Ülke üzerine ya da içinde yaşadığımız koşullar üzerine, herkesin ilgiye değer hikâyeleri var. Eskiden, ancak “deneyimli vatandaş” diye adlandırılan, belki 40 yaşını geçmiş insanların kendine ait böylesi hikâyeleri olurdu. Hastahane kuyruğunda başına gelenler, kasapta yaşanan ilginç bir olay, bir tren yolculuğunda meydana gelen vukuat vb. gençlerin hikâyelerinde yer almazdı. Oysa şimdi, ülkemizde, her gün öylesine ilginç olaylar yaşanıyor ki, hiçbir aksiyon, dram ya da komedi filmi bunlarla yarışamaz. Bu nedenle diyorlar ki, “Türkiye’de yaşamasan, aslında oldukça eğlenceli bir ülke.” Ama biz içinde yaşıyoruz ve eğer alışmışlığımızı saymazsak, her gün cinnet hâlleri içindeyiz. Bu, geniş kitlelerin hâlidir.
Bu nedenle, toplumu baştan başa saran hava, “böyle yaşamak istemiyorum” biçiminde ifade edilmektedir ve doğrudur.
Ve elbette “böyle yaşamak istemiyorum”, kendiliğinden kitle eylemlerinin artışı oranında, devrimci durumun önemli bir göstergesidir.
Aslında sistemin içinde olduğu durum, çürümedir. Çürüme denildi mi buradan otomatik olarak sistemin çökeceği sonucu çıkmaz. Hiçbir zaman kapitalist sistem kendi kendine çökmez. Zayıflar ama egemen mutlaka kendi iktidarını sürdürmek için yollar bulur. Hiçbir egemen, iktidarını gönüllü olarak devretmez, mutlaka, devrime karşı karşı-devrim örgütler. Tıpkı bugün ülkemizde olduğu gibi. Sistem, bugün, kendi devamı için, devleti olağanüstü olarak örgütlemiştir ve biz buna Saray Rejimi diyoruz.
Saray Rejimi, sistemi ayakta tutabilmek için, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Ama buna rağmen sistem rahat değildir. Yönetme güçlüğü açık ve ortadadır. Sadece işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Bu zayıflık yenildikçe, aşıldıkça, Saray Rejimi alaşağı edilecektir.
Ama biraz olsun, ortaya çıkan bu çürümeyi, çürüme görüntülerini tartışmak, belki de sayfalar yetmez ama bir bölümünü sıralamak faydalı olacaktır.
Ekim ayında, adına “bahis skandalı” denilen bir şey paylaşıldı. Öğrendik ki, yasal ve yasadışı bahis, devlet ve mafyanın ortak organizasyonudur. Ve tüm yönleri ortaya çıkmadı ama, aslında her akçeli işler, her mafyatik işler gibi, işin ucu Saray’a ulaşmaktadır. Saray Rejimi zaten bu demektir. Saray Rejimi, yasalara uyan, seçimle gelip seçimle giden, “demokratik sosyal bir hukuk devleti” vb. değildir. Tersine, tıpkı bu bahis skandalındaki gibi bir mekanizmadır. Sadece artık bu skandallar, kendi aralarındaki çatışma ölçüsünde ortaya çıkmaktadır.
Acaba kaç milyon kişi, kaç milyon genç bahis adı verilen kumar oynamaktadır? Acaba bahis için alınan kredilerin miktarı tespit edilebilir mi? 300 bin TL kredi alan ve bunu bahiste kaybeden, borçlanan kişi nasıl bir yaşam sürebilir? Asgarî ücret ile yaşamını sürdüremeyen insanlar, gençler, kazanma umudu ile kumara tutunmak durumunda kalmaktadır.
Hukukçular, bazısı hukukçu da olmayan “uzman”lar, bizi affetsin, çok tuhaf ve cafcaflı laflar bulmakta ellerine su dökülemez. Onlar için önemli olan doğru bir tanımlama, doğru bir kavram değil. Gerçeğin üstünü örtecek tuhaf ve şifreli bir kavrama sarılmakta marifetlidirler. Nasılsa kimse onlara “bu ne” diye sormamaktadır.
Bir yeni kavramları var: “suça sürüklenen çocuklar”. Demek ki, (a) çocuk yaşta suç işlenmektedir, (b) bunları birileri bu işe sürüklemektedir. Öyle ise “eğitim şart” efendim, eğitim şart. Böylece bir sosyal durumu tartışıyormuş gibi yapıp, görünmez hâle getirmektedirler.
Şimdi, “kumara, bahise sürüklenen gençler” diye bir kavram icat etmelidirler. İyi de bunu bir sistem kuruyor. Yasal para, yasadışı para nasıl varsa, aynı biçimde yasal bahis ve yasadışı bahis var. Yalnız yasadışı bahis, herkesin bildiği ve ortada olan, ulaşılması çok kolay olan bir şeydir. Mesela Fenerbahçe’nin yeni başkanı, bu işin mafyasından biridir ve onun diğer yanında da esas mafya Galatasaray yönetimi vardır.
Öğrendik ki, 571 hakem varmış ve bunların 371’i bahis oynuyormuş.
Bizim salon solcularımız, liberal solcularımız, ahlâk timsali okur yazarlarımız, hemen devreye giriyorlar: “Efendim, liyakat yok, belki de bu hakemleri bahisin yasak olduğu konusunda eğitmemişlerdir.” İşte budur. Bu ülkenin okur yazar takımını, efendiliği giyim tarzı ve konuşma üslubu sanan, masa adabını insanlık ve medeniyet göstergesi bilen, kibarlıktan elleri kirlenmemiş, hijyen hastası, beyaz Türk hayranı, Batıcı medeniyet tutkunlarını çok ama çok eğlenceli bulmamak mümkün müdür? Acaba, alıklaşmak “efendilik” gösterisi ile birleşince bu kadar bilgiçlik taslama olanağına mı dönüşüyor?
Neymiş efendim hakemlere “bahis yasaktır” eğitimi verilmemiştir, çünkü, “liyakatli” kadro seçimi yapılmamaktadır.
Ülkenin ekonomisinin en az yarısı kadar kara paranın dolaştığı Kapalıçarşı esnafını eğitmek için, en usta ekonomistlerinizi mi göndereceksiniz? Oysa onlar tersine, ekonominin gerçekliğini Kapalıçarşı’nın sokaklarına hâkim olan bu çetelerden öğrenmektedir. Ve doğrusu, bunların her biri, bizim ekonomi fakültelerini ve borsayı dolduran iktisatçılarımızdan bin kat daha ahlâklıdırlar, çünkü ahlâksızlıklarını örtmek için bir örtüye ihtiyaç duymazlar. Kara para, sanıldığı gibi gizlenmez, açık olarak ortada dolanır.
Hakemler, futbol kulüpleri, başında Saray görevlileri, Saray’ın en başına kadar ulaşan para bölüşümü, futbolcular, bunların çevresindeki mafya, hepsi hep birlikte bahis işini yapmaktadır. Milli Piyango artık devlete ait değil ve ait olduğu dönemdekine göre çok daha yasal bir dolandırıcılık yürütmektedir.
Şimdi, kim kimi bahise sürüklüyor? Bunu yapan bizzat sistemdir, devlettir.
Büyük hırsız, her zaman iktidarda olandır, egemendir. Ve kuraldır, büyük hırsız küçük hırsızı cezalandırır. Şimdi, çizgiyi aşan, sistemi bozup kendine fazla para alan, açgözlülükte en baştakilerle yarışmaya kalkan ortaya serilmektedir. Hepsi budur.
Çürümedir.
Sistem “rant yağma ve savaş ekonomisi” üzerine kurulu bir Saray Rejimi tarafından yönetilmektedir ve elbette bu sistemde, isyan etmeyen emekçiler, isyan etmeyen halk, örgütsüz kitleler, bireysel çıkış yollarını arayacak ve kendisi bir kumarhane olan kapitalist sistemin kasasını kazandırmak üzere, sürekli borçlanacak, sonra da intihara yöneleceklerdir.
Demek ki, böyle bir sistemi sürdürmek için, “liyakatli” kadro demek, tam da bugün bizzat yönetimde olan hırsızlar, mafyalar sürüsüdür.
Bahis işini gerçekten soruşturacaklarsa, tüm futbol kulüpleri, tüm Saray yönetimi, tüm menajerler, tüm hakemler, tüm futbolcular yargılanmalıdır ve bunun anlamı da bildiğimiz tarzda futbolun son bulması demektir. Bir sektör olarak, bir kara para aklama alanı olarak, bir kumarhane sisteminin parçası olarak profesyonel futbola karşı çıkmadan, meseleyi anlamak mümkün değildir.
Gelin bu çürümeyi eğitim sisteminde izleyelim.
Biliyoruz, ülkede özel okullar var. Devlet vergiler topluyor ve bu vergilerle çocuklara, gençlere, düzene uygun kafalar yetiştirmek üzere eğitim vermekle görevlidir. Ama sistem budur. Kapitalizm, ucuz devleti sever. Bu nedenle, devletin yürüttüğü eğitimi özelleştirmek isterler. Bunu yapmak için, önce sorunu büyütürler. Üniversiteye girmek için milyonlarca insan sınava girer. Üniversiteye girmek başlı başına bir amaçtır ve eğitimin tüm amacı gibi görünmektedir.
Derken, hepimiz biliyoruz, özel okullar ortaya çıkar. Özel okullar İngilizce ve bilgisayar öğreten yerler olarak öne çıkartılır. Oysa bugün, ne dil öğrenimi için, ne de bilgisayar öğrenmek (her ne demekse) için okula bile gerek yoktur. Özel okullar çoğalır, yıllık 1 milyon TL öğrenci başına para alır hâle gelirler.
Sonra üniversite giriş sınavının soruları satılır. Para eden ne varsa devreye sokulacaktır. Sonra diplomalar satılır. 5 bin dolara bir diploma, üstelik yüzde yüz yasal. Vergisini ödeyen kişi, şimdi, okul parası ödemekte, bu yetmezse, bir de diploma parası ödemektedir. Dershane parası, özel dersler, okula bağışlar vb. de unutulmamalıdır.
Çürümedir.
Öğretmenler, kara cahilden bir dirhem ileri kapkara cahildirler ve her biri birer çavuş kadar despot, birer çavuş kadar emir kuludur. Hukukçularımız yakında, buradan davalar üredikçe, “eğitime sürüklenmiş gençler” demeye başlayacaklardır.
Sağlığı ele alalım.
Önce her çalışan işçi, (a) sağlık sigortası, (b) emeklilik sigortası öder. Zamanla bunlara işsizlik sigortası vb. eklenir. Artık, bir maaş bordrosunu yapabilmek için, uzman olmak gerekir. Ne kadar damga pulu, ne kadar deprem kesintisi, ne kadar asgarî geçim indirimi, ne kadar vergi, hangi vergi diliminden vergi, ne kadar emekli sigortası, ne kadar işsizlik sigortası, ne kadar sağlık sigortası hesaplanacak? Oysa işçilere, memurlara brüt maaşlarını verseler, işçiler, tıpkı patronlar gibi, kendi prim ve vergilerini kendileri gidip ödeseler, ne güzel olurdu. Sendikalar, bunu dile getirmelidir.
Önce devlet hastahaneleri sağlık hizmeti alınamaz hâle getirdiler. Kuyruklar, içinden çıkılmaz kaos, bir mezbaha görüntüsü, tüm bunlar, “özel sağlık kurumları” diye bir özelleştirmenin yolunu döşediler. Sonra, başladılar, lüks otel ortamında, sivil hizmet, sıfır sağlık desteği ama büyük soygun. Bugün acaba, organ kaçakçılığı nerede yapılmaktadır? Medical Park kimindir? Sağlık Bakanlarının hastahaneleri var mı? Acaba bu isim yapmış hastahaneler, organ kaçakçılığının ana üsleri değil midir? İlaç şirketleri olmadan uyuşturucu hap üretmek nasıl zor ise, ondan daha kesin olarak organ kaçakçılığı için tam donanımlı bu hastahaneler şarttır.
Efendim ne olmuş, yaşlıları ex yapıyorlarmış, yenidoğan çetesi varmış ve çocukları acımasızca öldürüyorlarmış, efendim tedavisi zor hastaları, donanımsız küçük hastahanelere, “yatak yok” diyerek gönderiyorlarmış.
Eskiden, hapse giren için “Allah düşürmesin” derlerdi. Şimdi, “Allah kimseyi hastahaneye muhtaç hâle getirmesin” deniliyor.
Çürümedir.
Yenidoğan çetesine karşı çıkmak için, önce sağlık sisteminin tümüne, özelleştirmelere karşı çıkmak gerekir. Sağlığın bir rant alanı hâline getirilmiş olmasına karşı çıkmak gerekir. İlaç şirketlerinin rüşvet karşılığı ilgili ilgisiz hastalara kendi ilaçlarını sakız gibi yazmalarına olanak tanıyan sisteme karşı çıkmak gerekir. Rothschild ailesinin ülkedeki tüm kan merkezlerini kontrolüne almasına karşı çıkmak gerekir.
Orman yangınlarını mı unuttuk?
Yoksa maden sahaları açarak ülkenin tüm alanlarını insansızlaştırma politikalarını mi unuttuk?
Kentlerin, tümden rant alanı hâline getirilişi ve barınma sorununu içinden çıkılmaz, yaşanamaz hâle getirmelerini mi unuttuk?
Turizm Bakanı’nın tur şirketlerini ve yanan otellerde can veren insanları mı unuttuk?
Şimdi bizim salonlarda yemek ve içki adabı, üslup ve giyim dersleri veren zarif solcuların, “ne yani evsizlerin evleri kamulaştırmasını mı savunuyorsunuz,” demeye niyetlendiklerini görür gibiyiz. Evet, sokakta kalanlar, bu evlere el koymalıdır. Mesela, tüm özel yurtlar kamulaştırılmalıdır ve bunu devletten istemiyoruz, öğrencilerin bunu bizzat yapmaları gereklidir. Efendiler, beyaz Türkler, bize ahlâk üzerine nutuk atanlar, “aaa bu özel mülkiyete karşı olmak demektir,” diyecektir. Yerindedir. Onlar korkuları ile, olacak olanı önceden anlarlar.
Mafya çetelerinden yakınıyorlar. Her yerde varlar. Suça sürüklenen çocuklar buradan geliyor. İyi ama ülkemizde, TC devletinin tarihinde devletsiz mafya olur mu, polis olmadan hırsızlık olur mu?
Bize içişleri bakanı gösterin ki, mesela 12 Eylül’den bu yana, mafya yöneticisi olmasın. Mesela Ağar mı, mesela Soylu mu, mesela Yerlikaya mı? Hepsi birer mafya mensubudur. Ve hepsi narko içişleri bakanlarıdır. Bugün tüm uyuşturucu sistemi Ağar ve ekibine bağlıdır ve Ağar, içişlerinde Erdoğan’dan bin kat etkilidir.
Birkaç gazeteci, iyi iş çıkartarak birçok dosyayı ortaya çıkartmaktadır. Bunu kolaylaştıran şey, her bir mafya grubunun bir an için kenara atılması gerçeğidir. Tıpkı Sedat Peker gibi. Sedat Peker, sistem içinde yaptıklarını, kendisi kenara itilince anlatmaya başlamıştır. Bizim kibar solcularımız, “bunları bize Peker mi anlatacak,” dediklerinde, haklı olarak Peker, “elbette ben anlatacağım, yoksa cami hocası mı anlatacak,” diye yanıt vermişti.
Cami hocasının anlatacağı tarikatlar vardır ve orada da tüm pislikler ortaya serilmektedir. Çocukların tacize uğradığı Kur’an kursları hâlâ çalışmaktadır. Milyonlarca çocuk bu kurslardadır. Ve burada dönen rant, çok ama çok büyüktür. Sadece Sağlık Bakanlığı değildir tarikat yuvası olan.
Uzatmaya gerek var mı?
Elektrik özelleştirmelerini, akbil yolsuzluklarını mı sayalım?
Tüm sistem budur.
Bunlar istisna değildir, sistemin kendisidir.
Sistem, şimdi, tüm bunları gizleyemiyor. Çünkü, her bir yerdeki bu suç organizasyonları, bir diğeri ile çatışmakta ve büyük olanlar küçükleri ayaklarının altından çekmektedirler. Hem yaygındır, hem de su üstüne çıkmışlardır.
Çürümedir.
Tüm bunları ayrı ayrı olaylar olarak ele almak doğru değildir. Hastahaneler olmadan organ kaçakçılığı olmaz. İlaç şirketleri olmadan uyuşturucu haplar olmaz.
Nasıl ki kadınlar haykırıyor, “kadın cinayetleri politiktir” diye. İşte aynen öyle, tüm bahis işleri politiktir, devlet tarafından organize edilmektedir. Tüm organ kaçakçılığı, uyuşturucu trafiği bizzat devlet tarafından yürütülmektedir.
İşte “böyle yaşamak istemiyorum” sözü, bu gerçekliğe dayanmaktadır. Ve bunlara karşı bireysel arayışlarla bir çıkış yolu bulunamaz. Bu sistemin kendisidir ve buna karşı, örgütlü direniş gereklidir.
Evet, böyle yaşamak istemiyoruz. Ama bu yetmez. Yeni bir dünya istiyoruz ve bu yeni dünya, bir sosyalist devrimle hayat bulacak, öyle başlayacaktır. Kitleler, şu ya da bu yaştaki insanlar “suça” sürüklenebilir ama devrime sürüklenmeleridir onların esas korkuları. Ve devrim, ancak bir örgütlülükle, bir toplumsal isyanla gerçekleşir.
Şimdi devrimi örgütlemenin zamanıdır. Yaşamın her alanını bizzat biz işçiler, bizzat biz gençler, bizzat biz kadınlar, biz direnenler yönetmek üzere örgütlenmeliyiz. İşte o zaman bu çürüme, sistemin yıkılmasına doğru yol alacaktır.




