikle böyledir. Anlamlı adlar taşıyan şu birçok girişimin durumu da böyledir. Osmanlı İmparatorluğu Umumi Şirketi (1864), Osmanlı Umumi Kredisi (1869), İstanbul Bankası (1872), Umumi Şirket, Osmanlı Mübadele ve Kıymetler Şirketi Şubesi (1872), Avusturya-Osmanlı Bankası (1871), Avusturya-Türk Bankası (1871) (Paul Dumont’tan aktaran Deniz Adalı, age, s. 421).
Abdülaziz de Osmanlıcılık çizgisinde hareket edecektir. Diğer padişahlar gibi kendisi de bir burjuva entelektüelidir, hattâ bestelediği klasik müzik eserleri vardır.
Aynı zamanda Abdülaziz, kararın hemen ardından tahttan indirilecek olsa da emperyalist güçlere olan tüm dış borç ödemelerini durdurup, bu borçların faiz ödemelerini kendi istediği şekilde yeniden yapılandırabilmiştir.
Bu süreçte İngiltere ve Fransa bir sömürge olsa dahi Osmanlı’nın bütünlüğünü korumasından yana değildir. Rusya ise her ne kadar çok daha önceleri, Küçük Kaynarca Anlaşması ile bu ayrıcalığı elde etmiş olsa da, Boğazlar, Karadeniz’den Akdeniz’e inebilmek için İstanbul’u almak gibi temel jeopolitik hedefleri vardır.
Rusya Osmanlı’ya saldırdığında, İngiltere kuzeyde Osmanlı’ya destek vermek için Kıbrıs’a el koyar. İlişkilerin genel çerçevesi budur. Öyle ki Florya, Yeşilköy’e kadar işgali genişletmiş bir Rusya ile imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) anlaşmasına karşı Sevr Anlaşması İngiltere, Rusya’nın her şeyi almasını kabul etmediği için Osmanlı için kurtarıcı olmuştur.
Dolayısı ile bu üç emperyalist güç aslında Kıbrıs ve Süveyş Kanalı vb. jeopolitik hedeflere göre ve aynı zamanda petrol kuyularına göre taksim edilmiş bir Ortadoğu ve Anadolu’da küçük bir Osmanlı devleti planına sahiptir. Onlar pozisyonlarını çok daha sonra Skyes-Picot Anlaşması ile net olarak ortaya koyacaklardır.
- Mahmud dönemi, ordunun yeniden organizasyonunda bizzat görevli olan Feldmareşal Von Moltke’nin 1835’te iş başı yapmasından itibaren, Almanya ile ilişkiler farklı bir düzeyde gelişmiştir. Bu ilişki I. Dünya Savaşı’nda müttefiklik olarak devam edecektir.
Almanya bir emperyalist güç olarak pazar paylaşım savaşımında geç kalmış ve bu açığı kapatamamış bir güçtür. Üstelik bu üç emperyalist gücün hepsinden daha güçlü olmasına rağmen, İngiltere ile uzak limanlarda savaşacak bir donanma gücüne sahip değildir. Ancak Osmanlı’nın toprakları İngiltere’nin deniz yollarını, demiryolları bypass edecek kadar geniştir.
Almanya Osmanlı’nın mevcut şeklini korumasından yanadır. Bu sayede asla ulaşamayacağı coğrafyalara etki edebilmektedir. Dolayısı ile üç emperyalist güç Osmanlı’nın hemen parçalanarak bölüşülmesinde aceleci iken, Almanya Osmanlı’nın tasfiyesini muhtemelen bu savaş sonrasına bırakmayı planlamaktaydı. Almanya’nın diğer emperyalist güçlerle temel farkı budur.
Eğer Doğu sorunu yani Osmanlı’nın nasıl paylaşılacağı sorunu altında şekillenmeseydi, Osmanlı’nın kapitalist dönüşümü başka şekilde olabilirdi. Yukarıda anlattığımız şekilde yani Osmanlı elitlerinin kontrolü altında ve ademi merkeziyetçi bir yapıda gerçekleşen bir burjuva devrim mümkün olabilirdi. Marx’ın dediği gibi, tarihte bir olay olmuşsa, öyle olması gerektiği ve başka türlü olamayacağı içindir. Dolayısı ile olasılıklar üzerinde fikir jimnastiğinin de bir anlamı yoktur. Ancak söz Osmanlıcılık izleyeni olan bir yoldur ve bu yol kendi genç taraftarlarını toplayabilmiştir. Abdülhamid sonrasında, Osmanlıcılığın en büyük destekçisi Prens Sabahattin olacaktır. Prens Sabahattin İngilizler ile ilişki içindedir. Ancak Prens Sabahattin İngilizler tarafından desteklense de, projesi desteklenmemektedir.
Osmanlıcılık bütün Batıcılığına rağmen, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın paylaşım hedeflerinin karşısında yer almaktadır. Bu hâliyle sömürgeleşmeye karşı, Cumhuriyet’in ve İTC’nin kadrolarına göre çok daha fazla direnmişlerdir. Abdülaziz örneğinde gördüğümüz gibi, en azından kendi geleceklerini emperyalist güçlerin geleceğinde görmemişlerdir.
Artık Almanya’ya yeniden dönebiliriz.
Bismarck dönemi, Almanya için barışçıl ve kendi içine dönük bir politika izlenerek ülkenin siyasi birliğinin sağlandığı, ekonomik ve endüstriyel atılımın gerçekleştiği bir süreç olmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, hiçbir kalkınma programı bir ülkenin kendi kendine emperyalist olmasını sağlamaz.
Bismarck her ne kadar Osmanlı ile ilişkileri sonlandırmayı tercih etmese de, “İstanbul’dan gelen hiçbir mektubu açmam,” diyebiliyordu. II. Wilhelm ile bu konuda taban tabana zıt konum alıyordu ve sonuç 1890’da Bismarck’ın zorunlu istifası olacaktı. II. Wilhelm’in önündeki bütün engelleri kaldıran bu gelişme, Almanya’nın alışılagelmişin dışında emperyalist bir saldırganlığa geçmesi anlamına geliyordu. II. Wilhelm hiç zaman kaybetmeden, Avrupa’da ve hattâ kuzey Afrika’da gerilimi yükseltecek hamlelere girişmiştir. Her hamlesinden isteğini alamasa da, her hamlesi gerilimi yükseltme konusunda başarılı olmuştur.
Bu süreç Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nın tarihten silinmesi ile sonuçlanacaktır.
Almanya’da ise dönek Kautsky’nin II. Wilhelm’e verdiği destek ile birlikte devrim yenilecek, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht katledilecektir. Almanya’nın yenilgisinin ardından II. Wilhelm istifa etse de onun ruhu, daha 10 yıl geçmeden yine dünyayı kana bulamak için Hitler ile birlikte geri gelecektir. Faşizm, Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasının bedelidir.
Osmanlı-Alman ilişkilerine döndüğümüzde II. Wilhelm, tahta geçmesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden, İstanbul’a Abdülhamid’i ziyarete gelmiştir. Wilhelm daha sonra iki kez daha ziyarette bulunacaktır.
- Wilhelm’in İstanbul ziyareti Abdülhamid ile şatafatlı görüşmelerin ardından, Şam’a ve Beyrut’a uzanıyor. Bu ziyaret öncesinde dikkat çekici bir nokta siyonizmin fikir babası olan Dr. Theodor Herzl ile gizli bir görüşme de yapmış olmasıdır. Gezinin Kudüs ayağında, aynı kişi ile bu kez Kudüs’te görüşecektir. İşin peşin para kısmında ise cebinde Köstence-İstanbul telgraf hattı ve Anadolu demiryollarının (ki bu demiryolları yine Almanlar tarafından inşa edilmiştir) Bağdat’a kadar uzatılması ve bu konuda Deutche Bank’ın edindiği imtiyazlar vardır. Akçeli işler dışında aslında Bağdat demiryolu, aynı zamanda İngilizlerin bölge hâkimiyetini bypass ediyordu.
Almanya’nın bölgede Osmanlı’yı bir demiryolu ağı ve uzak coğrafyalara etki merkezi olarak kullanma siyaseti çerçevesinde İngiltere’nin Osmanlı’yı paylaşım masasına yatırma tekliflerini reddederken, Osmanlı’ya karşı gerçekleşen halk isyanlarında Osmanlı’dan yana tavır alacaktır. Bu Girit’te böyle olmuştur ve İTC’nin uyguladığı Ermeni soykırımında da tavrı farklı olmayacaktır.
- Wilhelm’in tahta geçişinden hemen önce, Abdülhamid’in talebiyle, 1882’de Alman askerî görevlileri orduyu yeniden organize etmek için gelirler. Bu yeniden organizasyon boyutludur, ordunun kullandığı silahlar büyük oranda Alman Krupp firması üzerinden tedarik edilecektir ve belirtmeden geçmeyelim, II. Wilhelm’in kendisi de Krupp firmasının hissedarıdır.
1885 yılında selefi Kaehler’in ölümüyle Colmar von der Goltz Alman askerî uzman grubunun başına gelir. Goltz, Osmanlı genç subaylarının eğitimi ile bizzat ilgilenir ve onlar arasında popüler olmayı önemserdi. Ancak Alman silahlarının kullanımını destekleyen Osmanlı paşaları arasında da popülerdi, çünkü bunlara verdiği rüşvetler, kendi kaleminden ifşa olmuştur. İfşa olan mektuplarda, bu paşalar hakkında pek çok bilgi mevcuttur. Goltz Paşa aynı zamanda akçeli işlere de düşkündür. Osmanlı’ya sunduğu raporlar sürekli yeni silah alımını ve silahların Krupp üzerinden temin edilmesi gerektiğini belirtir. Halefi Kamphönever de Goltz ile birebir aynı yolda yürüyecektir. Ve böylesi bir süreklilik içinde bütün genç subayların düşünce yapısı Almanya’nın emperyalist politikalarına göre hizalanır ve Alman’dan emir almaya alışık olarak yetiştirilmiş olurlar.
Konunun bir başka boyutuna değinen ve bugüne ışık tutması açısından Düyûn-ı Umûmiyeyi yeniden anmakta fayda vardır. Sömürgeleşmenin boyutunu anlamak açısından önemlidir. 1881 Muharrem Kararnamesi ile “Düyûn-ı Umûmiye” yönetiminde, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Bankası yöneticileri bulunuyordu. Osmanlı devletinin borçlarını tahsil etmek için, ekonomiye doğrudan müdahale etmek gibi bir görev yükleniyordu. 1881 itibariyle Osmanlı devletinin borçlarında Almanya’nın payı 4,7 iken bu oran 1914 yılında %20,1’e ulaşacaktır.
Böylelikle Alman emperyalizmi ve Osmanlı’nın sömürgeleşmesinin, “I. Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için, biz de yenik sayıldık” noktasından çok daha derin olduğunu göstermiş olduğumuzu umuyoruz.
Tekrar pahasına, bir sömürge olarak Osmanlı, Almanya için ticaret ve ulaşım yolları üzerinde, diğer emperyalist devletlerin hâkimiyetine bir alternatiftir.
Özellikle Ortadoğu ziyaretleri sırasında, propagandanın dozunu yüksek tutan, kendisini Osmanlı’nın tebaası 300 milyon Müslüman’ın dostu olarak ilan eden II. Wilhelm için “İslâm’ın dostu ve koruyucusu Hacı Wilhelm” deniyordu.
Osmanlıcılık eğer sömürgeleşmeye direniş ise, İslâmcılık teslimiyettir. Balkanların kaybı ile yükselen İslâmcılık aslında Fatih Sultan Mehmet’in Batı’ya döndürdüğü başını, Doğu’ya çevirmektir.
İmparatorluğun çözülüş koşullarında “Balkanlar elde tutulabilir miydi?” diye sorulabilir. Cevabı vermeden önce, “devlet elden gidiyor” deyip geçtiğiniz “hazır ol”dan “rahat”a geçmeli ya da içinizdeki küçük askeri susturmalısınız.
Sovyetler Birliği bütün halkların nasıl bir arada durabileceğini ve nasıl örgütleneceğini tüm somutluğuyla göstermiştir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adı verilen Ekim Devrimi’nin yeryüzünde varlık bulduğu topraklarda, devletin adında ne millet, ne de coğrafî bir tanımlama vardır. İdeolojik olarak tam da olması gerektiği gibi isim verilmiştir.
Almanya, Abdülhamid ile yükselen Panislâmizmi sonuna kadar kışkırtmıştır. Aslında Ziya Gökalp’in tanıklığında Panislâmizmin, bizzat Almanya tarafından örgütlendiğini söyleyebiliriz. Kendisinden dinleyelim.
Vaktiyle Abdülhamid’e Islâm ittihadı fikrini vermiş olan Alman Kayzeri bu fırsattan istifade ederek, Sultanahmet meydanında İslâm ittihadı namına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren, memleketimizde gizli ittihad islâm teşkilâtı yapılmağa başladı. Genç Türkler, Osmanlıcı ve ittihad-ı islâmcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, ittihad islâmcılar ise ültramonden idiler (Türkçülüğün Esasları, s. 10, Ziya Gökalp).
Çünkü Almanya Osmanlı’yı Batı için değil, Doğu’da görevlendirecektir. İngiltere’ye karşı Ortadoğu’da ve Hindistan’da İslâm ve halifeliğin üzerinde bir etki alanı açmak Alman emperyal politikalarının temelini oluşturur.
Almanya’nın I. Dünya Savaşı başlamasından sonra Osmanlı’yı da yanına almasında en büyük beklentilerinden birisi, Panislâmizm propagandası ile halife ve Müslümanların dostu sıfatını kullanarak düşmanlarını yeneceğini düşünmesidir. Durum böyleyken Almanya’nın Hint Müslümanlarını bundan ayrı tutması düşünülemezdi. I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın girmesiyle Cihad-ı Ekber ilan edilmiştir. ‘Cihad-ı Ekber Fetva-yı Şerife’si beş hükümden oluşmaktadır. İlk fetva bütün Müslümanlar üzerine cihadın farz olduğunu belirtmekte, ikinci fetva İtilaf Devletleri tebaası olan Müslümanların da cihada katılması gerektiğini vurgulamakta, üçüncü fetva cihada girmeyen Müslümanların dinen cezayı hak etmiş olacaklarını işaret etmekte, dördüncü fetva her türlü tehdit ve baskı olsa da itilaf devleti tebaası olan Müslüman askerlerin İslâm askerleri ile savaşmasının cehennem azabını gerektireceği hakkındadır. Son fetvada itilaf devletleri tebaası olan Müslüman askerlerin İslâm hükümetine yardımcı olan Almanya ve Avusturya aleyhine savaşmalarının da elim bir azabı getireceği hakkındadır (Vahdet Keleşyılmaz, Teşkilâtı Mahsûsa’nın Hindistan Misyonu (1914-1918), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1999, s. 36-37, aktaran Gönül Güneş).
Bölgemizde Müslümanlığın hem nicel hem de nitel olarak kapsamlı bir yeri vardır. Ancak İslâmcılık en başından bugüne emperyalist efendi ile iş tutmanın, sömürgeleşmenin gönüllü taraftarlığının önemli bir ayağı olmuştur. Bu anlamıyla hem kendi yurduna hem de o yurdun üzerinde yaşayan halklara ihanet etmektir. Dün Panislâmizm olarak çıkan şey bugün IŞID ve HTŞ ve türevleri olarak emperyalizmin uşaklığına devam etmektedir.
Abdülhamid ile gerçekleşen Osmanlıcılıktan kopuş, İslâmcılıkla yoluna devam edecekti ancak yanına Türkçülüğü de alarak.
Kendisi bir Kazan Tatarı olan Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı çalışmasında, sömürge TC’nin ideolojik yapısının oluşmasında en az Ziya Gökalp kadar katkı sunmaktadır. Üç Tarz-ı Siyaset, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılığın pragmatist bir şekilde uyumundan söz etmez. Osmanlıcılığı, Türkçülük ve İslâmcılığın karşısına koyar.
Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddî olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu. Bu padişahın: “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim…” dediği meşhurdur. Milâdî ondokuzuncu asır başlangıç ve ortalarında bu siyasetin Osmanlı ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabiî idi, O zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâliyle, soy ve ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları bir kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile, emniyet ve karşılıklı dostluk ile mezc ve terkip edip tek bir millet hâline sokmanın imkânına inanıyorlardı (Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu, s. 20, Yusuf Akçura).
Ancak Akçura, konuyu kısaca bağlamak istiyor ve “Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafından hakikî vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvelâ 1870-71 seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağını kaybetmiş oldu,” (age, s. 20) diyerek konuyu noktalıyor.
Türkçülük asla Turancılıktan ayrı var olmamıştır. Turan ise Çarlık Rusyası’nın konumlandığı Orta Asya’dır. Ve yine bunu Alman emperyalizminden bağımsız düşünme şansımız yoktur.
Nihal Atsız, Orkun dergisinde 13 Ekim 1950’de yayınlanan “Dışarıdan Gelmemiş Tek Düşünce” makalesinin 4. maddesinde “Solcular tarafından yapılan bir itiraz da, Türkçülüğün dışarıdan gelmiş bir fikir olduğudur. Güya bunu Almanlar icad ederek, Türkiye’ye sokmuşlardır. Türkçülüğün ırkçılık ilkesi de, Hitler Almanyasının ırkçılığından alınma imiş,” diyor. Ve Türkçülüğün Nazizmden önce var olduğunu söyleyerek hızlıca iddiayı çürüttüğünü düşünüyor.
Biz öyle düşünmüyoruz ama yine de cevabı Nihal Atsız’ın ustası olan Yusuf Akçura versin: “Şu muhakkak ki, son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasî olmaktan ziyade ilmî bir mahfel teşekkül etti.
“Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum,” diyerek adeta Nihal Atsız’ı cevaplıyor.
Görüleceği üzere Abdülhamid’den İTC’ye geçişte Alman emperyalizmi hiçbir şekilde mevzi kaybetmediği gibi, etkisini arttırarak sürdürüyor.
Teşkilâtın iki para kaynağı vardır. 1. Harbiye Nezaretinin gizli bütçesinden verilen ödenekler, 2. Alman askerî misyonu tarafından düzenli olarak İstanbul’a gönderilen altın aktarımıdır. Kaynakların tümünden teşkilâtın eline geçen toplam miktar 4.000.000 altın lira (1918 fiyatlarıyla 18.000.000 dolar) civarında olmuştur. Almanlar zaman zaman kendi isteklerine uygun davranması için Türklere yapılan ödemeleri durdurmuş ancak bu taktik başarılı olamamıştır. Eşref Kuşçubaşı, 1914-1917 yılları arasında birçok defa Almanya’ya ödemelerin düzenli yapılması için gitmiştir. Enver Paşa ile Alman genelkurmayı arasındaki yakın işbirliği sayesinde Almanya teşkilâtın bazı faaliyetlerine kendi amaçları doğrultusunda şekil vermiş, bu durum çete savaşları yapan askerleri rahatsız etmiştir (Philip Hendrich, Teşkilât-ı Mahsusa, Çev: Tansel Demirel, Arma Yay., İstanbul, 2003. Aktaran Gönül Güneş).
Turancılık Rusya’ya karşı konumlanmanın ve Enver’in Sarıkamış’ta binlerce askerin donarak ölümüne sebep olmasının ideolojik gerekçesiydi. Ekim Devrimi sonrasında ise Moskof Gâvuru’na karşı duyulan nefret hemen anti-komünizm ile birleşecekti.
Ancak gerçekler inatçı şeylerdir. İngiltere-Fransa arasında imzalanan, Rusya ve İtalya’nın katılımcısı olduğu, Anadolu ve Ortadoğu’nun harita üzerinde bu ülkelerce paylaşıldığı Skyes-Picot Anlaşması, gizli bir anlaşmadır. Ancak bu anlaşmanın dünya kamuoyuna bildirilmesi SSCB adına ve Leon Troçki tarafından yapılıyor. Emperyalist ikiyüzlülüğü SSCB teşhir ediyor.
Enver ise Türkistan’da SSCB’ye karşı taarruz hâlindeyken, Bolşevikler tarafından öldürülüyor. Enver, efendisine bir gün bile ihanet etmiyor.
Toparlayacak olursak, soykırımı Naziler mi icat ederek İTC eliyle uygulattı, İTC mi Almanlara öğretti bunun kesin delilerine ulaşmak zor. Ancak Türkçülük ve İslâmcılık kendi toprağına, o toprakta yaşayan halklara ve kendi özgür iradesine ihanet etmektir.
Kürtler katledilirken “feodal artıklar” temizleniyor deniyordu, Ermeni soykırımı ve Lozan Mübadelesi ise işbirlikçi tefeci burjuvazinin tasfiyesi anlamına geliyordu.
Gariptir ki bu ülkenin işçi sınıfı içinde de azımsanmayacak oranda gayrimüslim vardı, köylüsü içinde de azımsanmayacak oranda gayrimüslim vardı. Ve sayısız acıya ve katliama uğrayan bunlardı.
Türkçülük adına kendi ülkesine ve halkına böylesine yabancılaşma ve böylesine düşmanlaşma ancak ihanet ile tanımlanabilir.
Osmanlı ve İTC dönemi işçi sınıfı direnişleri ayrı ve kapsamlı bir çalışma konusu, ancak okuyucudan bir alıntı için izin istemek zorundayız:
İşçi grevlerine iktidar saldırdı. İttihat Terakki açıkça Alman sermayesi ile işbirliği içinde, patronlarla işbirliği içinde grevlere saldırdı. 23 Temmuz 1908’de büyük bir çoğunluğun oyu ile iktidara gelen İttihat Terakki, 8 Ekim 1908’de Tatil-i Eşgal Kanunu ile grevleri yasakladı, sendika kuran işçilere hapis ve para cezası uygulanmaya başlandı. Tatil-i Eşgal’e rağmen işçiler eylemlerine devam ettiler. Tatil-i Eşgal Kanunu Alman uzman Ostrog tarafından hazırlanıyor ve hazırlandığı gibi kanunlaşıyor (Anadolu İşçi Sınıfı Tarihi, Kaldıraç Yayınevi, s. 37, Fikret Soydan).
Osmanlı’nın son zamanlarında işçi hareketlerini izlemek için Kaldıraç yayınlarında ciddi anlamda kaynak bulabilirsiniz. Ancak Metin Yeğin’in Grev filmini de tavsiye edebiliriz. Osmanlı’da kapitalizmin ve işçi sınıfının varlığına ve bu işçi sınıfının demografik yapısına gerçek bir bakış atma imkânı bulabilirsiniz böylelikle.
Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar, tarih boyunca hem kültürel hem coğrafî anlamda bir bütün olmuştur. Eğer Osmanlı’nın sınıfsız, imtiyazsız bir toplum olduğunu düşünmüyorsanız, Ekim Devrimi’nin açtığı ufuktan doğru tüm yeryüzüne bakmalısınız. Bu durumda emperyalizm kuşatması altında zorunlu olarak kapitalizmi seçmiş bir cumhuriyet değil, daha başından Alman emperyalizminin bir sömürgesi olarak burjuva dönüşüm sağlamaya çalışan bir hat görürsünüz.
Almanlar yenik sayıldığında, biz de yenik sayıldık ama TC var olabildi. Bunun sebebi emperyalist cepheyi saran Ekim Devrimi korkusudur. Gerçekten de Almanya’da ihanete uğramış devrim ve Anadolu’da iç savaşta ezilmiş olan devrim nesnel sınırlarına mı ulaşmıştı? Bunun cevabı önemlidir. Bizim cevabımız, yenilginin öznel nedenlere dayandığıdır ve bu bir ufuk sorunudur.
Sömürgeleşmenin içinde anti-emperyalizm aramak, yeryüzüne devrimin açtığı ufuktan bakmanın önünde engeldir. Yaklaşan savaş sesleri içinde, tüm bölge devrimcileri, içlerinden yeni birer Kautsky mi çıkartacaklar, yoksa Lenin’in işaret ettiği ufka mı bakacaklar, işte bütün mesele budur.
Kaynakça
Adalı, Deniz, Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim, Kaldıraç Yayınevi.
Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Y.
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi.
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları.
Reyhan, Cenk, Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı (1878-1914), Mersin Üniversitesi, İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü.
Soy, H. Bayram, II. Wilhelm, Weltpolitik ve II. Abdülhamid, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Soydan, Fikret, Anadolu İşçi Sınıfı Tarihi, Kaldıraç Yayınevi.