Günlük konuşmalara ısrarla yansıtılmaya çalışılan, “ama bu halk da buna nasıl destek verir, herkes layık olduğu gibi yönetilir” tarzında konuşmaları hepimiz yaşıyoruz. Pek çok durumda bu soruya yanıt vermek öyle kolay da değil.
Ama şöyle soralım: Devlet, egemen sınıfın devletidir. Hiçbir zaman halkın, halkların devleti olmadı, hiçbir zaman işçilerin yoksulların, emeği ile çalışanların devleti olmadı. Her zaman sermayenin, her zaman emperyalist efendilerin devleti oldu. Öyle ise, doğru soru şudur: Egemenler, Koç’lar, Sabancı’lar, TC’nin kibirli bürokrasisi, ordusu polisi, yargısı, bu duruma nasıl onay verdi?
Halkları, ezilenleri karanlıkta bırakmak, onlardan gerçeği gizlemek, onları aldatmak mümkündür. Karanlık üreten burjuva basın, onlarca yıldır 12 Eylül hukuku ile elleri kolları bağlanmış, “bireyleştirilerek”, sosyal bir varlık, insan olduğunu unutan, günlük yaşamın derdi içinde anını kurtarmaya çalışan, örgütsüzleştikçe “hiç”leşmiş milyonlarca emekçiyi, sahte “gerçek”lere mahkûm etmiştir. Bunu nasıl başarabildiklerini biliyoruz. Bunu, Almanya’da da, Amerika’da da, İngiltere’de de, Fransa’da da yapabiliyorlar. Büyük ölçüde basın, manipülasyon aracı olmuştur ve gerçek dışında her şeyi vermeyi alışkanlık hâline getirmiştir.
Konu Erdoğan ve iktidarı olunca, halkları nasıl kandırdı, hâlâ halkın oylarını nasıl alıyor diye sormak, eksik kalacaktır. Sormak lazım, eğer, bir zincir biçiminde birbirine bağlanan rant yiyiciler bile durumu tehlikeli görüyor ve gemiden kaçmak için yol arıyorken, Erdoğan’ın etrafında şehirleri yakma emirleri verenler, ona alkış tutanlar, orduyu polisi, yargıyı halkın üzerine sürenler, hâlâ neye güvenmektedirler?
Bu duruma, Erdoğan iktidarı, muktedir iktidarı diyelim. Erdoğan iktidarı ya da muktedir iktidarı, Erdoğan-AK Parti iktidarı-devlet üçlüsü arasında kurulan ortaklığı, birlikteliği, farklılıklara rağmen birlikteliği ifade etsin. Her seferinde, sadece Erdoğan’ın isteklerinden söz etmiyoruz, devlet de işin içindedir diye hatırlatmalar yapmayalım. Her seferinde AK Parti hükümeti ve devlet ilişkileri üzerine detaylı durmak zorunda kalmayalım. Bu nedenle, ister Erdoğan iktidarı diyelim, isterseniz muktedir iktidarı diyelim, ama bu üçlünün ilişkilerini de bize ifade etmiş olsun.
Erdoğan iktidar, yani devlet de dahil, ordusu polisi, yargısı ile, hükümeti de dahil, hepsi, son yıllarda sürekli tırmanan bir saldırganlık içindedir. Ve elbette öncesinden de bu saldırganlık vardır, yeni değildir. Ama son dönemde, özellikle son iki yıl ve bunun da son altı ayı, bu saldırganlık daha da artmıştır. Sürekli tırmanan bir saldırganlıktır bu. Ama bunu vurgularken, sakın ola, öncesinde saldırgan değildi sonucu çıkmasın. Biz, Gezi’den bu yana sürekli tırmanan bu saldırganlığı ele alacağız.
Gezi sürecinden bu yana olup bitene bakalım. Biz buna “zayıflığa dayanan saldırganlık” diyoruz.
Gezi Direnişi, Erdoğan’ın korkularını artırdı, dengesini bozdu, Batı’da büyük ölçüde süren sessizliğin bitmesi, onu çok tedirgin etti. Deyim uygun düşerse, kimyasını bozdu. Şu ya da bu nedenle, onunla konuşanlar, mesela Gezi sürecinde ziyaretine giden aydınlar vb. ondaki dengesizliği anlatarak şaşkınlıklarını ortaya koydular. Ama sadece onlar değil, örneğin, kendi çevresindekiler de, üstelik kendi davaları adına, bu dengesizliği eleştirmeye kalktılar.
Biz bu anlatılanlardan çok, eylemlere bakalım.
Mesela Kabataş yalanını ele alın. Sizce bir muktedir, güçlü hissediyorsa, bu açık seçik yalana bu denli sarılır mıydı? Ya da Dolmabahçe Camii meselesini ele alın, buradaki yalan, hangi güçlülüğün ürünü olabilir. Sanki zayıflığın, güçsüzlüğün dayattığı bir yalandan medet umma durumu söz konudur. Yalandan açılmış iken, 2015’e gelelim, Sümeyye’ye suikast girişimini ele alın, acaba, hangi güçlü iktidar böylesi bir yalana başvuracaktır? Daha yakına gelelim, Cizre’de 9 günlük sokağa çıkma yasağı boyunca hiç kimse ölmedi açıklaması acaba nasıl bir güçle bağlantılıdır?
Örnekleri devam ettirmeliyiz, zira, hafızaları tazelemeye de gerek var.
Gezi Direnişi sürecinde, sivil çeteler devreye sokuldu. Yasaları açıkça ayaklar altına alan uygulamalar sahneye konuldu. Elleri sopalı siviller, elleri palalılar, halkın üzerine sürüldü.
Bugünlerde, Kürdistan’da kan akıtmak için, bu aynı sivil çeteler, yanlarında kolluk kuvvetleri ile, jandarma ve polislerle birlikte halkın üzerine kurşun sıkmaktadırlar. Anayasa dahil tüm yasal haklar ayaklar altına alınmaktadır.
Kürdistan’daki şiddet ve baskıya karşılık, Batı’dan bir direnişle sokaklara taşma girişimini önlemek için, Batı’da bu çeteler devreye sokuluyor ve seçerek saldırıyorlar, Hürriyet gazetesi baskını, sadece Aydın Doğan medyasını susturmak, kendine yedek hâle getirmek için sahnelenmedi, aynı zamanda sokak gösterilerine, barış meclislerinin eylemlerine, yeni kitlesel eylemlere önlem almak için yapılmıştır. Bir gözdağı eylemidir. Ama güçten çok, zayıflık işaretleri ile doludur. Bir milletvekili, çete reisi olarak devreye girmiştir. varsayalım ki, bir HDP’li milletvekili öncülüğünde, Gezi direnişçileri, havuz medyasına yönelselerdi, acaba, bugün ülkede hangi yasalar devreye sokulacaktı?
7 Haziran seçimleri öncesinde, Adana ve Mersin HDP binalarının bombalanması, acaba bir güçlü olma göstergesi miydi, yoksa bir zayıflık göstergesi midir? Diyarbakır’da mitinge bomba koymak gibi girişimler bir güç göstergesi midir?
Savaşı kışkırtıp, halkın üzerine yürümek, zırhlı araçlarla halka ateş açmak, rastgele sokaklarda ateş açmak, acaba, mezarlıktan geçerken ses çıkarmak için uğraşan bir korkunun göstergesi değil midir?
Savaşı kışkırtıp, ardından gelmekte olan cenazelere “şehitlik mertebesine ermenin mutluluğu” diye nutuklar atmak, acaba savaş komutanlığına soyunmuş bir güçlü kişiliğin göstergesi midir, yoksa çare bulunmaz bir kibrin göstergesi midir? O mutluluğu tatmak için ne AK Parti yönetimindekilerin aileleri, ne devlet bürokrasisinin üst düzey aileleri, harekete geçmiyorlar. Sadece başka ailelerin “tattığı mutluluk”tan memnun oluyorlar. Bu, güçlü olma hâli midir?
Gelen cenazelerde annelerin, ailelerin figanlarına kulaklarını tıkamak bir güç göstergesi midir? Aileler, bu sefer neredeyse birlikte karar almışlar gibi, “vatan sağolsun” diyemiyorum diye feryat ediyorlar. Barış sürecine ne oldu diye feryat ediyorlar, hani anneler ağlamayacaktı, diye feryat ediyorlar, kanını helâl etmiyorum, diye feryat ediyorlar.
Ve bu feryatların arasında, 400 milletvekili vermediniz, oylarınızı kaosa attınız, istikrar istiyorsanız 1 Kasım’da oyunuzu AK Parti’ye verin sözleri, kibrin göstergesidir, zalimliğin göstergesidir, olsa olsa güçten çok çaresizliğin göstergesidir.
Oğlunu, kardeşini, kocasını savaşta kaybeden asker ve polis ailelerine, oğlum, eşim, kardeşim vatana helâl olsun demedikleri için davalar açmak, kendi yakınlarını mahkeme kapılarından uzak tutmak için yasaları değiştirmek, acaba güçlü olma durumu mudur?
Dağlıca’da 16 asker öldükten sonra, gazete manşetlerine, “misli ile ödettik, 72 ölü” diye manşetler atmak, savaş tamtamı çalmaktır, ama bunun bir güç göstergesi olduğundan herkesin şüphesi vardır. Olsa olsa bir güçsüzlüğün göstergesidir.
Açıktan anayasayı ve yasaları ayaklar altına alırken, devrimcilere basın açıklaması yaptılar diye, işçilere haklarını istediler diye davalar açmak, sokaklara barış için çıkan insanların üzerine zırhlı araçları sürmek, acaba, nasıl bir güç göstergesidir?
300’den fazla işçi öldüğünde, Soma’da fıtrat konuşmasını yaptıktan sonra, acılı ailelere söylenmedik söz bırakmamak, nasıl bir güçtür? Diyanet işleri, 300’den fazla kişinin ölümünden sonra işyerlerinde öne çıkan güvenlik önlemleri nedeni ile Cuma hutbesi verdi ve bu hutbede, bu kadar önlem, aşırı önlem, allaha şerh koymaktır dedi. Bu bir güç göstergesi midir? Acaba aynı diyanet işlerinin başkanı, zırhlı araçla dolaşırken, ölüme karşı bu denli önlem alarak allaha şerh koymuş oluyor olabilir mi? Cumhurbaşkanı, koruma ordusu ile dolaşırken, sarayında zehirlenmeye karşı yemekleri tadacak insanlar çalıştırırken, acaba, aşırı önlemler alıp, allaha şerh koyuyor olabilir mi?
Acaba hangisi güçlülük göstergesi olabilir, bir cumhurbaşkanının, bir davaya bağlı hareketin liderinin halkın arasında silâhsız, korumasız dolaşabilmesi mi, yoksa halktan sürekli koruma ordusu ile ayrılması mı?
Acaba, bir şehri kuşatıp, tepelere keskin nişancılar yerleştirerek, sokaklarına zırhlı araçlar salarak, evlerine bombalar yağdırarak, ölü çocukların defnedilmesine izin vermeyerek, yaşlı adamları balkonda sigara içerken öldürerek, sokakta oynayamayan çocukları kapının önünde öldürerek bir iktidar sürmek, acaba bu zalimlik, bir güç göstergesi midir?
İşte bizim yanıtımız tersine, bu durumun, bu ölçü bilmez vahşetin, bu yasa tanımaz şiddetin kaynağının bir güçlü olma hâli değil, bir güçsüzlük hâli olduğudur. Bu sadece Erdoğan’ın güçsüzlüğü, çaresizliği de değildir. Bu, ordusu, polisi, yargısı ile, tüm sistemi ile, basını ile, burjuva egemenleri ile, tüm devlet çarkının, tüm iktidar erkinin güçsüzlüğünün ürünüdür.
Ve bu güçsüzlüğü açığa çıkaracak şey, halkın sokak eylemleridir. Sokaklarda, tıpkı Gezi Direnişi’ndeki gibi, geliştirilecek eylemler, gösteriler, bu baskı ve zulme boyun eğmediğimizin açık ilanı, bu zalimlerin sonunu getirecek şeydir.
Sokak eylemleri, protestolar, hak arama eylemleri, yürüyüşler, yasal haklardır, en temel haklardır ve bunların kullanılması, hiçbir biçimde engellenemez. Bu nedenle, halkın sokaklarda, işçilerin fabrikalarda, öğrencilerin okullarda geliştireceği direniş, bu zulme, bu savaş tamtamlarına hayır demenin tek yoludur. Susmak ve seyretmek, zalimi onaylamak olacaktır.
Bu savaş, ülkenin sadece bir bölgesinde değil, tüm ülkede reddedilmelidir, barış direnişi, tüm ülkede örgütlenmelidir. İnsan olmanın ve insan olarak kalabilmenin tek yolu budur.
Onlar da güçsüz olduklarını biliyorlar, istedikleri, bu güçsüzlüğü örtmek, halkları korkutmak ve bu arada fırsatlar ele geçirip, yeniden güçlenebilmektir. Buna izin vermemek, boyun eğmemek mümkün ve gereklidir.