Osmanlı’nın çöküşü, bize ve birçok tarihçiye göre, zirvede olduğu dönemde Kanuni döneminde başlar. Zirve, her zaman tehlikelidir. Bu dönemlerden başlayarak, Osmanlı, gelişimini tamamladı ve bir yenilenme, bir yeni rota, bir alt-üst oluş yaşamaya niyeti olmadan, gidecek yeri kalmamıştı (Bu konuda detaylı bir analiz için, “Anadolu; Dün Bugün Yarın, Tarih ve Devrim” isimli Deniz Adalı’nın kitabına bakılabilir. Faydalı olacağı, sadece meraklısı için değil, devrimci ve Anadolu ile ilgilenen herkes için ilgi çekici olacağı kanısındayım). Ama biz o kadar geriye gitmeyelim. 1800’lerden başlayarak, Osmanlı kendini ayakta tutabilmek için, önceleri, Osmanlıcılık diye bir siyasal yönelime girdi. Böylece Osmanlı, kendi sınırları içinde yaşayan, Arap ya da Yunanlı ya da Sırp vb. halkları, bir arada tutmayı, çözülmesini durdurmayı hedefliyordu. Osmanlıcılık, elbette, 1600’lü yıllarda, Osmanlı gelişiminin zirvesinde iken, bir refah, bir adalet, bir eşitlik, bir birarada yaşam bilinci olarak gelişmedi. Tersine, Osmanlı, dünya çapında yayılan burjuva devrimlerin kendini etkilemesini önlemek için, Osmanlıcılık siyasetine sarıldı. 1789 Fransız Devrimi, uluslaşma sürecini de etkiledi. Başka etkileri yanı sıra elbette. Ve bu durum, Osmanlı üzerine de yansımaları olan bir süreci başlattı ve Osmanlı, buna tepki olarak, özellikle 1840’larda daha da öne çıkan Osmanlıcılık ile yanıt verdi. Osmanlıcılık, aslında, arka planda şöyle bir akıl yürütmeye dayanır, eğer ulusçuluk dersek, hangisini diyeceğiz, bu olmaz, eğer din üzerine dayansak, imparatorluğun Avrupa topraklarında milyonlarca Hıristiyan yaşamaktaydı.
Osmanlıcılık, bu açıdan bir “buluş” sayılabilir. Şöyle bir akıl yürütme: Bu devleti ayakta tutabilmek için, bize bir tanımlama lazım, bir anlamda “ulus”un yerine geçecek bir çözüm lazım, bu ne olsun? Osmanlıcılık olsun. Elbette bu işi karikatürize etmek olur, ama gerçekten de uzak değildir. Ve bir çözülme döneminde bir “yapıştırıcı”, bir arada tutucu aramak, aslında geç kalınmış bir arayıştır ve bu nedenle de tutması mümkün değildir. Bir anlamda “toplum mühendisliği”dir. Hem Osmanlı’da, hem de İslam’da bu yaygın bir mühendislik türüdür de.
Osmanlıcılık, aşağı yukarı, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması, ardından Balkanların kaybedilmeye başlanması ile sona erdi.
Bu kez, devlet aklı, oturup, başka bir yapıştırıcı aradı. Bu yeni yapıştırıcı, İslam oldu. Öyle ya, Balkanlar dışarıda bırakılırsa, Osmanlı nüfusu içinde Hıristiyan nüfus oranı bir hayli düşüyordu. Anadolu’nun kadım halklarından Ermeniler, Rumlar, Süryaniler bir yana bırakılırsa, tüm Arap yarımadası Müslüman idi. Öyle düşündüler ve yeni yapıştırıcı, İslamcılık olarak bulundu. İslamcılık, aynı zamanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığını sağlama alma amacını güdüyordu. Böylece, çözülme sürdükçe, Osmanlı çöküşü ilerledikçe, bir yeni kontr-kimlik çalışması devreye sokuldu. Bu tarihe kadar Osmanlı, elinde bir ünvan olarak var olduğu hâlde, halifeliği kullanmadı bile. Ama çöküş dönemleri, eski defterlerin açıldığı dönemlerdir de. Osmanlı devlet aklı, halifelik dahil her şeyi kullanarak, aslında hiç de samimi olmayan duygularla, İslam kardeşliği ve ümmet vurgusu yapmaya başladı. Bugün, siyasal İslam içinde, anti-emperyalist olan bazı arkadaşlar, son Osmanlı padişahlarının İslam ve ümmet vurgularını, o günün şartlarından ve “İslamcılık” devlet siyasetinden ayrı olarak ele alırlar. Saflık budur işte, aslında Osmanlı devlet aklı, topraklarını bir arada tutacak, devleti ayakta tutacak bir şey arıyor. İslamcılığı bu nedenle kullanıyor. Elbette çözülmekte olan Osmanlı, kapitülasyonlar vb. nedeni ile, gizli kapılar ardında emperyalist ülkelerin isimlerini anarak da dedikodu-eleştiri yapan padişahlara, yöneticilere sahip olmuştur. Ama bunlara anti-emperyalist demek, olsa olsa, yine bu siyasal İslamcı hareketler içindeki arkadaşların körlüğü olarak yorumlanabilir.
Kısacası bu siyasal İslamcılık ile, örneğin Mısır’daki aynı türden değildir. Osmanlı devleti, devlet olarak, kendine bağlı Müslüman halkları kendi devleti içinde tutabilmek için İslam’ı kullanmaya karar vermişti.
Ama bu İslamcılık, Üç Tarz-ı Siyaset’in ikincisi olan İslamcılık, Kuzey Afrika’daki ülkelerin Osmanlı’dan ayrılmaya başlaması ile son buldu. İslam kardeşliği yerine ‘kalleş Arap’ tanımlamaları öne çıkmaya başladı. Tıpkı, ‘kardeşim Esad’dan, ‘kalleş Esed’e geçişte olduğu gibi. Ve bu süreç, elbette, halklara karşı da baskı ve şiddetin daha da arttığı bir dönem de demek oldu. Osmanlıcılık ile kıyaslandığında, daha geç sahneye giren yapıştırıcı, elbette devlet terörünü de daha açık ortaya koymak zorundaydı. Öyle oldu. Ermeni katliamı, Rumların sürülmesi, Süryanilerin yok edilmesi vb. bu sürecin ayrılmaz parçası oldu.
Ve ardından, Türkçülük devreye girmeye başladı. Türkçülük, Osmanlı’nın giderek daraldığı, toprak kaybettiği, çözüldüğü, emperyalist güçlerin masasında paylaşıldığı bir dönemde, yine devlet aklının ürettiği bir üçüncü nesil yapıştırıcıdır. Ve elbette daha şiddetli, daha katliamcı olmuştur.
Türkçülük, kafatasçılığa vardı. Bu konuda daha geniş bilgi her yerde bulunabilir. Ama ben yine de, Deniz Adalı’nın çalışmasını ısrarla öneriyorum.
Bu Üç Tarz-ı Siyaset, aslında devletin, devlet aklının, devleti ayakta tutmak için geliştirdiği siyasetlerdir. Akçuralı Yusuf, bunu tüm samimiyeti ile ifade etmiştir.
Demek ki, bu üç siyaset, aslında, bir pozitif mantıkla, bir ileriye bakan gözle geliştirilmiş siyasetler değildir. Tersine birer savunma siyasetleridirler ve her üçü de gericidir. Her üçü de kontr-ideolojik perspektiflerdir ve her üçünde de şiddet vardır. Elbette, tarih sırasına göre, en yenisi, daha öncekinden daha çok devlet şiddetini içerir.
Üç Tarz-ı Siyaset, bir anlamda “Osmanlı’da oyun bitmez” sözünü, bir başka açıdan da, esas olan devlettir, halklar tebaadır mantığını içsel olarak taşımaktadır.
Bu Üç Tarz-ı Siyaset, TC devleti içinde de sürmektedir. Hele bugünlerde.
Bir sorudur: Acaba, neden bugünlerde Üç Tarz-ı Siyaset, yeniden devreye bu denli güncel bir tarz olarak giriyor? Bu Osmanlı’nın çöküş döneminin kontr-siyasetleri, acaba bugünlerde neden güncelleniyor?
TC devletinin tarihinde iç savaş dönemleri hiç eksik olmaz, olmamıştır. Ve iç savaş dönemleri, aynı zamanda milliyetçiliğin devlet eli ile şaha kaldırıldığı dönemlerdir. Vatan-millet edebiyatı, her zaman hırsızların, katillerin, kısaca egemenlerin yapıştırıcısı olmuştur. Ama bu öyle bir yapıştırıcıdır ki, sürülmekle tutmuyor, bir de şiddetle bastırma gerekiyor. Ve TC devleti bu nedenle, bu toprakların “realitesi”ni, kendisi için bir tehdit olarak görmüştür. Sanki devlet, uzaydan gelmiş gibidir. Yerlileri, halkları, halkların varlığını kendisi için bir tehdit olarak gören devlet, onlara bir elbise biçti. Türkçülük bu elbisedir ve bu sayede istediği tarzda baskı ve katliam politikasını devreye sokabilmektedir. Halkları birbirine kırdırmak, Müslüman’ı Ermeni’ye saldırtmak ve tüm bunlara “vatan için” diye bir kılıf bulmaktır bu. Son derece pratiktir. Şair şöyle demişti, “neler yapmadık vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” Eklemek gerekiyor, kimimiz devlet için, devlet adına öldürdük.
Faili meçhul cinayetlerin sayısına bakın, Ermeni katliamına bakın, Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977, Sivas, acaba sayarak bitirebilir miyiz, bunlara bakın.
Bugünlerde, 7 Haziran seçimlerini beğenmeyen muktedir, seçimi yenileme kararı alıp, saldırıları artırmaya başladı. Saldırılar, Cizre gibi yerlerde zirveler yaptı. İnsan olanın utanacağı vahşetle saldırılar devreye sokuldu.
Ve elbette bu şiddetle birlikte milliyetçilik de yeniden körüklenmeye başladı.
TC devleti, 12 Eylül ile, karşı-devrimi devreye sokup, tüm toplumsal muhalefeti ezerken, ideolojik olarak da, Türkçülük ve İslamcılığı kullanmaya başladı. Türk-İslam sentezi tartışmaları, yine aynı devlet aklının, devleti ayakta tutabilmek için devreye soktuğu siyasetlerdir. Bugünkü muktedir, aslında 12 Eylül ile zirve yapan Türk-İslam sentezinin ürünüdür. Varlığını buna borçludur ve ne anlatırsa anlatsın, yerli bir proje de değildir. ABD’nin yeşil kuşak projesini hatırlamak, 12 Eylül ve Türk-İslam sentezi arasındaki bağı anlamak için yeterli olacaktır.
12 Eylül bu olumsuzluk, bu gericilik ile halkları etkiledi. Ama aynı zamanda Kürt devriminin yükselişi, bu olumsuz etkiye karşın, bir olumlu etken olarak devreye girdi.
TC devleti, Kürt devriminin Batı’ya yayılmasını, etkilerinin tüm halkları sarmasını önlemek için, Kürt devrimine karşı kirli savaşı devreye koymakla kalmadı, aynı zamanda, bir milliyetçilik duvarı yükseltilerek, Batı’ya ideolojik etkilerinin yansımasını önlemeye çalıştı. Bunu büyük ölçüde de başardı. Burjuva basın, bu açıdan tam bir devlet basınıdır, sadece bugün değil, dün de.
Gezi Direnişi, Batı’da halkın sokağa taşması, aynı zamanda 12 Eylül ile bir hesaplaşma, kendisi ile bir hesaplaşma, fakat aynı zamanda da bu milliyetçilik duvarını delme girişimidir. Bu açıdan da sonuç alınmaya başlanmıştır.
İşte TC devleti, bugünlerde yeniden Kürt devrimine, Kürt halkına saldırırken, aynı zamanda Batı’da Gezi Direnişi’nin etkilerini yok etmek, milliyetçiliği yeniden yükseltmek istiyor.
Milliyetçilik, bir pozitif siyaset olarak sahneye girmedi, ne dün, ne bugün. Milliyetçilik bir kontr-siyasettir. Ve devletin şiddet ve terörünü maskelemek için, devletin daha kolay yönetimini sağlamak için devreye sokulmaktadır.
7 Haziran seçimleri sonrasında, Kürt halkına ve PKK’ye dönük saldırılar birlikte devreye sokuldu. Muktedir, iktidarı kaybetme riskini göze alamıyor. Zayıftırlar ve o nedenle daha saldırgandırlar. Savaşı tırmandırmak istiyorlar.
Ama bu hesapta bir hata olduğu ortaya çıkmıştır bile.
Asker ve polis cenazeleri, aynı zamanda Erdoğan’a ve iktidara tepkilerin yükseldiği cenazeler olmaya başladı. Hatta, anneler, açıktan kendi tepkilerini ortaya koydukça, “şehitlik, şehit annesi, şehit babası” vb. unutuluyor ve bir anda “karaktersiz adam”, “oğlunu askere göndermeseydin” gibi sözler devreye girmeye başlıyor.
Devlet yöneticilerine açıktan, “vatan sağolsun” demeyeceğim denilmektedir.
Devlet yetkilileri “şehit olma mutluluğu”ndan söz ettikçe, halktan “o hâlde sen de oğlunu gönder” tepkileri gelişmeye başladı.
Buna karşılık, milliyetçilik yeniden devreye sokuluyor. Hrant Dink’i öldüren çocuğun bayrakla polislerle birlikte fotoğraf vermesi gibi, bugün de katliamlarını bayrağın arkasına saklamak istiyorlar. Yeniden vatan-millet edebiyatı, yeniden bayrak edebiyatı devreye sokuluyor.
Ve nihayet, bayraklı mitingler dönemi başlatılıyor.
Devlet, yine bir kontr-siyaset unsuru olarak milliyetçiliği, bu sefer bayrakla sararak devreye sokuyor. Muktedir, HDP’yi baraj altında bırakmak için, kontr-siyaset unsuru olarak, bu kez, bayrak siyaseti yapıyor.
Milliyetçilik yeniden, saldırganlığın bir paravanı hâline sokuluyor.
Hürriyet gazetesi baskınını yapanların konuşmaları ortaya çıktığı hâlde, onlara karşı hukukun yaklaşımına bakın, bir de hakkını aramak için, sokağa çıkan işçilere karşı hukukun tutumuna bakın.
Başbakan ve fiili Başkan, ikisi birlikte, teröre karşı birlik mitinginde, bayrağını al da gel mitinginde, açıktan, seviye tanımaz bir biçimde, HDP’yi baraj altında bırakın diye çağrılar yapıyorlar. Kimin yerli, kimin kökü dışarıda olduğunu tartışıyorlar. Hiçbir gazeteci kalkıp, efendim, NATO üsleri, İncirlik vb. bunlar yerli ve güçlü iktidarların işleri midir, diye sormuyor.
Bu milliyetçilik tutacak mı?
Acaba cenazeler gelmeye devam ettikçe, devlete, devlet yöneticilerine tepkiler yükselecek mi, yoksa ortadan kalkacak mı? Acaba Gezi ile birlikte, medyanın yalanlarını anlamaya, idrak etmeye başlayan halklar, yeniden bu yalanlara inanacak mı, yoksa bu yalanlara inanmama süreci genişleyecek mi?
Vatan, millet, din iman adına kullanmadıkları şey kalmadı.
Bu ideolojik saldırganlık da devreye sokulmuştur.
Tam anlamı ile bir karşı-devrim saldırısıdır bu.
Ve her şeyi kullanmaya hazırdılar.
Bugünlerde, Üç Tarz-ı Siyaset, aynı anda devreye sokulduğuna göre, çok çaresidirler. Hem Osmanlıcılık, hem İslamcılık, hem de milliyetçilik aynı anda devreye sokulmuştur.
Tam bu nedenle, hiçbir kalıcı sonuç elde etmeleri mümkün değildir.
Halk, artık, vatan-millet edebiyatına toktur ve dinî duyguların kullanılmasının sonuna gelinmektedir.