2 Kasım sabahı, “parti-devletin” bazı gazete manşetleri şöyleydi: “Sandığın kararı, “Sandık devrimi”, “Muhteşem zafer”, “Hocanın zaferi”, “Ezdi geçti”, “Türkiye kazandı”, “Kasım devrimi”, “Millet rengini belli etti”, “Ümmetin gözü aydın”… Aslında seçim sonuçları herkesi şaşırttı. Kimse böyle bir sonuç beklemiyordu. Seçimlere dair genel değerlendirme de, “halkın istikrarı seçtiği” şeklindeydi… Demek ki, bir istikrarsızlık durumu vardı ve halk bu duruma son vermek istiyordu, o yüzden AKP’yi iktidara taşımıştı… Eğer ortada bir istikrarsızlık var idiyse, bu doğal afet türü bir şey olmadığına göre, insânî-sosyal bir şey olduğuna göre, söz konusu istikrarsızlığın bir faili olması gerekirdi. İstikrarsızlığı yaratan 13-14 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti olduğuna göre, “halk istikrasızlığı yaratan AKP’yi seçti” denmesi gerekirdi…
Türkiye’de 69 yıldır tam bir sirk oyunu olan bir demokrasi oyunu oynanıyor. Halk bu sefil oyunun figüranı, nesnesi. itilip-kakılanı. 4 yılda bir önüne bir sandık konuyor, gidip o sandığa oy atıyor. Mülk sahibi egemen sınıfların kurdurduğu partilerden birine oy veriyor. Ve bu öylece sürüp gidiyor. Bir de seçimlerin demokrasinin “vazgeçilmezi” olduğu, her seçimden sonra demokrasiye daha çok yaklaşıldığı söyleniyor. Sanırsınız ki, Türk demokrasisi zaferden zafere koşuyor…
O halde üç şey: Birincisi, “Batı demokrasisi” veya “temsili demokrasi” denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok. Amacı kitleleri aldatıp-oyalamak olan, oligarşiler tarafından sahnelenen bir oyun. Siz bir rejime demokrasi dediniz diye demokrasi olması gerekmiyor. Netice itibariyle söz konusu olan bir “seçim ve temsil” yanılsaması… Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmiyor. Siyasi partiler kendilerini seçenleri değil, başkalarını temsil ediyorlar. Kimi temsil ettikleri de bir sır değil; ikincisi, seçimler demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. Bu dünyada seçimlerin demokrasi doğurduğu görülmemiştir; Ve üçüncüsü de, burjuva parlamentosuna girenin oradan “sağ çıkması” mümkün değildir. Orası öyle bir yerdir ki, içine aldığını mutlaka kendine benzetir… Eğer öyleyse, politika yapma etkinliğini gericiliğin timsâli olan parlamentolara hapsetmenin abesle iştigal demek olduğunun bilinmesi gerekiyor… Eğer gerçekten demokrasi diye bir derdimiz olacaksa, -ki, mutlaka olmalıdır- mücadeleyi oligarşilerin ‘korunmuş alanlarınının’ dışına taşımak zorunluluğu var. Aksi halde, kurallarını başkalarının koyduğu, başkalarının kurguladığı oyuna dahil olmakla bir yere varılamaz. Sürekli aldatılma-oyalanma girdabından çıkmak mümkün olmaz.
Gerçi, “Batı demokrasisi” denilenin demokrasiyle pek bir ilgisi yok ama onun kötü bir kopyası olan Türkiyedeki pratik tam bir facia… Batı’da “temsili demokrasi” denilenin bir dizi koşulu içermesi, kapsaması gerekiyor: İşte, çok parti olacak, zira tek partinin olduğu yerde seçimin bir varlık nedeni kalmaz. İfade (düşünce) ve basın özgürlüğü olacak, örgütlenme özgürlüğü olacak, seçimler belirli aralıklara (4-5 yıl) tekrarlanacak, güçler ayrılığı olacak, devlet dinî kurumlardan ayrışacak, aynı şekilde siyasi parti de devletten ayrı olacak… Bizde bu şekil şartlarından kısmen ikisi mevcut: Çok parti var ve zaman zaman araya giren askeri darbeler sayılmazsa, seçimler belirli aralıklarla yenileniyor… Gerçek durum böyle ama parti-devletin sözcüleri ve akıl hocaları, Türkiyenin dünyanın ‘en demokratik’ ülkesi olduğunu söylemeye devam ediyorlar. Onların dışında kalanlar da: “Türkiyedeki rejimin demokratik bir rejim olduğunu ama bazı eksikleri olduğunu” söylüyorlar… Türkiye’de düşünce özgürlü yok ve hiç bir zaman da olmadı. Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anası olduğuna göre, bu, örgütlenme özgürlüğünün de en azından güdük olmaması demektir. Kuvvetler ayrılığının esamesi okunmuyor… Bırakın dinin devletten ayrılmasını, şimdilerde Hilafet Makamını” ihya etmek için yoğun bir çaba harcanıyor. Parti-devlet söz konusu olduğu için devlet-siyasi parti ayrımı da çoktan ortadan kalkmış durumda…
Eğer böyleyse, o zaman seçimler neye yarıyor? Mülk sahibi sınıfların partilerinden hangisinin 4 yıl boyunca yöneteceğini belirlemeye yarıyor. Sömürü, yağma ve talanın kimin emir ve komutasında sürdürüleceğini tayin etmeye yarıyor. Fakat verili durumda, özellikle de neoliberal küreselleşme vahşetinin geçerli olduğu koşullarda, iktidar olan siyasi partinin “beteri daha beter etmesi” kaçınılmaz… Oysa, iktidar değişimi beterin beterinden betere dönüş umuduyla yapılıyor. O umudun ve beklentinin bir karşılığı yok… Beterin beterinden kurtulmak artık mümkün değil…
Lâkin 1 Kasım (2015) seçimlerinde bir yenilik oldu, Bu sefer insanlar beterin beterine oy verdiler. Seçim sonuçlarının herkesi yanıltan taraf da bu idi… Bizde ve her yerde siyaset aldatmak demektir. Demokrasi oyunu, bir aldatma-oyalama şeklinde yol alıyor. AKP, 7 Haziran-1 Kasın arasında baskıyı, şiddeti ve terörü tırmandırarak, korkutarak insanları rehin aldı. Bir kere rehin alınca da artık oyunu almak kolaydı… Elbette oyunu bu kadar kolay oynayabilmesinde muhalefetin basiretsizliğinin de önemli bir rolü oldu. MHP’nin ‘istemezükcü’ bağnaz tavrı, karşı tarafın işini kolaylaştırdı. Elbette o süreçte PKK’nin katkısı da önemliydi. Elbette PKK’nin katkısı olmadan da amaca ulaşmak gayet mümkündür. Zira “gerekli olduğunda” şiddeti tırmandırma bir TC geleneğidir. O konuda müthiş bir deneyim ve beceri mirasına sahipler… Kıldı ki, şiddeti tırmandırmak isteyen sadece AKP değildi, benim “asıl devlet partisi” dediğim odak da ortaya çıkan durumu fırsata dönüştürdü. Dolayısıyla çatışmaların, katliamların, şiddetin ve terörün faili sadece AKP iktidarı değildi…
Elbette yoksul kitleleri rehin almak için mutlaka şiddeti tırmandırmak gerekmiyor. Kitleleri önce yoksullaştırıp, açlığa ve sefalete mahkûm etmek, sonra da sadaka vererek kendine bağlamak da bir rehin alma yöntemidir… AKP 13 yıldır yoksullaştırma -rehin alma-oy alma işini başarıyla sürüdürdü.
Lâkin bu kadarını söylemek, sorunun bütününün kapsandığı anlamına gelmiyor. Zira, bu kadarını söylemek “hırsızın kabahatini” yok saymak demeye gelir. İnsanlar korkutuldu ama bu kadar kolay korkutulmalarını neye yormak gerikiyordu? Aslında özellikle neoliberal küreselleşme çağında toplumda genel bir kültürel, etik çürüme söz konusu. Onun için “halkımız ne eylerse iyi eyler” saçma kabulünü reddetmek gerekiyor. Zira insanlar tam birer tüketim nesnesi haline geliyorlar. Özne olma yetenekleri hızla aşınmakta. İnsanlar olup-bitenleri ‘şeylerin normal hali” sayınca, öyle algılayınca, içine sürüklendikleri kepazeliği sorgulayamadıkları ölçüde, mevcut durumu ‘uyum sağlama’ yarışına giriyorlar. Kendi kendilerini kamçılar duruma geliyorlar! Birbirlerini yiyorlar. Artık bir başkasının kamçısına pek gerek kalmıyor… Bu da düşünme, yargılama, itiraz etme, tepki verme yeteneğinin aşınması demek.
İçine sürüklendiğimiz kepazelik hâli veri iken, sorun beterin beterinden kurtulmakla olacak gibi değil. Hangi burjuva partisi iktidar olursa olsun, nöbeti devralırsa alsın, sorunların çözülme şansı yok. Zira kriz sadece yönetim kirizi değil, yönetenler kirizi değil, üstelik sistem krizi de değil, uygarlık krizi…
Velhasıl genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor… Artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte… Farklı bir rotaya girmeden, perspektifi ve paradigmayı değiştirmeden sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Eğer yüz-yüze geldiğimiz tüm bu olumsuzluklar (açlık, yoksulluk, kötü beslenme, sefalet, ekolojik kriz, iklim krizi, umutsuzluk, anlam kaybı…) doğal süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmıyorsa, insan iradesini aşan faktörlerin ve belirleyiciliklerin sonucu değilse, yani sosyal mahiyetteyse, birilerinin yaptığı tercihlerin, aldıkları kararların, uyguladıkları (dayattıkları densin) politikaların sonucuysa, o zaman bu “başka türlü” yapmanın da mümkün olduğu anlamına gelir. Başta türlü yapabilmek de farklı düşünebilmeyi, farklı bir kavrayışı ve tasavvruru varsayar.
Politikayı yapılması gerektiği gibi yapabilmeyi varsayar… Tabii bunun için önce “ümmet olmaktan yurttaş olmaya’ terfi etmek gerekiyor… Velhasıl yaratıcı ütopyaya ihtiyaç var. Zira, geride kalan 35-40 yılda yeryüzünün lânetlilerine dayatılan sayısız kötülükler ütopya zaafının sonucu… o