Diyorlar ki, “Filistin”de, Gazze’de barış sağlandı.
Her iki kampta da sevinç var.
Filistinliler, bir nefes almak, soykırıma bir ara verilmesini ya da soykırımın durdurulmasını sağlamak adına seviniyorlar. Ölüm ve açlıkla savaşıyorlar ve ölüm ve açlık içinde, çocuklar, binaların yıkıntıları arasından kızıl bayrakla çıkıveriyorlar, üstüne yürüyorlar ölümün. Onları destekleyen tüm dünya halkları, bir kazanım elde etmenin sevincini haklı olarak yaşıyorlar.
Karşı taraf, daha karmaşıktır. İsrail’de insanların bir bölümü, bu soykırıma son vermek ihtimaline seviniyor, bir bölümü, esirlerin bedenlerine kavuşabilmek için seviniyor. Ama karşı taraf, sadece İsrail ile sınırlı değil. Dünyanın birçok devleti, Batı devletleri, kendi halklarından gelen tepkileri biraz olsun yatıştırmak adına seviniyorlar.
Filistin katliamı, soykırımı, Batı’nın işidir ve bunun için İsrail devleti kullanılmıştır. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere ve tüm Batı dünyası bu soykırımın tarafıdırlar ve planlayıcılarıdırlar.
Öyle ise, diyebiliriz ki, Batı dünyası, tüm emperyalist dünya, Filistin soykırımını planlamıştır.
Diyebiliriz ki, Filistin direnişi, onların ülkelerinde yankılanmış ve kendi ülkelerinde yükselen tepkiden korkmalarına neden olmuştur. İngiltere, Almanya, Fransa, ABD, Filistin bayraklarını yasaklamış, ama yasakları kimse dinlememiştir. Devlet otoritesi bir yerden sonra işlememiştir. Baskılar, tutuklamalar işe yaramamıştır. Berlin’de, Paris’te, Washington’da ve Londra’da sokaklar Filistin direnişine destek verenlerle dolmuştur.
Filistin soykırımı tüm Batı’nın ortak işidir ve ona karşı tüm ülkelerde, Batı ülkeleri de dâhil, protesto gösterileri ortaya çıkmış, soykırım, emperyalist devletlerin kendi iç sorunu olmaya evrilmiştir.
Mahmud Abbas, Batı’nın kuklası, Filistin halkının uzlaşmacısı olarak, bu soykırıma sessiz kalmıştır. Filistin direnişi, birçok ihanetçi tanımıştır. Gazze’de soykırım yaşanırken, Mahmud Abbas, yerinde durmuş, kınamalar yayınlamıştır.
Demek ki Filistin’de de bir bütünsel direniş yoktur, uzlaşmacısı vardır.
Öyle ise, Filistin sorunu, orada bir devlet kurulup, bu devletin emperyalist Batı’nın yeni bir sömürgesi olması durumu mu yaşanacak, yoksa Filistin direnişi, tüm bölgedeki direnişin parçası hâline gelip, sosyalist bir devrim yoluna mı girecek? Soru budur.
Yanıtı açıktır.
Açık olan çözümün gerçekleştirilmesi zordur. Ama sosyalist bir devrim dışında yol yoktur ve konu Filistin meselesi olunca, bu, bölgesel bir sosyalist devrimin içinde zafere ulaşabilir. Görünen budur.
Emperyalist efendiler, SSCB ortadan kalkar kalkmaz, sosyalizmin yenilgisi yaşanır yaşanmaz, hemen kendi aralarındaki paylaşım savaşımına dönüş yaptılar. Kimisi Birinci Dünya Savaşı’nda tamamlanmamış işlerini ele aldı, kimisi İkinci Dünya Savaşı’nın yarım kalmış işlerini.
İngiltere, “akıl bendedir, güç ABD’de” mantığına uygun bir yol izliyor. Türkiye dâhil, bölgeyi, Birinci Dünya Savaşı’nda ABD’ye devrettiği ülkeleri geri istiyor. Filistin’i, Suriye’yi, Irak’ı, Türkiye’yi vb. geri alma hesapları yapıyor.
Elbette sonucun ne olacağı bilinmez. Ama artık, başlıca beş emperyalist güç, ABD, Japonya, İngiltere, Almanya ve Fransa bazan açıktan, bazan gizliden savaş hâlindedir. Şimdilik Rusya ve Çin’e karşı savaş, onların savaşını örtmektedir. Onların ortak noktası, Rusya ve Çin’in yenilerek sömürgeleştirilmesi ve paylaşılmasıdır. İyi de bu ortak nokta, gerçekleşmesi zor olan bir noktadır ve bu durumda, hâlihazırda bölüşüm savaşımına, belli bir “edep” içinde devam etmeleri uygundur. “Edep”, kendi aralarında var olan bazı kuralları ifade eder, yoksa, hiçbir ahlâkî olumluluğu yoktur. Bu nedenle, kendi aralarında sürtüşmeler ve savaş, belli sınırlar içinde ama şiddetlenmektedir.
Filistin “barış”ı da böyledir.
İngiltere, Filistin’i istemektedir. Belki bir süre ABD ile ortak, ama sonuçta kendine istemektedir. Gazze bu açıdan önemlidir ve Trump, Gazze benim, demektedir.
Bu durumda “barış”, aslında soykırıma bir süre ara vermek anlamına gelmektedir.
Bu süre, Filistin’e bağlı değildir. Bu süre, bir yandan, dünyayı sarmış olan savaş planlarına bağlıdır, diğer yandan Batı güçlerinin paylaşım planlarına bağlıdır.
Şimdi barış, Filistin sorunu yerine, mesela Lübnan’a odaklanmayı İsrail için olanaklı kılmaktadır.
Ve elbette İran’a karşı savaş planları da işin içindedir. TC devleti adına, Saray Rejiminin adına, ABD’den meşruiyet talep edenler, elbette karşılığında İran’a karşı savaşta rol almayı kabul ederler.
Saray Rejimi, Trump’a madenleri, nadir toprak elementlerini vermekle kalmadı. Efendiler bunları almak için zaten Erdoğan’a sormazlar. Erdoğan’a soracak olsalar, zaten o sadece yüzde 1 pay ister, o kadar. Bunun karşılığında meşruiyet olmaz. Meşruiyet, İran konusunda roller üstlenmek içindir.
Gazze’yi yerle bir eden İsrail’dir. Ve İsrail’in pisliğini toplamak için TC devleti devreye sokulacaktır. Bu bir görev dağılımıdır. Böylece, İran’a karşı savaş başladığında, düğmeye basıldığında, İsrail’in bombaları ile TC’nin sahadan askerî gücü devreye sokulacak ve Filistin’den tek bir ses çıkmayacak. İşte bunun peşindedirler. Lübnan’a dönük sonu gelmez İsrail-ABD-İngiltere saldırıları boşuna değildir.
Öte yandan, herkes kabul etmek zorundadır ki, onca ölüm arasından, onca yıkıntıların içinden çocukların ellerinde yükselen kızıl bayraklar, Filistin direnişinin bitmediğini, bitmeyeceğini göstermektedir. Ne ABD-İngiltere liderliğindeki Batı emperyalistleri, ne Mahmud Abbas gibi uzlaşmacılar, direnişi yok edemiyor.
Bu bir realitedir.
Peki, kurtuluş ve direnişin zafere ulaşması nasıl gerçekleşecek?
Elbette Filistin direnişi sürecek ve onu sürdürecek olanlara bin selâm olsun. Kürt devrimini sürdürenlere bin selâm olsun. Her direnişi sürdürenlere bin selâm olsun.
Ancak, görünen şudur: tüm bölgede sınırlar aşılmaktadır.
Tüm bölgede emperyalist efendilerine hizmet eden uzlaşmacıların iplikleri pazara çıkmaktadır.
Tüm bölgede, alttan alta bir bölge devriminin olanakları oluşmaktadır.
Bölgenin en önemli ülkeleri, işçi sınıfının gelişmişliği nedeniyle, İran, Mısır ve Türkiye’dir. Ve bu üç ülkede de devrimci mayalanma vardır.
Hayalden söz etmiyorsak, devrimi bir rüya ile sınırlı olarak ele almıyorsak, bize devrim için araçlar gerektiğini de dile getirmemiz gerekir. Karşımızda, emperyalist efendiler ve onların hizmetçileri olan bölge kapitalist devletleri vardır. Ve doğrusu baskı ve zulüm konusunda uzmanlıkları yüz yıllara ulaşmaktadır. Ve elbette bu güçlere karşı devrimci mücadele, somut ve gelişkin araçlarla yürütülmelidir.
En gelişkin devrimci araç, devrimci örgüttür.
Somut olmak gerekir, en gelişmiş bilimsel silah Marksizmdir.
Öyle ise, işçi sınıfının öncülüğünde gelişecek bir sosyalist devrimin bölgedeki tüm ülkeleri kapsama olanağını görmek mümkündür.
Elbette tüm bölgeyi saracak olan bir sosyalist devrim dışında, bir kurtuluş yolu yoktur.
Ve bu ne denli zor olursa olsun, bugün gelişecek sosyalist devrimin tüm bölgeyi sarma, hızla yayılma olanakları vardır. Bu düne göre çok daha olanaklı, çok da gerçekçidir.
Sorun, bölgedeki devrimci sosyalist örgütlenmelerin zayıflığındadır.
Bu zayıflık, güçleri birbirinden çok farklı devrimci örgütlerin birbirine olan güvensizliğinden de anlaşılabilir. Bölgede yoğun olan emperyalist devletlerin yönlendirme ve ajanlaştırma faaliyetleri, bu güvensizliği beslemektedir. Bu güvensizlik anlaşılabilirdir. Böylesi bir pratik olmadan, bu güvensizlik kendiliğinden aşılamaz. Bu nedenle, her parçadaki devrimci hareketin kendi yolunu ve eylemini örgütlemesi temel yoldur.
Dahası bölgede farklı güçlere sahip devrimci hareketler vardır. Ve bölgedeki hareketlerin bilimsel sosyalizm ile bağları daha da zayıftır. Dine dayalı ideoloji ile var olan düzene karşı savaş, tutarlıca yürütülemez. Bilime dayalı bir mücadele şarttır ve bu elbette Marksizm demektir. Marksizm temelinde gelişen örgütlenmeler ise, daha da zayıftır demek abartılı olmaz. Ama tüm bu zayıflıklar bilimsel gerçeği değiştirmezler. Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşımının bir uzantısı olmak istemeyen her hareket, bilime, Marksizme başvurmak zorundadır.
Tüm bu zorluklar, kurtuluş yolunu değiştirmezler.
Şöyle ki, bir, emperyalist güçlerden herhangi birine sırtını dayayarak bir çıkış yolu bulunamaz. Bu bölgemizde tarihsel derinliği olan bir hatalı yoldur. Çok yaşanmıştır ve yeniden yaşanmasının önünde tek engel, Marksist temelde devrimci örgütlenme olabilir. İki, bölgemizde anti-emperyalist olmak adına gelişen milliyetçi ideolojilerin sonu, emperyalizme bağlanmaya varmaktadır. Bunun da denenmişliği vardır. Tutarlı bir anti-emperyalist mücadele, ancak savaşın ve sömürünün ortadan kalkmasının temeli olan sosyalist devrim hedefi ile yürütülebilir. Elbette, her türlü direnişe, her türlü anti-emperyalist mücadeleye saygımız vardır. Ama kapitalist üretim ilişkilerini ve burjuva devletleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir anlayış ile alınabilecek yol bellidir. Bu temelde, İslamî ya da başka bir dinî ideoloji ile, kapitalist sisteme, sermayenin egemenliğine karşı tutarlı bir savaş yürütülemez. Üç, bölgemizdeki her devlet, bir çeşit (her biri farklı bir çeşit) sömürgedir. Sömürge ülkelerin burjuva devletleri, elbette efendilerinin kontrolü altındadır. Onların yıkılması ile emperyalist efendilerin yenilmesi birbirine bağlıdır. Ve biliniyor ki, emperyalist efendilerde ve onların yerli uşakları olan burjuva devletlerde oyunlar bitmez. Onların giremeyeceği kılık yoktur. Yüzlerce yıllık tarih bunu göstermektedir.
Bu gerçeklik içinde sosyalist bir devrimin gelişimi, elbette tek çıkış yoludur.
Tekrar olacak ama, bunun kolay olmadığını biliyoruz. Ama aynı oranda bunun doğru olduğunu da biliyoruz.
Bu nedenle, bölgemizdeki her devrimci hareket, diğer parçalardaki devrimci hareketleri izlemek zorundadır. İşçi ve emekçilerle, halkla kurulacak sıcak ilişkiler, sosyalist devrim temelini güçlendirecektir. Hem bu ilişkiler önemlidir, hem de sağlam devrimci örgütlenme önemlidir.
Tüm bölge gerçekliğine rağmen, bölgemizde mayalanmakta olan sosyalist devrimi görebilmek mümkündür. Yeter ki sosyalist devrim ufkumuzda, günlük pratiğimizle birleşecek bir hedef olarak var olsun.




