Pratiğe uygun “teori uydurmak” ya da pragmatik tutumla Marksizmi eleştirmek

2025 yılının ilginç bir yıl olacağı, 2024 yılının yazından belli olmaya başlamıştı. Birçok kişinin söyledikleri bir yana, aslında ABD’de, Avrupa’da, Ukrayna’da, Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bu anlamda ciddi veriler sunuyordu (Hâlâ da öyledir ve buna 2026 yılını eklemek hattâ 20’li yılların tümünü eklemek gerekir).

TC devleti, onun olağanüstü örgütlenmesi olan Saray Rejimi, Bahçeli eli ile bazı hamleler yaptı. Bahçeli’nin adı Devlet’tir ve belki bundan, onun konuşmaları “devletin konuşmaları” olarak algılanmıştır/algılanmaktadır (Kanımca anlamsızdır; Bahçeli ya da Fidan ya da başkası, devlet politikaları bellidir. Bahçeli’nin sahneye sürülmesidir mesele. Sahne, her zaman kendine uygun karakter oyuncular ister, Saray Rejiminde artık “karakter” bile fazladır, oyuncu olsun yeter). Demek ki devletin pek de geniş bahçesi kalmamış, daralmıştır. Bahçeli, Ekim (2024) ayında, birdenbire DEM Parti sıralarında el sıkışma atakları yapmıştır ve ardından, “dünyada büyük gelişmeler yaşanacağını” ve inşallah Türkiye’nin var olmaya devam etmesini umduğunu ifade eden açıklamalar yapmıştır (Elbette onun “böyle diyerek ne demek istemektedir” gibi şifreli açıklama dilini tam yansıtmış olamam ama bu anlamdadır söyledikleri). Konu Kürt sorunu idi; Öcalan’ın vurgusu ile “Kürt sorunsallığı”. Birçok kişiye göre Devlet, aslında devlet olarak devreye girmişti.

Ve bu hamlelerle başlayan süreç, 2025 yılının 27 Şubatı’nda Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile bir netlik kazanmaya başladı. Öcalan, haklı olarak, kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın, görüşünü dillendirdi ki doğrudur ve birdenbire Bahçeli, “kurucu önder” sözlerini telaffuz etmeye başladı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın vurgusu, TC devleti ile savaştıkları gerçeğinden hareketle, Bahçeli’nin, adı gibi devlet olduğunu da bize beyan etmiştir. Yoksa Bahçeli’nin İmralı’ya gittiğini bilmiyoruz, tersine ortada dolaşan bilgiler, ne kadar gerçeği yansıtır bilinmez ama Erdoğan’la Öcalan’ın Saray’da görüştüğü yolundadır. Dediğimiz gibi bilmiyoruz ve hiç de önemli değildir. Demek ki, Bahçeli’nin açıklamalarının devlet açıklamaları olarak kabul edildiği bilgisi nettir. Ve not edilmelidir ki, NATO bu projenin neresindedir, sorusu ortadadır. Ve NATO’nun nerede olduğu ortaya konmadan eksik bir resme ulaşmış oluruz ve her eksik resim, aynı zamanda yanlış resimdir.

Bugündeyiz.

Öcalan, silahlı mücadeleye veda etmeyi ve PKK’nin feshini talep etmiştir. Bu önerileri yüksek sesle Bahçeli zaten söylemişti. Ama bu bizim için bir anlam ifade etmez. Öcalan’ın açıklamaları önemlidir, öyle görürüz.

Kongre toplanmış ve bu iki karar alınmıştır. Kongre Mayıs 2025 başında toplanmıştır. Ekim 2024 tarihinden (Bahçeli’nin devlet adına DEM Parti sıralarında el sıkışması) bakılırsa, 8 ay sonra PKK kendini feshettiğini duyurmuştur.

Bir anlamda PKK adımlar atmıştır ve devletin henüz attığı adımları bilmiyoruz, öyle ise yoktur diyebiliriz.

Bu süreç, silahların sembolik bir tarzda, geniş bir çelik kabın içinde yakılması ile ilerledi. Yakılma, Besê Hozat tarafından (grubun lideri odur ve basına sızan bilgilere göre, Öcalan onun ikna edilmesini istemiştir) “siyasal eylem” olarak nitelenmiştir. “Siyasal eylemdir” denmesinin de bir anlamı olmalıdır.

Kongrenin fesih kararı almasından sonra, 9 Temmuz’da Öcalan’dan yeni bir çağrı gelmiştir. Bu çağrı, “Demokratik Modernite” (dm) dergisinin 52. sayısında yayınlanmıştır. En azından bizim ulaşabildiğimiz yer burasıdır. dm’nin aynı sayısında, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlıklı Abdullah Öcalan imzalı bir metin yayınlandı. Bu metin, dm’nin dipnot bilgisinde açıklandığı üzere, Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. fesih kongresine sunulan (25 Nisan 2025’te yazılmış olan) politik rapor çerçeveli perspektif metnidir (bu durumda bu metin, silah bırakma siyasal eyleminden önce yazılmıştır). İkinci dipnotta, yazının toplam 7 başlıklı çerçeve metin olduğu ve 1, 2 ve 4. sıradaki başlıkların yazıda çıkarılmış olduğu, diğer başlıklarda da bazı bölümlerin çıkarılmış olduğu belirtilmektedir. Yani, metin aslında tam (bütün) metin değildir.

Biz, PKK 12. Kongresinde alınan kararları, yayınlanmış olduğu ölçüde değerlendiren bir yazıyı Kaldıraç okurları ile paylaşmıştık. Bu yazıda, silah bırakma ve fesih kararlarını tartışmıştık. Elbette Kürt hareketinin attığı adımlara ilgisiz kalmamız söz konusu olamaz. Elbette orada da vurguladığımız gibi, bu kararlar kendi kararlarıdır ve bunu da kimseye soracak değildirler. Bizim değerlendirmemiz de bu temel üzerinde görüşlerimizin ifadesidir. Bugün ise, 9 Temmuz çağrısı ve Öcalan’ın kongreye sunduğu perspektif metnine (yayınlandığı kadarı) ulaşmış bulunuyoruz. Bu metinleri ele almak istiyoruz.

Öcalan’ın metni (“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”), Marksizm üzerine tartışmalar da içermektedir ve burası bizi de doğrudan ilgilendirmektedir. Bizi sadece Marksizme bir bilim olarak bakmamız nedeniyle değil, “ulus-devlet” hedefi ortadan kalktığına göre, bölge devrimi açısından da ilgilendirmektedir. Zira bölgemizin en gelişmiş hareketi Kürt Özgürlük Hareketi’dir.

***

Bir notla başlamalıyız.

Zaman zaman, çeşitli sol kesimler, Kaldıraç Hareketi’ni, Kürt meselesi konusundaki tutumu nedeni ile, deyim uygun düşerse “Kürtlere yakın”, “Kürtçü” vb. şeklinde değerlendirmişlerdir. Doğrusu bunlar, yani bize ilişkin bu söylemler, bizim için, Türkiye solundaki Kemalist damarın, Kürt hareketi konusunda mütemadiyen depreşmesinin bir ürünüydü, hâlâ da öyledir. Öte yandan, bize, bizimle birlikte başka birçok devrimciye, “madem o kadar Kürt hareketini savunuyorsunuz, buyurun oraya gidin” diyenler de çok olmuştur. “Komünistler Moskova’ya” tekerlemesinin bir başka türüdür. Kürt hareketi, Öcalan’ın söylemi ile 50 yıldır, bizim bilgimize göre 40 yılı aşkın süredir, TC devleti ile savaşmaktaydı. Gerçekte Kürt hareketinin, zafer için, birkaç düzine Türkiyeli devrimciye ihtiyaç duyduğunu düşünüyor olsak, hiç düşünmeden o harekete katılabilirdik (Aynı şey “Moskova’ya” dendiğinde de geçerlidir). Bunun için, tam bir ideolojik birlik vb. de aramazdık. Bize göre zafer, Kürt alanları dışındaki ülkenin her alanını kapsayacak şekilde, işçi sınıfının devrimci yolunda bir devrimci hareket geliştiği sürece olanaklı olacaktır. Bize göre, “ulusal kurtuluş” mücadelesi, içinden geçilen zaman diliminde sosyalist devrim ve enternasyonalist mücadele ile başarıya ulaşabilirdi. Bu dün de, bugün de geçerlidir. Elbette bazı farklılıklarla. Örneğin PKK’nin kendisini feshetmesi, ciddi bir durum farklılığıdır. Bu ve başka bazı farklılıkların toplumsal devrim pratiğine nasıl yansıyacağını birlikte yaşayıp göreceğiz. Karar onların kararıdır ve saygılıyız.

Tüm bu etkenler, bizim, Kürt hareketine kardeş (devrimci hareketimizin tarihinde kardeş ve abi yaklaşımı vardır. Egemen kültürün yansımasıdır, biz enternasyonalist anlamda kardeşlikten söz ediyoruz. “Siz kimsiniz ki küçük bir yapısınız ve koskoca büyük bir yapıya mı kardeş olacaksınız” anlayışı, Türkiye solunda eskiden kalma bir alışkanlıktır ve alışkanlıkları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur) devrimci güç olarak yaklaşmamızın temelidir. Elbette, biz, bugüne kadar onların gücüne yakın bir güç hâline gelebilmiş değiliz. Böyle olunca kardeş güç ifadesi, belki de Kürt hareketi cephesinden ciddiye alınır bir ifade olmayabilir, ama bizim devrimci enternasyonalist anlayışımız içinde bu, güçten bağımsız hep böyledir ve öyle de olacaktır. Biz öyle bakıyoruz diye, başkalarının da bize “enternasyonal kardeş” olarak bakacağının da garantisi yoktur. İçinden geçilen dönem böylesi bir dönemdir, dünya devrimci hareketinin yenilgiden çıkış dönemidir.

Aşağıdaki tartışma, bu temel ve anlayış üzerinden hem zorunludur, hem de gereklidir diye düşünüyoruz.

Devlet (Bahçeli ve Erdoğan değil, devlet) ile Öcalan ve onun üzerinden PKK arasında süren görüşmelerin tüm detayları bizde yoktur. Bu nedenle de, özenle, bu iki metne bağlı kalarak tartışmayı sürdüreceğiz. Zaten PKK kongre kararlarına da bu titizlikle yaklaşmıştık. Okuyucu bu iki metne, dm’nin 52. sayısı sayesinde ulaşabilir. Elbette “9 Temmuz Çağrısı”, fesih kongresinden sonradır.

“9 Temmuz Çağrısı”, ikinci metinden (“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlıklı metin ) sonra yazılmıştır. Ve 9 Temmuz çağrısı, “Değerli yoldaşlar, Komünalist yoldaşlık hareketimizin geldiği aşamayı” sözleri ile başlamaktadır.

Uzun bir alıntı gereklidir.

Gelinen nokta oldukça değerli ve tarihi nitelikte sayılmak durumundadır. Bu arada köprü ilişkide bulunan yoldaşların çabası aynı değerde ve takdire şayandır.

Tüm yaşanan gelişmeler sonunda tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık “Kürdistan Devriminin Yolu” manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir. Sadece Kürt tarihsel toplumu için değil, bölgesel ve küresel toplum için de tarihsel toplumsal bir içerik taşıdığına inanmaktayım. Tarihi manifesto geleneğinin başarılı bir örneğini teşkil ettiğinden kuşku duymamaktayım.

Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir.

Varılan aşama, yeni adımlarla pratiğe geçmeyi gerekli kılmaktadır. Bu aşamanın ve gerekli adımların da tarihi nitelikte olduğunun önemle belirtilmesi, anlaşılması ve gereklerine bağlı kalınması, yol alınması açısından kaçınılmazdır.

Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Miadını doldurma bu anlamdadır. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-özeleştiri devam edecektir.

Siyaset boşluk tanımayacağına göre boşluk, Barış ve Demokratik Toplum başlıklı program, “demokratik siyaset” stratejisi ve temel taktik olarak bütüncül hukukla doldurulmak durumundadır. Tarihsel nitelikte ve kader belirleyici bir süreçten bahsediyoruz.

Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Kısır mantıkla, önce sen-ben kısırlığına düşmeden, adımların atılmasında dikkat ve hassasiyetin gösterilmesi şarttır. Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.

Dolayısıyla daha da parlak ve somut, kilit açıcı adımlara geçilmeye çalışılmaktadır. Benim tarafımdan ileri sürülen tezlerin belli başlı olanları şunlardır:

Herkesin üzerine düşeni yapması, Barış ve Demokratik Toplum hedefine ulaşılması, pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür. Tüm anlatılanlardan çıkarılan sonuç; PKK, ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir. Gelinen tarihi noktanın daha da ileriye götürülmesi beklenmektedir.

Gerek TBMM ve komisyon için anlam ifade edecek, gerek kamuoyundaki şüpheleri giderecek ve sözümüzün gereğini karşılayacak şekilde silahların bırakılmasını, ilgili çevre ve kamuoyuna açık olarak temin etmemiz doğal karşılanmalıdır. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır. Silah bırakmaya ilişkin detaylar belirlenecek ve hızla hayata geçirilecektir (dm, sayı 52, s. 5).

Bu uzun alıntı “09 Temmuz Çağrısı” metninin, yayınlanmış olan metnin, temel çerçevesini vermektedir. Bu uzun alıntı, parça parça yapılacak alıntılarda muhtemel vurgu kayıpları gibi bir endişeyi de ortadan kaldırmaktadır.

Görüldüğü gibi, Öcalan, “komünalist hareket” demektedir. Oysa, bizim Marksist literatürümüzde, hattâ onun öncesinde de, komünist hareket vurgusu vardır. Aradaki bu vurgu farkı, Öcalan’ın özgünlük iddiasının da gereği gibi görünmektedir. 25 Nisan tarihinde kaleme alınmış olan ve PKK kongresine sunulan politik raporun üzerinde tartışırken, bunu (özgünlük iddiasını) daha net görme olanağımız olacaktır. Esasa gelelim.

09 Temmuz Çağrısı”, aslında yaşanan süreci özetlemektedir. Buna bir diyelim.

İki, metin, “Demokratik Toplum Manifestosu”nu duyurmaktadır.

Üç, varlık inkârının ortadan kalktığını ve bu nedenle ya da bununla bağlantılı olarak, “ulus devletçi bir amaçtan” vazgeçildiğini belirtmektedir. Bu iki etken, PKK’nin feshedilmesini temellemektedir.

Bizim, 1992 yılını temel alarak, aslında Kürt sorununda özgün bir çözüm aşamasına gelindiğini belirttiğimiz, PKK’nin ise Kongre belgelerinde bunu 1993 yılı olarak ifade ettiği biliniyor. Demek ki, “09 Temmuz Çağrısı” metninde geçen “gerisi aşırı tekrar ve açmaz” olarak nitelendiğine göre, bize göre 1992, PKK kongre belgelerine göre 1993’te bu özgün durum tespit edilmiş olmaktadır. Bu özgün durumun temeli nedir? Normalde ulusal kurtuluş, ayrı bir ulus devlet ile sonuçlanınca çözüme ulaşmış olurdu. Bu ulus devletin, kapitalizmin içinde mi (TC devleti böyledir) yoksa sosyalist bir devrimle sistemden tümden kopma ile mi gerçekleşeceği ayrı (ayrı derken, çok da önemli bir ayrı anlamındadır) bir sorundur. İçinde bulunduğumuz kapitalist-emperyalist sistem içinde ulusal kurtuluşun sosyalizm dışında bir yolu yoktur. Kapitalizm içinde ulus devlet, aslında emperyalist sistemin içinde bir başka biçimde sömürge olmak demektir.. Bu nedenle, 1992 yılı temel alınırsa, Kürt devriminin önünde, bölge ve dünya devriminin bir parçası olarak, devrimci-enternasyonalist bir Kürt devrimi sorunu durmaya başlamıştır. Yıl 1992 veya 1993 olarak ele alındığında bu sosyalist çözümün zor olduğu açıktır. Bunda o gün içinde şüphe yoktu. Ama doğru strateji, zor mu sorusuna yanıt verilerek bulunamaz.

Elbette bu, mücadeleyi etkiler. Yani zor olanı yapmak, anlaşılacağı üzere başka zorluklara da katlanmak demektir.

Elbette Kürt Hareketi, kendi yolunu kendisi seçecektir. Bunu bize soracak değil. Ve elbette biz de bu yolun eleştirisini yapma hakkını kendimizde göreceğiz. Bugün, bu yolun daha açıklık kazandığını görmemiz mümkün olmaktadır.

Dördüncüsü, metin, bize “ulus devlet” amacından vazgeçildiğini söylemektedir. Bu durum, ayrı bir devlet kurmak yerine, ülkenin tümünde ve bölgede bir devrimi hedeflemek, dünya devriminin bir parçası olmayı öne almak demek olmalıdır. Oysa metin öyle demiyor, metin buradan, “Demokratik Toplum” sonucu çıkartmaktadır. Bu aslında yeni bir söylem de değildir. Bu konuda çok sayıda makale, dm’de önceden de yayınlanmıştır. Ama “demokratik toplum”un ne olduğu konusunda, Öcalan’ın kongreye sunduğu metin epeyce açıklık getirmektedir.

Oraya geliyoruz.

Dipnotta da söylendiği gibi, bazı başlıklar metinde yayınlanmamış, çıkartılmıştır. Bunun politik nedenlerini bilmiyoruz. Ama Öcalan, “09 Temmuz Çağrısı” metninde “Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir,” demektedir. Yani metnin devlet tarafından bilindiğini varsayabiliriz. Bu durumda metinden, 1, 2 ve 4 no’lu başlıkların çıkarılması, başka bir anlam taşıyor olabilir. Yoksa devletin zaten bildiği bir şeyin, devrimci kamuoyu ya da kamuoyu tarafından bilinmesinin bir sakıncası olmaz. Eğer herhangi bir mücadelenin, örgütün ya da kişinin bir sırrı olacaksa (o kadar ki, sırrınızı saklamanız gereken ilk yer devlet olmalıdır), bu devlet tarafından biliniyorsa, artık sır olarak bir anlam taşımaz. Belki de bambaşka bir nedenle yayınlamamışlardır. Bilmiyoruz.

Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programı hazırlıyoruz (A. Öcalan, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”, dm, s. 8)

Görüldüğü gibi Öcalan, açıktır, açıkça durumu söylemektedir. Demek ki, devletin bildiğini varsaymak abartılı değildir. Hem “9 Temmuz Çağrısı” hem de kongreye sunulan metin, devlet tarafından bilinen, “izin” verilen metinlerdir.

3 no’lu başlıkta (1. ve 2. başlık yayınlanmadı) Öcalan ya da metin (metinde devletin müdahalesi varsa da bu metin artık Öcalan’ın metnidir), “Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi” başlığı altında tartışmaktadır. “Tarihsel toplum”, toplumun bir tarihsel varlık olduğunu vurgulamaktadır. Her toplum tarihseldir, her şey tarihseldir ve elbette her toplum tarihsel olduğuna göre (tüm toplumsal tarih kastedilmektedir), tarihte devlet ve komün ikilemi söz konusu edilmektedir. Böyle anlamalıyız.

Bir uzun alıntı daha gereklidir.

Tarihsel materyalizm, sınıf savaşımı yerine “komünü” ikame etmeli. Sadece gerçekçi bir yaklaşım değil, sosyoloji biliminde de özgürlük düşünce ve eylemi sosyalizme geçişin en sağlıklı yolu değil midir? Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizmi gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi, reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında, bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum. Bende, çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayandırıyorum, toplum aslında komünal bir olaydır. Bu toplumsallıktır. Toplumsallık da komün demektir. İlkel komün klan demektir. Özel olarak komün kelimesine gelince, toplumsallık bilebildiğimiz kadarıyla, Mezopotamya alanındaki kültürel yükseliş, Sümer toplumunun çıkışı, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli, bir de komünü. Peki toplumsallık nerede? Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö. 4000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir komünler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile daha oluşmamış. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip, aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik ile bağlantılıdır. Neolitikten önce bu klandır. Komünün Kürtçemize yerleşmiş “kom” ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz. “Kom”, “kombun” yani komün anlamına geliyor, toplanmak. Hâlâ kullandığımız bir kelime ki bu Aryen dilinin de buradan çıktığını, en azından 10 bin yıllık bir tarihi olduğunu gösterir. İşte Aryen kökenli dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene, bir devlet adı olarak geçer. Kabilebaşı, devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Kabilenin bastıranı, devlet hâline geliyor, aşiret reisi her kimse, onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. Devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile, ki devlet oldu mu ezilen kabile de olur. Ayrışma öyle başlar. Marksizmin, proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor (dm, age, s. 8-9).

1

Burada Öcalan, “Marksizmi gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum,” diyor. Cümlenin ikinci bölümünde düşüklük olma ihtimali var. Ama bu satırlar, dünyanın ulusal kurtuluş hareketleri içinde en gelişmiş gerilla hareketlerinden biri hâline gelmiş olan PKK’nin kongresine sunuluyor. Üstelik raporun başlığı “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”tır ve içinde Marksizm eleştirisi kabarık bir yer tutmaktadır. Demek, ciddidir. Marksizmi gözden geçirme düşüncesi ciddidir. Marksizmi gözden geçirme işi de ciddi olmalıdır.

Bu düşünce, 1890’lardan beri hep vardır Karl Kautsky, Bernstein, bu işin ilk öncülleridir. Yani Marksizmi gözden geçirme düşüncesi ne yenidir, ne de büyük bir keşiftir. Bu gözden geçirmelerde, tarih boyunca hep Marksizme saldırı vardır.

Biz Marksistler-Leninistler, teoriyi bir dogma olarak görmeyiz. Elbette sınıf savaşımı ve toplumsal yaşamın gelişimine göre, birçok yeni sorun ortaya çıkar ve bu açıdan bu sorunların ele alınması gereklidir. Ezberlenmiş formüller, teori değildir.

Bizim tarihimizde 12 Eylül karşı-devriminden sonra, özellikle TKP ve Dev-Yol’un kendilerini tasfiye ederken girdikleri yol da bir örnektir. Karşılaştırma niyetinde değiliz. Sadece bu yolun daha önceden de kullanılmış bir yol olduğunu vurguluyoruz.

Daha iyi bir örnek, SSCB çözülürken, Gorbaçov’un, “emperyalizm sömürgesiz de olabilir” ve “emperyalizm savaşsız da olabilir” tezleri çerçevesinde giriştiği Marksizme-Leninizme saldırılardır.

Her yol değiştirme hâlinde Marksizmi gözden geçirmek hep gündeme gelir. Oysa bir bilim olarak ele alınırsa diyalektik ve tarihsel materyalizm (ya da Marksizm ya da Marksizm-Leninizm), zaten mücadelenin gelişimine bağlı olarak sürekli gelişir ve ilerler. Bu duruma, yani bilimin gelişimine bir çeşit “gözden geçirme” denmiyorsa, ki burada bu yoktur, o zaman bir hat değiştirme, trenin yolda bir hat değiştirmesi hâlini de aşan bir yol değiştirme söz konusu olunca bu “gözden geçirme” kastediliyor ve çok kere denenmiş eski akımların yeniden yükseltilmesinden ibaret bir işe yeniden girişiliyor demektir.

Yoksa bilim, durağan değildir, olmaz ve sürekli “gözden geçirilir.” Gözden geçirme, modern burjuva ideolojisinin pragmatizmine sarılarak bir “gözden düşürme” ise, zaten bu her gün binlerce ideoloğun yapmaya çalıştığı iştir ve sınıf savaşımının da bir türüdür, hem de en şiddetlisinden.

Maalesef burada da durum budur.

2

Bir bilimsel çaba ya da çalışma, bir bilimsel düşünce eleştirilecekse, kural olarak o bilimin varsayımları da eleştirilmek zorundadır. Diyelim ki bir bilimsel deney yapacaksanız, ister istemez belli varsayımlardan hareket edersiniz. Bu deneyin sonuçlarını bilimsel anlamda eleştirecekseniz, tutarlı olarak bu çalışmanın varsayımlarını da eleştirmeniz gerekir.

Bu, diyalektik ve tarihsel materyalizm için de geçerlidir. Eğer siz Marksizmi eleştirmek istiyorsanız, “gözden geçirmek” istiyorsanız, onun dayanaklarını da açıkça eleştirmek ve o dayanakların, varsayımların doğru olmadığını kanıtlamak zorundasınız. Bilimsel olan bu yol olurdu. Örneğin, sınıf denilen şeyin ne olduğunu ya da insanlık tarihinin hangi aşamasında ve nasıl devletin oluştuğunu da anlatmak zorundasınız. Burjuva iktisat ve burjuva sosyolojisi, devleti ve toplumu kabul eder ama mesela “ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni” onları ilgilendirmez. Aileyi de, özel mülkiyeti de ve devleti de var olarak kabul ederler, tıpkı dinin insanı ve dünyayı bir varlık olarak kabul etmesi gibi.

“Yani tarih, bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir” tezi, sadece yanlış değil, kolaycıdır da. Yanlış olmasına geleceğiz. Ama kolaycıdır, çünkü, “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olduğu” savı, toplumun karşılıklı ve çıkarları uyuşmayan sınıflara bölünmüş bir bütün olduğunu varsayar. Hani çelişki maddede içseldir ve burada madde toplumdur. Eğer devlet ve komün iki kutup ise, demek ki sınıflar değildir. Öyle ise, aslında sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olmadığını anlatmamız için, toplum denilen şeyin maddî olarak sınıflara bölünmemiş olduğunu ortaya koymanız gerekir. Yani Marksizmi gözden geçirme konusunda bu denli ciddi isek, bu zahmete katlanmamız gerekir. Bunu yapmıyorsak, ya kafamız karışıktır ya da atılacak pratik adımlara bir çerçeve buluyoruz demektir. Kolaycıdır, yeni döneme evrilirken SSCB’nin başındaki Gorbaçov’un emperyalizm konusundaki yaklaşımına benziyor.

“Sınıf savaşımının yerine komünü koymak”, aslında komün denilen ve işçi sınıfının ilk iktidarı alma deneyimi olan şeyi, sınıf savaşımından koparmaktır. Yani, komün ve sınıf savaşımı, birbirinin yerine konulacak şeyler değildir. Komün, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımında Parisli işçilerin iktidarı geçici bir süre almış olması demektir. Bu, sınıf savaşımının bir sonucudur.

Devlet de başlangıçta sınıfların varlığının, gelişirken ise sınıf savaşımının sonucudur.

Demek, hem devlet ve hem de komün, sınıf savaşımının ürünleridir. Yani eğer sınıf savaşımı yoksa, bunlar da olmazdı. Öyle ise, “yerine koymak” anlamında kategorik bir yanlış yapılmaktadır ve kolaylıkla yapılmaktadır.

Sınıf mücadelesinde elbette geçici barış anlaşmaları olur. Brest-Litovsk Anlaşması, Lenin’in emperyalist kuşatma karşısında bir geri adım atmak üzere imza koyduğu bir anlaşmadır. Ama bunun için bir “teori uydurma”ya gerek yoktur. Sınıf savaşımı inişli çıkışlı bir süreçtir ve bazan sizin hoşunuza gitmeyen anlaşmaları yapmak zorunda kalmanız bir realitedir. Ama bunun için “emperyalizm sömürgesiz de olabilir” demenize gerek yoktur. Bunu söylediniz mi başka bir şey yapmış olursunuz, pratik bir durumu teori hâline getirirsiniz ve ardından yeni pratiğiniz için teoriyi iğdiş edersiniz.

Kanımca, her insanın (bu deneyimi yaşamış insanlarız), her öznenin kendi durumunu açıklamak üzere, durumuna uygun bir “teori” geliştirdiği örneklere şahit olması hâli çok sık rastlanandır. Oysa “teori ile pratik birliği” demek bununla alâkalı hiç değildir. Yani madem benim pratiğim bu, o zaman ona bir teori bulayım (açıklama bulayım, bazıları bunu teori olarak yapmazlar, kendilerini ikna edecek bir açıklamaya sarılırlar) tutumu, “teori-pratik” ilişkisinin tersten kurulması olabilir. Denklemi tersinden kurmaktır. Pratik eylemden çıkan teori ya da bilim, yeni pratik eylemi bilimsel hâle getirmek üzere işlev görür, görmelidir. İşkencede konuşmuş bir kişi ya da âşık olduğu kişi tarafından terk edilen bir kişi, hemen kendine bir açıklama bulur, “zaten devrim imkânsızdır” ya da “zaten ben onu hiç sevmemiştim” gibi. Elbette bunlar sadece örnek ve her örnek topaldır, durumu tam ifade etmez. Oysa durumumuza uygun bir teori geliştirmek, bizim egemen düşünceden aldığımız, oradan bize bulaşmış olan pragmatik davranışımız olabilir. İsterseniz Marksizmi eleştirin, isterseniz kendi geçmişinizi sonuç aynıdır; bu tutum, bu pragmatik yol, ışık hâline gelmez ve yol açmaz.

3

Diyalektik ve tarihsel materyalizm, bir bilimdir. Yaşamın her ânında gelişir ve geliştirilir. O kadar ki, insanlık tarihini, toplumu doğanın bir devamı olarak ele alırsak, tek tutarlı tarih bilimi de buradan çıkar. Dahası tarihi, olayların kaydından ibaret olmaktan çıkartan, onu bir bilim yapan Marksizmdir.

Tarihin belli bir döneminde insan toplumu oluşur. İnsan toplumu, doğanın devamıdır ya da insan doğanın kendi bilincine varmasıdır. Bu da toplumsal bir süreçtir. Ve maalesef biz bugün hâlâ bu insanlaşma sürecindeyiz. Komünist toplum, aslında insanlaşma sürecinin tamamlanması ve insanın doğa ile ilişkilerinin tümden değişmesi anlamına da gelir.

Bu toplumsal gelişimin en başında sınıflar yoktur. Yani insan en başından hayatta kalabilmek, kendi geçimini sağlamak işi ile uğraştığında, o ilk anlarında, o toplumda henüz sınıflar yoktur. Buna ilkel komünal toplum diyoruz. Komünaldir, çünkü her şey topluluğun ortak varlığıdır.

Demek ki en başından beri “devlet” de yoktur. Devlet, sınıflara bölünmüş bir toplumsal sürecin sonucu, ifadesidir.

Oysa o devletin olmadığı ilkel toplumda, Öcalan’ın adlandırması ile komün vardı. Öcalan, komünü, yer yer toplumun “devlet” dışındaki hâli olarak da tarif etmektedir. Oysa devletsiz bir toplum zaten en başında vardı. Evet, ilkel bir toplumdu ama devletsiz bir toplumdu. Demek o zaman diliminde devlet ve komün ikilemi yokmuş.

Devlet, toplumsal gelişmenin bir aşamasında ortaya çıkar. Devlet sınıfların varlığına dayanır. Bir sınıfın diğer sınıfı bastırma aracıdır. Yani devlet, tüm toplumun ortak ürünü vb. değildir, egemen sınıfın silahlı ve siyasal örgütüdür. Bu konuda Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışması yol göstericidir. Marksizmin bu denli gözden düşürülmeye çalışıldığı günümüzde, devlet üzerine, Lenin’in “Devlet ve İhtilal” çalışmasının da okunması, bunu hatırlatmak bir borç oluyor.

Bu aşama toplumun çıkarları uyuşmaz karşıt sınıflara bölünmesi ile şekillenir. Yani, devlet, karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumda, egemen sınıfın, topluma kendi çıkarlarını zorla (ve rıza üreterek) kabul ettirmesidir. Devlet, egemenin siyasal örgütüdür. Egemenin başka siyasal örgütleri de vardır ama en gelişmiş olanı devlettir. Devlet, bir zor aygıtıdır. Toplumun üstünde gibi görünür. Ama diyalektik olarak da biliriz ki, her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı. Toplumdan doğan, ama onun üstünde gibi görünen devlet, gerçekte, o toplumun egemen sınıfının çıkarlarının örgütlenmiş ve topluma kabul ettirilmiş hâlidir.

Köleci devlet ilk devlet biçimidir. Bırakın Roma ve Atina’daki gelişmiş köleci devleti, daha ilk hâllerinde de bu köleci devlet, köle sahiplerinin devletidir. Demek, toplum bir aşamada sınıflara bölünüyor ve devlet buradan çıkıyor. Öyle ise, devletin sınıfların varlığının sonucu olmadığını ortaya koymanız gerekir.

Toplumun karşıt sınıflara bölünmesi özel mülkiyetin, daha açık konuşmalıyız, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin doğması ile paralel gelişir.

Toplumsal örgütlenme biçimleri olarak klan, aşiret ve aile, devlete karşı örgütlenmeler değildirler. Bunlar vardır, ama Durkheim’in “sosyoloji bilimi”nden söz etmeyeceksek, toplum bunlardan oluşmaz. Burjuva “sosyoloji bilimi”nde, toplumun ekonomik temeli ya da ekonomi-politik yoktur, bunu geçer. Sınıfları hem kabul edip, hem de toplumun sınıflardan bağımsızmış gibi bir varlık olduğunu işlerler.

Konuyu biraz daha açmak zorundayız.

İnsan, doğanın kendi bilincine varması anlamında, doğadan kopuşun ifadesidir.

İnsan, en başından beri, diğer canlılardan, daha da daraltalım diğer hayvanlardan, kendi geçim araçlarını üretmek üzere üretim araçları üretmekle ayrılır. Bir aşamada bu üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıkar ve üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, elbette, kendi çıkarları adına toplumu yönetmek üzere devleti oluşturur.

İnsan temel olarak, iki temel faaliyette bulunur. Yaşamını devam ettirmek bu iki faaliyete bağlı olarak şekillenir. Birincisi, kendi soyunu devam ettirmek üzere biyolojik anlamda ürer. Bunu tüm canlılar da yapar. İkincisi, kendi maddî geçim araçlarını da üretir. Sadece yiyeceği ürünleri üretmek üzere doğayı dönüştürmez, aynı zamanda bu amaç için, üretim araçları da üretir. İnsan bunu, toplumsal yaşam içinde yapar ve toplum, bu anlamda doğal tarihin bir devamıdır. Ve insan, giderek tüketeceğinden, yani kendi beyin ve kas gücünü yerine koymak için ihtiyaç duyacağı maddî mallardan daha fazlasını üretme olanağına sahiptir. Bu potansiyel, üretim araçlarını geliştirerek fiilî hâl alır, gerçeklik kazanır. Zaten bu olmazsa, (köle sahibi) kölenin emeğine el koyamaz. Her insan ancak kendini besleyecek kadar üretir ve bunu asla aşamaz durumda olsaydı, zaten bir kölenin emeği de, bir köle sahibini geçindirecek hâle gelemezdi.

Aile, klan, aşiret, tarihsel gelişim içinde toplumsal örgütlenme biçimleridir. Bir toplumda, üremeye, yani kendi soyunun devamına dayalı, kan bağına dayalı örgütlenme ne kadar gelişmiş ise, o toplumda üretime bağlı örgütlenme de o kadar geri demektir. Tarihsel gelişim içinde insan toplumlarında üretim geliştikçe, üretime bağlı örgütlenme de öne çıkar ve aynı anlama gelmek üzere kan bağına dayalı örgütlenme geri düşer. Klanın dağılması bu nesnellik içinde gerçekleşir. Klan ve aşiret, kapitalizmin toplumsal örgütlenme biçimleri değildir. Özel mülkiyet aileyi geliştirir ve kapitalist özel mülkiyette bu daha da gelişir ve sonra kapitalist gelişimin ileri evrelerinde bu aile bağları da çözülür. Buna rağmen burjuva devlet, aileyi temel aldığını söyler ve biz komünistleri aileyi reddetmekle suçlarlar. Oysa aile, bizzat kapitalist üretim ilişkileri ile çözülür. Bugün gelinen “çekirdek aile”, bu sürecin sonucudur.

Yoksa, toplumsal gelişim içinde klan ile devlet, aşiret ile devlet, aile ile devlet çatışarak gelişmez. Tersine egemen, bu örgütlenme biçimlerini kendi tarzında geliştirir ve buna dayalı kültürü belli açılardan korur. Örneğin burjuva devrimin tamamlanmadığı bazı durumlarda aşiret gibi feodal döneme özgü örgütlenmeler, bizzat egemenlik ilişkileri tarafından korunur ve bu burjuva gericiliğin de işaretidir.

İnsan toplumu, ilkel komünal toplumun dağılması ile, sınıflı topluma geçer. Sınıflı toplumların ilki, köleci toplumdur. Burada köle sahipleri ile köleler iki karşıt sınıfı oluşturur. İkincisi feodal toplumdur. Feodal soylularla serfler ve köylüler bu toplumun iki karşıt kutbunu oluşturur. Sınıflı toplumların en gelişmiş hâli kapitalist toplumdur. Bunun en gelişmiş sınıflı toplum olduğunu söyleyebiliriz. Son sınıflı toplumdur ve son olması aynı zamanda en gelişmiş sınıflı toplum olması anlamına da gelir ve kapitalist toplum sosyalist devrimlerle parçalanmıştır. Bunun yüzlerce kere yaşanması gerekmez. Biliyoruz ki, bizzat komün ve Sovyet deneyleri göstermiştir ki, kapitalizm son sınıflı toplumdur. Ve bu sınıflı toplumlar, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Biri diğerinin içinde gelişebilir de. Ve bu sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir denilebilir ve doğrudur da. Çünkü her birinde toplum denilen maddenin iki kutbunda bu sınıflar vardır. Mesela her aile, devletle çatışmaz ya da ikilem oluşturmaz. Burjuva bir aile, diğer burjuva ailelerle birlikte devletin sahibi iken, bir işçi ailesinin böylesi bir konumu yoktur. Bu durumda, kapitalizme karşı olmak adına “komün”den söz edeceksek, geçmişe öykünmeyeceksek, sınıfların ve sınıf egemenliği aracı olarak devletin yok edilmesinden söz ediyor olmamız gerekir. Yoksa klanın, aşiretin içinde var olan “olumlu” öğeleri abartmış oluruz. Aynı şekilde daha da geriye gidersek, ilkel komünal toplumu, işçi sınıfının önce burjuva sınıfı sonra da kendisini yok etmesi demek olan sosyalist devrim ve sosyalist geçiş yolu ile oluşacak komünist toplum ile bir tutmuş oluruz.

Her bir sınıflı toplumda devlet, egemen sınıfın egemenlik aracı olarak daha da gelişir. Feodal devlet, köleci devlete göre daha gelişmiş, daha organize olmuş bir devlettir ve kapitalist devlet de feodal devlete göre daha gelişmiş bir devlettir. Daha da “gelişmiş” denildi mi, bu bir olumlama değildir, tersine egemen sınıfın egemenlik aracının daha da gelişmiş olması demektir. Ve her devlet, o çağda, o dönemde süren sınıf savaşımına göre şekillenir. Bu nedenle, herhangi bir devlet ele alındığında, somut durumun somut analizi ilkesi temel alınır. Köleci toplumda veya feodal toplumda devletin henüz giremediği alanlar ya da denetleyemediği alanlar, kapitalist topluma göre daha fazladır. Bu nedenle, sık sık, kapitalist devlete karşı çıkanların geçmişe öykündüğü durumları görebiliriz. Zira egemen sınıf, kapitalist toplumda yaşamın her alanını kontrol etmeye başlar. Günümüzde tekelci kapitalist sistemde, bu kontrol en gelişmiş hâlindedir. Balzac, Fransa’da kapitalist gelişimi ve yeni burjuva kültürü eleştirirken, aslında eskiye bağlı olarak yola çıkmış ama sonunda eskinin, feodal sistemin tüm pisliklerini, soyluluğun tüm yüzünü de açığa çıkartmak durumunda kalmıştır.

Bu noktadan hareketle, devletin ya da kapitalist egemenliğin tüm topluma karşı olduğu söylenebilir. Buradan hareketle, sosyalist devrimin sadece işçi sınıfının kurtuluşunun yolu değil, aynı zamanda tüm toplumun kurtuluşunun yolu olduğu öne sürülebilir ve sakıncalı değildir. Ama eğer işçi sınıfının varlığı inkâr edilmek üzere bu devreye sokuluyorsa, sosyalist devrim bir fanteziye dönüşür. Çünkü, işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak öncü güçtür ve aslında işçi sınıfının sosyalist devrim yolu ile komünizme yürümesi, aynı zamanda bir sınıf olarak kendisi de dâhil, tüm sınıfları yok etmesi anlamına da gelmektedir. Yani, sınıfları ortadan kaldırmak üzere sosyalist devrim, komünizme gidişin yoludur. Komün, sosyalist toplumun, oradan geleceğin sınıfsız toplumunun örgütleniş biçimidir ve sosyalist devrim, sınıf mücadelesi vb. yoksa, komünün ayakları yerden kesilmiş olur.

Bunu atladınız mı, hem tarihsel materyalizm ortadan kalkar, çünkü sınıf savaşımının buraya varacağını söylemek olmadan tarihsel materyalizm olmaz, hem de revize edilecek bir Marksizm olmaz.

4

Kürtçe dil bilgisine Öcalan kadar vâkıf olmadığım açıktır. Bu nedenle “kom” sözcüğünün, aslında “komün” sözcüğünün temeli olup olmadığını tartışmak, Kürt dil bilimi açısından girebileceğim bir tartışma değildir.

Kavramların, kelimelerin tarihleri vardır. Komün, Paris Komünü ile sınıf savaşımı tarihine girmiştir. Kendine komünist diyenler, aslında Paris Komünü sonrasında bu vurguyu yapmaya başlamışlardır. Börklüce Mustafa ve Bedreddin hareketi, “ortakçı toplum” derken, belki bunun bir biçimini, tam olarak komünizm diyemeyeceğimiz ama içinde onun nüvelerini içeren bir biçimini savunmuşturlar. Köylülüğe ve köylülüğün ayaklanmasına dayalıdır. İlkel komünal toplum da aslında “ortakçı” yaşamı anlatır. Ama bu bizim Paris Komünü’nde gördüğümüz biçime ancak benzetilebilir. Birinde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoktur (ve üretim araçları son derece sınırlıdır), ikincisinde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verme ve topluma ait olan üretim araçlarını toplumun ortak zenginliği yapma iradesi, isteği vardır. Bu durum bize, diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasalarından biri olan, “olumsuzlanmanın olumsuzlanması” yasasını gösterir. İlk olumsuzlanma ilkel komünal toplumun çözülmesi ve üretim araçlarının üzerinde özel mülkiyetin doğmasıdır ve ikinci olumsuzlanma üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verip toplumsal mülkiyete geçiştir. Aynı şey devlet için de söylenebilir; ilk olumsuzlanma sınıfların varlığının ifadesi olarak devletin doğması ise, ikinci olumsuzlanma sosyalist devrimin yeryüzündeki zaferinin sonucu sınıfların ortadan kalkması sonucu devletin de sönmesidir. Bu (olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası) aynı zamanda, daha uzun bir çevrim olarak, insanın doğanın bir parçası olarak doğadan kopması ve sonunda komünizm ile doğa ile yeni düzeyde doğa ile yeni bir kaynaşma geliştirmesinde de vardır.

Kelimelerin tarihi elbette ilgiye değerdir. Mesela grev, Fransa’da işi bırakan işçilerin adı “grève” olan bir meydanda toplanmasından gelir. Ama artık grev yapmak için şalterleri indirmek ve sokaklara taşmak daha yaygın olan yoldur. Yoksa her meydanda toplanma işi grev değildir.

Paris proletaryasının geliştirdiği Paris Komünü, yeni bir toplumun ilk şekillenmesidir. Ve kendine komünist diyenler, bu hareketin, bu pratiğin zaferi için devlet ve iktidar sorununu kendi pratiklerinin konusu hâline getirmişlerdir. Paris Komünü, burjuva devleti parçalamak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak görevini de devrimci hareketin önüne getirmiştir. Marx dâhil, tüm devrimciler bu sorunlarla uğraşmışlardır.

Buradan reel sosyalizmin eleştirisine geçilebilir.

Reel sosyalizm ya da 1917 Ekim Devrimi, devrimi gerçekleştirdiği, siyasal iktidarı aldığı ve bir proletarya diktatörlüğü kurduğu için hatalı değildir. Sovyetler, çarlığa karşı süren sınıf mücadelesi içinde gelişmiş yeni iktidar odaklarıdır. Tıpkı Paris Komünü gibi. Ekim Devrimi’nin yarattığı sosyalist deneyimin hataları, kişilerin tutumları ile açıklanamaz. Aynı şekilde bir gerilla hareketinin başarıları da tek tek kişilerin kahramanlıklarına indirgenemez. Bu kahramanlıklar önemlidir. Ama tarih buna indirgenemez. Bu, tarihe son derece eksik bir bakış açısı olur. Büyük kişiler, büyük olayların ürünüdürler. Büyük olaylar, büyük liderler yaratırlar. Tersi doğru değildir. İnsan, hangi hâl ve durumda olursa olsun, salt biyolojik bir varlık değil, tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Öyle ise Sovyet deneyimine de böyle bakmak gerekir.

Ekim Devrimi, daha ilk andan başlayarak kuşatılmıştır.

Tek ülkede sosyalizm, bu kuşatmanın sonucu olarak yaşanan bir pratik olmuştur. Bolşevikler devrimi yaymak istemiştir. Alman devrimi 1919’da yenilmiştir. Daha başkalarını saymaya gerek yoktur. Devrim dünyaya hızla yayılamamış ve Sovyetler Birliği ile sınırlı kalmıştır. Ekim Devrimi’ni, egemen sınıf, dünya burjuvazisi bir karşı devrimle yanıtlamıştır. Almanya’da Spartakistler böyle yenilmiştir. Bu karşı devrim dalgası, İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizm denilen bir devlet örgütlenmesi yaratmıştır. Faşizm burjuva devletin duruma ayak uydurmuş, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Yani her sınıflı toplumda, sınıf savaşımı devleti şekillendirir. Bu nedenle her devlet, bir burjuva devlet olsa da, somut olarak incelenmek zorundadır. Ekim Devrimi’ne dönelim. Dünyaya devrimi yayamamış olan dünya proletaryası, karşı-devrim ile karşı karşıya kalmıştır. Ve zamanla, kapitalist-emperyalist sistemin saldırıları altında, içine kapanmak zorunda kalan Sovyetler, külleri içinden birkaç kere doğmuş olsa da, devrimi yaymayı başaramamıştır. Ve zamanla, bu pratik hâli, bu nesnel durumu, strateji düzeyine çıkartmış ve “barış içinde bir arada yaşama” stratejisine varmıştır. Tüm bu sürecin içeride, toplum örgütlenmesi, meta üretim ufkunun aşılması vb. noktalarda da karşılığı vardır. Diyelim ki bir sosyalist ülke, kendini kapitalist bir ülke ile karşılaştırırken, kişi başına düşen beyaz eşya miktarına bakıyorsa, meta üretim ufkunu aşma fikri geri planda kalmış demektir.

Burada bir not gereklidir. Sovyet tarihi içinde “barış içinde bir arada yaşama” hâli, bu pratik hâl, strateji hâline gelmiştir. Demek ki, “barış” sözüne bu örnekte de dikkat etmek gerektiği anlaşılmaktadır. Deneyimdir.

Aslında bu konuda, yani Sovyet sisteminin çözülmesi konusunda, çok sayıda kapsamlı ve değerli çalışma vardır. Biz, kendimizi bir hareket olarak, iki yenilgi (12 Eylül karşı-devrimi ve SSCB’nin çözülmesi) ve bir devrimci yükseliş (Kürt hareketinin yükselişi) etkenleri altında oluşmuş bir hareket olarak ele alırız. Öyle ise bizim bu konuda çalışmalarımızın da olduğunu (Kapitalizmden Komünizme Geçiş, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmıştır), bunların yayınlanmış olduğunu not etmemiz yerinde olur. Bu nedenle, SSCB pratiğinin daha kapsamlı tartışması konumuzu aşmaktadır, diyebiliriz. Biz, sosyalizmin tüm deneyimlerinin, tüm eksikliklerine rağmen, bizim ortak değerimiz, ortak tarihimiz olduğu gerçeğinden hareket ederiz. Bu konuda ilk akla gelen genellemeleri bu nedenle temkinli karşılarız.

Reel sosyalizm deneyiminin toplumsal örgütlenme alanında ortaya koyduğu pratiğin eksiklikleri, kimse için, devrim bir yana bırakılarak, meselenin komünalist bir yaklaşımla çözüleceğini savunmasına vardırılamaz. Sosyalist devrim, her şeyden önce, devrimci bir örgütlenmeyi gerektirir. Devrim olmaksızın, belediyecilik üzerinden bir kurtuluş yolu ortaya konulamaz. Bu belediyecilik de tarihin eski dönemlerinden beri savunulagelmiş bir tutumdur, yeni değildir ve yol aldığı görülmemiştir.

Ama şunu kabul ederiz. Bugün, henüz kapitalist sistemi yıkmadan da, kapitalist devlete karşı yürütülen mücadele içinde, tıpkı Sovyetler gibi, tıpkı komün gibi gelecek topluma ait örgütlenmeler yaratılabilir. Bunların ne denli gelişeceği elbette toplumsal mücadelenin, sınıf savaşımının içinde netlik kazanır. Özü komündür ama farklı biçimlerde gelişim yolu bulabilir. Ama bugünkü mücadele, gelecek toplumun insanın nüvelerini de yaratır. Mücadele bize yeni toplumun örgütlenme biçimlerini de sunar. Paris Komünü bunun örneğidir ve biz bu nedenle komünistiz. Elbette bu, örgütü, devrimci örgütü daha öne koymak kaydı ile geliştirilebilir, gerçeklik kazanabilir.

Kapitalist sistemi yıkma mücadelesini bir yana bırakarak, toplum içinde bir komünalist yol gerçekçi değildir. Bu olsa olsa, somut duruma bir teori uydurmak anlamına gelir ki bunu yapmak için Marksizme saldırmak zorunlu gibidir. Bunu anlayabiliyoruz. Doğru bulmuyoruz, bilimsel hiç.

Marksizme saldıran burjuva cephenin, şu ya da bu genişlikte burjuva cephenin, temel saldırı noktaları, her zaman, (1) işçi sınıfının varlığı ya da öncü rolü, (2) iktidarı almak ve egemen sınıfın devletini parçalamak, (3) proletarya diktatörlüğünü kurmak noktalarında olmuştur. Bu saldırılar, cepheden yapılan saldırılara göre daha etkili olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bu saldırılar, işçi sınıfının cephesinde yer alan “aydın”ları ya da fikir üretenleri etkilemiş ve ideolojik bir boşluk oluşturmada etkili olmuştur.

“… ki devlet oldu mu, ezilen kabile de olur. Ayrışma böyle başlar. Marksizmin, proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor.”

Yukarıdaki alıntının sonunda bu cümleler var. Devlet ve kabile, iki karşıt kutbu oluşturuyor ve Öcalan, buradan hareketle, Marksizmin proletarya böyle oldu, şöyle gelişti demesi biraz zorlamadır, diyor. Kürt hareketi, yoksul köylülüğe dayalı olarak gelişti. Köylülük eski toplumun temel sınıflarındandır ve elbette kapitalizm altında dağılmaktadır. Bu nedenle PKK adını Kürdistan İşçi Partisi koymuştur. İşçi ismi geleceği gösterir. Elbette Kürt halkı içinde aşiretlere bağlı olarak gelişen işbirlikçi güçler de vardı, vardır. Aşiretlere dayalı olarak gelişen Barzani hareketi idi. Aşiretleri kültürel olarak dağıtan ise Kürt Özgürlük Hareketidir. Şimdi bu temel, işçi sınıfı temelinde kurulmak yerine, oradan koparılıyor. Kürt devrimine (aşiret bağlarını dağıtması bir devrimdir ve bunu geriye döndürmek mümkün değildir) Kürt orta sınıflarının katılımı, aşiret bağlarının parçalandığı Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleşiyor. Bu orta sınıflar, eğer yıl 1993 ise, devrime katılırken ya kendi karakterlerine uygun olarak davranacak ya da Kürt devriminin sosyalist bir rotada ilerlemesinin istesinler istemesinler bir parçası olacaklardır. Durum bu idi. Bu nedenle Barzani çizgisi -ki aynı zamanda sömürgeciliğin bir uzantısıdır- ile ona karşı PKK çizgisi oluşmuştur. Emperyalist savaş, yani paylaşım savaşımı Ortadoğu’da yoğunlaştıkça, Kürt devriminin karşılaştığı nesnel sorunlar açıktır. Bölgede gelişecek bir sosyalist devrimin kaldıracı olmak bir yoldur. Aynı zamanda bir tarihsel sorumluluktur da. Elbette kimse Kürt Hareketini buna zorlayamaz. Ama bu nesnel durum, proletarya böyle oldu, şöyle gelişti meselesinin bir zorlama olması yolu ile üzerinden atlanacak bir durum değildir.

Evet var hâlâ böyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu, devletleşme hikâyesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marx’ın ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla, yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapital’i bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor.

Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir (age s. 9).

Öcalan bunları söylüyor. Okuyucu elbette metnin yayınlanan bütününü dm’den okuyabilir. Biz, baştaki uzun alıntılarla aslında bazı temel konuları ortaya koymuş olduk. Bu alıntılardan sonra, bunları tekrar etmeye gerek yoktur. Ama, bu alıntılar üzerinden eklenecek bazı noktalar var.

1

“Evet var hâlâ böyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu, devletleşme hikâyesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marx’ın ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla, yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapital’i bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor.

Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.”

Buradan başlayalım. Metnin ne denli eklektik olduğu, pragmatizmin nasıl devreye girdiği bu satırlarda da anlaşılabilir. Bu duruma elbette “özgünlük” iddiasının yansıması da denilebilir. Metin bir konuşma dilini de yansıtmaktadır. Bu nedenle bazı noktaların üzerinde durmayacağız.

Demek, işçileşme-burjuvalaşma binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Olsun, binlerce yıllık gelişimin sonucu olursa ne değişir? Öyle ya, Marx, bizzat kendisi, sınıf savaşımını keşfeden biz değiliz, demekten geri durmamıştır. Marx, biz bu sınıf savaşımının bir proletarya diktatörlüğüne varacağını söyledik ve yeni olanlardan biri budur, der. Yani burjuvalaşma ve işçileşmenin binlerce yıllık tarihi olması bir şeyi değiştirmez.

Dahası, burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesinde, Babil, Asur ve Sümer’de de var deniliyor. Öcalan burada meta üretiminin varlığından söz ediyor olabilir. Bu durumda meta üretiminin ilk ortaya çıktığı anda burjuvazinin de doğduğunu söylemek yanlıştır. Bu farkı biliyor olsa gerek ki, Atina ve Roma’dan sonra Avrupa’ya geçtiğini söyledikten sonra, Avrupa’nın icat ettiği bir şey, diyor. Demek, Avrupa’nın icat ettiğinden sonra, geçmişe bakıp, aslında meta üretiminin kökeninin ta sınıflı toplumların ilk biçimlerinde de var olduğu söyleniyor olabilir. Ama bu “işçileşme ve burjuvalaşma” denilen şeyden daha farklıdır. Köleci toplumda meta üretimi, aslında köleci sistemin temeli değildir. Köle emeğine köle sahibinin el koyması sistemin temelidir.

Buradan Marx’ın aslında ömrünün son dönemlerinde, Paris Komünü üzerine yazdığını ve artık sınıfı fazla kullanmadığını söylüyor. Ve ekliyor, ömrünün sonunda Marx, diktatörlük kavramını kullanmıyor ve komüne yöneliyor.

Doğru değildir. Kanımızca Öcalan da bunu bilir. Metinler ortadadır. Belki bu metinlere İmralı koşullarında ulaşamamış, bu nedenle tekrar gözden geçirilmemiş olabilir. Bunu bilmiyoruz. Kaldı ki Marx, Paris Komünü’nü çok önemser, çünkü proletaryanın burjuva sınıfa karşı savaşımında yeni toplumun biçimini de geliştirdiğini görmüştür. Ve Öcalan’ın söylediğinin tam tersine, Paris Komünü’nün iktidarı almak ve tüm ülkeye yaymak konusunda eksik kaldığını, burjuva devlet çarkını yıkarken onu yerle bir etmekte ve proletaryanın iktidarını kurmakta eksik kaldığını söyler. Evet, buradan proletarya diktatörlüğünün bazı biçimleri de şekillenir, her yöneticinin seçilmesi ve görevden alınabilmesine dayalı örgütlenme ve en baştan en alta kadar tüm devlet görevlilerinin tek ve en düşük maaşı alması gibi. Bunları komün geliştirmiştir. Ama tüm bu metinlerde asla proletaryanın iktidarı, proletarya diktatörlüğünün (işçi sınıfının iktidarının) reddi yoktur.

Paris Komünü karşısında burjuvazinin duyduğu korkuyu, belki Marx’ın şu satırları özetleyebilir:

Komünün, misillemeyi buyuran ve görevinin “Paris’i Versailles haydutlarının yamyamca davranışlarına karşı korumak ve göze göz, dişe diş istemek” olduğunu açıklayan 7 Nisan günlü buyrultusundan sonra, Thiers tutsaklara barbarca davranılmasını gene de durdurmadı. … Ama Thiers ve aralıkçı generalleri, Paris’te Ulusal Muhafız kılığında yakalanan kendi jandarma espiyonlarının bile, üzerlerinde yangın bombaları ile yakalanan Sergents de villelerin (polislerin –ç.n.) bile bağışlandıklarını öğrenir öğrenmez, Komünün misilleme üzerindeki buyrultusunun boş bir tehdit olduğunu anlar anlamaz, tutsakların yığınsal öldürülmeleri yeniden başladı ve sonuna değin ardı arası kesilmeden sürdürüldü. Ulusal muhafızların sığındıkları evler jandarmalarca çevrildi, üzerlerine (ilk kez olarak burada görülen) petrol döküldü ve yakıldı … (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 2, Sol Yayınları, s. 259).

Demek Paris Komünü böyle saldırı ile yeniliyor.

Marx’tan alıntılamaya devam edelim:

18 Mart sabahı, Paris şu gökgürültüsü ile uyandı: Vive la Comune! Peki ama Komün, burjuva sağduyusunu böylesine tedirgin eden bu sfenks nedir?

“Başkent proleterleri,” diyordu 18 Mart günlü bildirgesinde Merkez Komitesi, “yönetici sınıfların güçsüzlük ve döneklikleri ortasında, onlar için kamu işlerinin yönetimini ele alarak durumu kurtarma zamanının gelmiş bulunduğunu anlamışlardır.”

Ama işçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemez (Marx-Engels, age, s. 260).

Demek ki, Komün, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki savaşımın bir evresinde ortaya çıkıyor. Yani sınıflardan, sınıf savaşımından bağımsız değildir.

Ve yine demek ki, proletarya, eski devlet makinasını olduğu gibi alarak onu kendi çıkarları için kullanmakla yetinemez, onu parçalamak zorundadır ve yerine kendi iktidarını kurmak zorundadır. “Ulus-devlet” anlayışı aşıldığına göre, ister ülkede isterse bölgede, bu amaca yönelmek gereklidir.

Şöyle diyor Marx:

Komünün gerçek gizemi şudur: o özsel olarak bir işçi sınıfı hükûmeti, üreticiler sınıfının temellükçüler sınıfına karşı karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadî kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan ensonu bulunmuş siyasal biçim idi (Marx Engels, age, s. 267).

Marx Kugelmann’a 12 Nisan 1871’de şunları yazıyor:

Eğer yenilirlerse, yalnızca “iyi kalplilik”lerinden yenilecekler. Önce Vinoy ve ardından Paris Ulusal Muhafızları’nın gerici bölümü çekilir çekilmez Versailles’e yürümeliydiler. Vicdani kaygılar yüzünden fırsatı kaçırdılar. İç savaş başlatmak istemediler, sanki Paris’i silahsızlandırma girişimiyle o fesat düşük Thiers iç savaşı zaten başlatmamış gibi! (Karl Marx, Hayalet, Seçme Yazılar, Ayrıntı Y., s. 636).

Sanırım bu alıntılar, Komün ile proletarya ilişkisini açıklamaya yeterlidir. Versailles’e yürümek, burjuva devleti alaşağı etmektir.

2

Öcalan’dan öğreniyoruz ki, “Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.” Gerçekten bütün tarih bundan mı ibarettir? Demek Marx, burjuva devlete karşı proletaryanın geliştirdiği Paris Komünü’nü, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki savaştan bağımsız, kopuk, alâkasız olarak mı görmektedir? Burjuva devlete karşı Paris Komünü dediniz mi, demek ki siz, “devlet ve komün” ayrımı yapıyorsunuz ve sınıf savaşımından asla söz etmiyorsunuz, öyle mi? Çok zorlama bir çıkarsamadır.

Ve yine öğreniyoruz ki, Öcalan’ın düşüncesi şudur: “Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde gelişmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.” Kuşkusuz bu Öcalan’ın düşüncesi olabilir, bizim için sorun yok. Ama buna Marx’ı dâhil etmek niyedir? Bir kişi, isterse hiç Marx’ı dâhil etmeden, benim düşüncem budur, diyebilir.

İlle de Marksizmi revize mi etmeniz gerekiyor? “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” isimli bir çalışmada, Marksizmi revize etme gereğinin temeli nedir?

Yani Kürt hareketinin bundan sonraki gelişim yolunun bambaşka olacağını söylemek için, Marksizmi reddetmek yeterlidir, revizyon girişiminde bulunmadan bunu yapmak da pekâlâ mümkündür. Değil mi ki özgürlük var, herkes istediği yolu seçebilir. Ama Marx’ı dâhil ettiniz mi, aslında siz mevcut zor duruma Marx üzerinden bir teorik temel yaratmaya çalışıyorsunuz demektir. Gideceğiniz yola, hâle uygun bir teori bilimsel bir yol değildir, tersine pragmatizmdir. Teori yol göstericidir, ortaya çıkan zorluklar ve aksilikler karşısında yoldan sapmak için teoriyi eğip bükmek, pragmatizmdir.

3

İşte Marksizmin köklü revizyonu da böyle geliyor.

Öcalan Kürt hareketine, PKK Kongresine bir yeni yol öneriyor ve yeni yolda, sınıf savaşımına dayanan bir toplum gerçeği yok, onun yerine, “devlet ve komün” var; bunlar da, bu iki şey de “savaş da demeyelim” şeklinde karşı karşıyadır.

Bir siyasal hareket, kuşku yok ki, önüne koyduğu hattı, gelecek için ortaya koyar. Bu nedenle, nasıl bir gelecek fikri, siyasal mücadelenin temel meselelerinden biridir. Katılırsınız, katılmazsınız ama bir hareketin gelecek toplum planını ortaya koymasına itiraz edemezsiniz.

Bu nedenle, devlet ve komün ikilemi üzerinden bu plan ortaya konmaktadır. Dinleyelim.

Ahlaki politik toplum kavramı, komün değerlendirmesinin bir başka ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulması. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün özgürlüğünü savunacağız. Zaten adı üzerinde; ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus-devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları temel alıyoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğiz; bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hâlâ komündür. Bizde de kom var. Ahlak yok mu, etik yok mu, tabi var. Zaten komün yasalardan ziyade etikle yürüyecek bir konudur. Komün bir demokrasidir. Demokratik siyaset, politika demektir. Komün isimdir, etik politik sıfattır. Buna Marksizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marksizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz (age, s. 9-10).

“Ahlâkî politik toplum” kavramı gibi noktaların üzerinde durmayacağım.

Ulus devlet dili terk ediliyor, öneri budur. Gerçekten de ulus-devlet kapitalizme aittir. Burjuva pazarın şekillenmesi ve bunun burjuva egemenlik ile bağını ifade eder ve hemen her ulus devlet, başka ulusların asimilasyonuna dayanır. Bu Fransa’da daha yumuşak, süreç içinde gelişmiş, Almanya’da daha farklı, ABD’de daha farklı ve Türkiye’de de katliamlar ve imha-inkâr siyaseti ile gerçekleştirilmiştir.

Herhangi bir halkın uyanışı ve kurtuluş hareketi, mevcut çağda, eğer kapitalizmi aşmıyorsa, sosyalizme yönelmiyorsa, kapitalizme bağlı bir sömürge ulus-devlet biçimine bürünür. Buna rağmen mücadelenin kendisi değerlidir. Simón Bolívar, José Martí isimlerinde ifade bulan direnişler gibi. Ama sonuç toplumsal kurtuluşa varmamış ise, bu da bir sonuçtur.

Ekim Devrimi için şu notu araya sokmam gerekiyor. Biliniyor Ekim Devrimi ile birlikte kurulan proletarya diktatörlüğü (isterseniz proletarya demokrasisi), en başından bir etnik kimlik veya coğrafya adı seçmemiştir. Yani, Rus sosyalist cumhuriyeti dememiş ya da Avrasya sosyalist cumhuriyeti dememiştir. Bu başlı başına bir anlam ifade eder. Bu enternasyonalist anlayış, öyle devam etmemiştir, bu ayrı bir konudur. Ama Çin Halk Cumhuriyeti denildi diye, o da klasik bir “ulus-devlet” olarak ele alınamaz. Zaten ulus devlet ufkunun aşılması, devlet denilen makinanın ortadan kalkması ile de bağlıdır ve devletin ortadan kalkması, sosyalizmin dünya ölçeğinde yayılması ve komünizme geçiş demektir. Sınıflar yok olduğunda bu gerçekleşir ve işçi sınıfı sadece bir sınıf olarak burjuvaziyi alaşağı etmez, sonuçta karşıtını yok ettiği oranda kendini de bir sınıf olarak yok eder. İşte o zaman devlet de ortadan kalkmış olur. Bu yeryüzünün tümünde gerçekleşir, çünkü dünya kapitalist sistemi bir dünya sistemidir. Bu emperyalist kuşatma altında yapılamaz. Ekim Devrimi, kendine Sovyetler demiştir ve sovyet, komünün bir başka çeşidi olarak doğmuştur.

Yukarıdaki metin, bir yandan Kürt Hareketine bir yol önerisidir ama bir yandan da bu yolun temel dayanağı olarak komün meselesini açıklamaktadır. Ama dikkat edilsin, Marx’tan okuduğunuz komün değildir bu. Paris’te komün, burjuva iktidarı devirmek ve işçi sınıfının iktidarını örgütlemek üzere vardır. Bunu başaramamıştır. Ama kapitalizmin sonunu ve gelecek toplumu, sınıf savaşımının varacağı yeri göstermiştir. Komün kendini tüm ülke geneline yayamamıştır ve eğer yaymış olsa idi, iktidardan indirdiği burjuva sınıfı yenmek için, bastırmak için, bir proletarya devleti (diktatörlüğünü) örgütlemek zorundaydı. Bu proletarya devletine, biz proletarya diktatörlüğü diyoruz. İşçi sınıfının burjuva sınıf gibi, kendi egemenliğini gizlemek üzere ona “demokrasi” demesine pek de ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü, elbette burjuvazinin diktatörlüğü gibi bir avuç azınlık için demokrasi değildir, geniş halk kitleleri ve işçi sınıfı için bir demokrasidir.

Bu Marksizmin köklü revizyonu, belediye sosyalizmi olarak tarihte savunulmuş görüşlerin varlığını unutturmamalıdır. Demek ki, bu daha önceden bilinendir. Elbette halkın örgütlenmesi, kendi alanlarında komünal yaşam biçimlerini geliştirmesi, işçilerin fabrikalarda işçi komünlerini kurmaları çok önemlidir. Terzi Fikri’nin Fatsa örneği önemlidir. Ama bu ne devrimci partiyi reddeder ne de işçi sınıfı iktidarını, proletarya diktatörlüğünü. Tersine bu örgütlenmeler, işçi sınıfının iktidarı sonrası için büyük olanaklar demek olur. Bugünden bunlar önemlidir. Gelecek toplumun örgütlenme biçimleri, burjuva sınıfa ve devlete karşı savaş sırasında işçi sınıfı tarafından, bizzat mücadele içinde yaratılır.

Öcalan’ın fesih kongresine sunduğu metin, gerçekten düşündürücüdür. Kürt Devriminin sisteme entegre edilmesi için özel olarak çalışılmış bir metindir.

Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan, devlet ile yürüttüğü ciddi çalışmalarda, Türk devlet tarihi konusunda, ta kabileden ilk Türk devletinin ortaya çıkışına kadar “içten” bilgiler almıştır. Sanki TC devleti onların, Orta Asya’da oluşan devletlerin doğal bir uzantısıdır gibi. Öyle değildir. “İçten”, iki anlamda da, hem devletin en yetkilileri ile TC devletinin sorunlarını tartışmak anlamında içeriden ve tepeden, hem de samimi anlamında içten.

Zaman zaman birçok araştırmacı, TC devletinin tarihini Orta Asya’ya kadar götürmektedir. Bu söylemlerde sınıf yoktur. Devlet meselesinin, Türk tarihindeki “devletleşme” sorununu, öyle sınıfa karşı sınıf olarak ele alınmadığını, hiçbir yöneticinin bunu istemediğini, aslında yüce Türk büyüklerinin her zaman bu toplumu nasıl yönetelim diye içten ve samimi bir derde sahip olduğunu, hattâ her zaman devleti Türk soyundan gelmeyenlerle de paylaştıklarını, bazı liderlerin yanlış, bazılarının da doğru tutumlar aldığını, iyi ve kötü liderlerle devletin ortadan kalktığını veya geliştiğini vb. şu ya da bu yolla savunanlar vardır. Türk tarih tezinin bazı açılımlarında bu vardır. Bu çerçevede birçok tarihsel olay ele alınıp, adeta bir beyin fırtınası gibi “o dönem sen yöneten olsan ne yapardın” üzerinden yönetme zorlukları ele alınabilir, devlet ve kabile ikilemi ortaya konulabilir. Ama bu bilimsel çalışma değil, tarihi özel olarak yazma girişimidir.

Türk tarihine bir yaklaşım olarak, aslında “bozkır federasyonu” altında daha “demokratik” bir devlet örgütledikleri tezi vardır. Göçebe halkların farklı kabile devletleri, Orta Asya bozkırında bir federasyon oluşturduğu pratikler ve süreçler vardır. Elbette TC devleti, işine geldiği zaman, kendini bu tarihin devamı olarak sunsa da, aslında Osmanlı sisteminin devamı olduğu gerçeğini gizleyemez (Konuyla ilgili daha detaylı bir çalışma olarak “Anadolu Dün, Bugün, Yarın: Tarih ve Devrim” çalışmamıza bakılabilir).

Karşılıklı samimi çalışmalarda devlet, Bahçeli olmayan devlet, daralan bahçesini genişletmek için samimi olarak yardım istediğini ifade etmiş olmalıdır. Demek bir çeşit özeleştiri ortaya konmuş olmalıdır.

TC devletinin tarihi ortadadır. Devleti kurtarma, bu devlete bir millet lazım anlayışı çerçevesinde, elbette kabile ve devlet, millet ve devlet, gibi tartışmalar, Kemalist anlayışta vardır. Bu durumda devlete lazım olan “milletin imalatı” sorunu da ortaya çıkar. Bu durum elbette sınıf savaşımını yok saymak zorundadır. Evet sınıflar var ama, esas olan o değil, refah içinde yaşayan barışık bir toplum, kötü yöneticilere izin vermez. Refah içinde, terörsüz bir toplum yaratırsak, her şey yolunda gider ve devletimizi koruruz. Bunların TC devletince savunulduğu bilinmektedir.

Birçok göçebe toplumda “devlet” oluşumu, çok farklı örnekler sergiler. Bu nedenle, TC devletinin öncülü olmasalar da, Orta Asya’daki bozkır federasyonu ilgiye değerdir. Göçebe toplumda zor doğa karşısında “aşiret nasıl yönetilmeli” sorusu olabilir. Ama nihayetinde bu da devlettir. Yerleşik toplumlardaki devlet örgütlenmesinden farklı bir devlet gelişimi söz konusudur. Yerleşik ve üretimin gelişmiş olduğu toplumlarda devlet daha gelişkindir. Burada kan bağına dayalı örgütlenme dağılır. Ama buradan hareketle, insanlık tarihinin “devlet ve komün” yani toplum ikileminden ibaret olduğu söylenemez. Kaldı ki, göçebe toplumlar, fethettikleri yerleşik toplumlar tarafından fethedilirler ve ona göre kendilerini şekillendirirler. Devlet anlayışları da bundan nasibini alır. Göçebe toplumların, sürekli göçebe toplumu olarak yalıtık bir dünyada sürekli var olmaları söz konusu olmaz.

Devlet, egemen sınıfın egemenlik aracı olarak ortaya çıkar. Zor kullanımının tekele alınmasıdır. Egemen sınıf bu araçla, silahlı adamlarıyla, devleti aracılığı ile geniş kitleleri baskı altında tutar. Kurulu düzen böyle devam eder.

“Kral halka kendi özel mülkiyetini ilan ettiğinde, özel mülkiyet sahibinin kral olduğunu ifade ediyor sadece.” Özel mülkiyet sahipleri, kendi iktidarlarını böyle ilan ederler.

4

Ulus devlet karakteristik olarak iktidarcıdır. İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir fakat ürettiği egemenlik kültürü bakımından değil. Ayrıca sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine devlete karşı komün ikilemini ikame ettik (age, s. 12).

İktidarda proletarya ya da burjuvazinin olması ciddi fark yaratır. Çünkü proletaryanın egemenliği ile burjuvazinin egemenliği, her ikisi de birer egemenlik olarak bir kalıba konulamaz. Evet, her ikisi de birer devlettir ama proletarya diktatörlüğü, kelimenin gerçek ve gelecek anlamında bir yarım devlettir, kendini ortadan kaldırmayı hedeflemiş bir devlettir. “Devletin sönmesi”, bu açıdan özel bir vurgudur ve yerindedir. Elbette emperyalist kuşatma altında, mesela Küba devleti kendini feshedemez. Sovyetlerin sorunlarına rağmen dağılmasına neden karşı çıkıyoruz? Küba devletinin kendini feshetmesi alkışlanacak bir durum olamaz. Ve elbette bir sosyalist devlet, bir ülke içinde ne kadar uzun yaşarsa o kadar yozlaşma eğilimlerini de barındırır. Bu nedenle proletaryanın kurtuluşu, sadece bir ülke ile sınırlı değildir.

Sınıfa karşı sınıf denildi mi, söylendiği gibi bu sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirmez. Tersine iki sınıf arasındaki çelişkinin çözümü buradadır. İşçi sınıfı, burjuva sınıfı yok etmekle kalmaz, onunla birlikte kendini de ortadan kaldırır. Ve maddî bir şeye karşı, maddî bir şey ile savaşılır. Sınıfa karşı sınıf, elbette burjuva egemenliği yıkma iradesinin de ifadesidir. Komün sınıfa karşı sınıf ilanıdır da.

Toplumdaki sınıfsal bölünme zaten yeterince derindir. Bunu işçi sınıfı, biz ya da mesela PKK yaratmadı. Sınıfsız imtiyazsız bir toplum, eğer komünizmden söz etmiyorsak bir aldatmacadır ve TC devletinin tarihinde vardır.

Yani komünalist ya da komünist olmak demek, iktidarı almak, burjuva devleti yıkmak, sosyalist devrimi gerçekleştirmek ve devrimi tüm dünyaya yaymak, yeni ortakçı toplumu kurmak reddedilerek mümkün değildir. İktidar mücadelesi yoksa, komünalist olmak, evet ahlâkî-dinî bir şeye dönüşebilir. Şeye diyorum, çünkü ne olduğu, sadece hoş bir hayal olması, hattâ biraz mistik olması dışında belli değildir.

Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik toplum siyaseti, demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik komündür. … Ulus devlet nasıl kapitalizm silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür. Belediyeler üzerinden de bu komünal toplum örgütlenebilir. Teorik ve pratik olarak bu mümkün. Ancak özenle ve gerçek bir antikapitalist mücadeleyle mümkündür. Kurucu kadronun kafası karışıksa, iradesi çarpıtılmışsa bu olmaz.

Bunu önce Türkiye Cumhuriyeti ile başarmayı önemsiyoruz. Mevcut görüşmelerimiz işi bu noktaya taşıdı (age, s. 12-13).

Bu son alıntı, bizim yukarıda söylediklerimizin de kanıtı sayılabilir. Devleti hedeflemez, eğer sadece bir ulus-devleti hedeflemez anlamında ise, sorun yok. Ama devlet denilen burjuva egemenlik aygıtı var iken, komün nasıl hayat bulacaktır? Belediyeler üzerinden mi? Sahi mi? Kaldı ki, belediye sosyalizmi anlayışı da yeni değildir.

Bazan egemenlerin ideologları, meseleyi ters yüz edecek ikilemler yaratırlar. Bir örnek yerinde olur, konunun dışında olsa da. Mesela Ermeni soykırımı döneminde sen yönetseydin ne yapardın, devlet gitti gidiyor, Osmanlı zor durumda, sen Osmanlı’nın yerinde olsan ne yapardın, sorusu sorulduğunda, aslında soykırım da aklanmış olur. Mesela şimdi İsrail devleti, sen olsan, Filistin’deki direniş ve Hamas saldırısı karşısında ne yapardın, diye sormak, Filistin soykırımını aklamak olur. Gerçekte tüm bu sorular, devlet denilen şeyi unutturur. Bunu çok sık yaparlar.

Bu soruların yarattığı açmaz, elbette senin kendini Osmanlı denilen, İsrail denilen şeyin yerine koymanın istenmesidir. Sanki kızını istemeden döven bir anne imişler gibi, kendini onların yerine koyman istenmektedir. Ben bir anne olarak kızımı dövmem dersen, iyi ama ya şu durumda, ya bu durumda eklemeleri gelir. Oysa burada soru, anne ve kız örneğindeki gibi, bireysel bir şey değildir, devlet anne ya da baba değildir. Devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır.

Mesela ekonomi kötü, peki sen olsan bu ekonomiyi, bu kadar dış borç, böyle enflasyon, böyle altyapı, nasıl yönetirdin? Oysa biz zaten bu sistemi yıkmaya çalışıyoruz. Mesela özel mülkiyeti reddediyoruz, ürerim araçlarını kamulaştırıyoruz ve dış borç denilen şeyi bambaşka ele alıyoruz.

Ya da aslında biz, devlet denilen, kendisi sınıfların varlığının ifadesi olan devleti bizzat ortadan kaldırmak, tüm dünyada komünizm üzerine kurulu, devletsiz, sınırsız bir dünya yaratmak istiyoruz. Ben neden Osmanlı’nın yerine geçeceğim, o da benim gibi bir anne midir?

Konuyu biraz dağıtmış olabilir bu örnekler. Ama eğer kabile ve devlet, komün ve devlet ilişkisini tartışacaksak, bu örneklerin akla gelmemesi mümkün değil.

Evet Kürt sorunu bugün, tüm Ortadoğu’yu ilgilendiren bir sorun hâline gelmiştir. Emperyalist Batı güçleri arasında süren paylaşım savaşımının her unsuru, burada kendine yer aramaktadır. Üstelik bu yeni değildir. Barzani, bunun yaşayan örneğidir. Bu süreç, Kürt Özgürlük Hareketi’ne oldukça zor koşullar dayatmıştır. Bunu görüyoruz. Tam da bu nedenle, bölge çapında bir sosyalist devrimin gelişimini hedef alan politikaları önemli görüyoruz. Kürt halkına dayatılan katliam politikalarını açık olarak görmek mümkündür. Bu nedenle, sürekli olarak aba altından sopa gösterip, “Gazze”leşme süreci tehdidini ortaya koyuyorlar. Katliam dayatmasıdır. Ama bu gerçeğin bir yüzüdür. Diğer yüzünde Kürt toplumu içinde emperyalist egemenlerle iş tutan, onların işbirlikçileri vardır ve bunlar bir sınıftırlar. Batı burjuva sınıfı bunların efendileridir. Öyle ise, bu savaş bulutları içinde, altta, Kürt toplumunda da sınıf savaşımı işlemektedir.

Bu bölgemizde her ülkede vardır. Buradan çıkmak için, bizim düşüncemiz bir yana, bir yol aramak elbette herkesin hakkıdır. Ama bu, zor duruma uygun bir teori keşfetmekle, bunu da pragmatik bir tarzda Marksizmi kökten revizyon etme girişimi ile bağlantılı kılınmamalıdır. Bize faydalı olan duruma bilim, faydalı olmayana da bilim dışı demek, aslında burjuva egemenlerin teorisyenlerince başvurulan eski bir tutumdur.

Tüm dünyayı sarmakta olan savaş, her geçen gün kızışmaktadır. Muhtemelen tarihin gördüğü en kanlı ve vahşi savaş, tekelci egemenliğin en vahşi dönemine denk gelmektedir. Gazze’de yaşananlar (Gazze’deki soykırım, tüm emperyalist Batı’nın işidir) bunun en açık kanıtıdır. Bu savaşın içinden en az kayıpla çıkmayı hedeflemek bir yol ve tutumdur. Ama gelişmekte olan ve var olan savaşın içinde alttan alta gelişen devrimci direnişe bakmayı bilmek, unutmamak gerekir. Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak, buna inanıyoruz. Bu sadece bizim inancımızın bir sonucu değil, bu aynı zamanda ömrünü doldurmuş, tarihsel olarak köhnemiş sistemin yıkılmasının olanaklı olduğu bilimsel gerçeğine de dayanmaktadır. O adını andığımız diyalektik ve tarihsel materyalizm, bize bunu kanıtlamaktadır.

Elbette hiçbir egemen, kendi iktidarını gönüllü olarak devretmeyecektir. Bunun tarihte örneği de yoktur. Burjuvazi, sermaye, tarihten bugüne gelen tüm egemen sınıfların gelişmiş kardeşidir. Aynı şekilde proletarya, tarihte egemene karşı mücadele eden, ezilen, direnen tüm sınıfların gelişmiş hâlidir ve bugün dünya ölçeğinde bu sınıf savaşımı daha da öne çıkacaktır.

SSCB çözüldüğünde, kapitalist cephe, tarihin sonunu ilan etmiştir. Onların ideologları durmadan, bıkmadan elveda proletarya diye nakaratlar okumuşlardı. Bugün, artık tüm dünyada sınıf savaşımı yeniden öne çıkmaktadır. Savaş bulutları bu gerçeği örtmektedir. Elbette örtmektedir. Ama bulutların içinden görebilmek bilimle mümkündür ve bu bilim Marksizm-Leninizmdir. Bu bilim, en zor koşullarda geleceği görebilmenin ve burjuva sisteme karşı savaşı yürütebilmenin, mücadeleyi nihaî hedefine ulaştırabilmenin anahtarıdır. Marksizm-Leninizm, mücadele eden, savaşsız sömürüsüz bir dünya hayal eden tüm ezilenlerin, işçi sınıfının elinde bir mücadele silahıdır.

Bilim, proletaryada maddî silahlarını bulur. Proletarya da bilimde düşünsel silahlarını bulur. Ve bu düşünsel silahlar, ancak maddeleştiğinde, örgütlü bir güce dönüştüğünde, yeni bir sosyal pratiği yaratırlar. Eski ve köhnemiş toplumu yıkmak ve yeni bir dünya kurmak, ancak bu yolla başarılabilir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz