SURİYE’NİN GÜÇ SAVAŞINDA CENEVRE-3 ETKİLİ OLABİLİR Mİ?

İç toplumsal dinamiklere dayanmayan her arayış başından itibaren başarısız kalmakta ve beklenilen sonucu vermemektedir. Cenevre-1 ve 2’nin başarısızlığı bunun çok somut bir örneğidir. İki gündür dolaylı görüşmeleri başlanan Cenevre-3 olarak tanımlanan toplumsal/politik istikrar arayışı görüşmelerinde, Suriye’nin toplumsal dinamikler muhatap alınmazsa hiçbir sonuç vermeyeceği daha ilk gününde görülmeye başlandı.

Suriye’nin en önemli toplumsal dinamiklerini oluşturan PYD’nin ağırlıkta olduğu ‘Suriye Demokratik Meclisi’ olmaksızın Suriye’de politik bir istikrarın sağlanamayacağı hem ABD hem de Rusya tarafından kabul ediliyor. PYD, Suriye içerisinde sosyal dinamikleri olan politik-toplumsal bir hareket olup, gücünü Suriye halklarından alıyor. PYD sadece Kürtleri temsil eden bir sosyo/politik hareket olmayıp aynı zamanda Arapları, Türkmenleri, Süryanileri, Alevileri, Ermenileri, Çeçenleri vb halkları da temsil ediyor. Bu bakımdan PYD’nin içerisinde yer almadığı hiçbir barış görüşmesi başarılı olmaz. PYD’nin askeri kolu olan YPG ve YPJ, aynı zamanda askeri güç olarak da dengeleri belirleyen ve değiştiren bir konumda bulunuyor. YPG-YPJ olmadan, IŞİD, El Nusra gibi Radikal İslamcı Hareketlere karşı başarılı ve kalıcı bir askeri sonuç elde edilmeyeceği bütün verileriyle ortaya çıktı. Bugün ABD ve Rusya, söz konusu radikal İslamcı örgütlerle mücadele sonuç alıcı bir başarı elde edemeyeceklerini bildikleri için YPG-YPJ ile askeri işbirliği yapıyorlar. Bu bakımdan Suriye’de iki stratejik güçten bahsedebiliriz.

Cenevre görüşmelerini birkaç noktada özetlemek mümkün:

Birincisi, Suriye’nin geleceğini belirleyen uluslararası ve bölgesel güçlerin odaklandığı Cenevre-3 görüşmelerinin esası, kimin bölgede etkin bir güç olacağıdır. Bir yandan bölgenin aktif iki dinamik unsuru haline gelen Rusya ve İran, diğer yandan daha pasif durumda kalan ABD ve S. Arabistan. Politik etki gücü kırılmış ama kendisine rol biçmeye çalışan Türkiye bulunuyor. Bugünkü politik ve diplomatik süreç esasen Rusya ve İran merkezli politikalar üzerinde yürüyor.Rusya yapmış olduğu askeri müdahaleyle dengeleri önemli oranda değiştirdi ve Ak Deniz havzası başta olmak üzere Ortadoğu’da etkinliğini önemli oranda arttırdı. İran’ın küresel sisteme dahil edilmesi için önü bütünüyle açıldı ve son iki haftadır, uluslararası güçler İran’a yatırım yapmak için sıraya girmiş bulunuyorlar. Buna paralel olarak İran’ın bölgede etkin olması için gerekli destek sunulacak.

Esad rejiminin son iki aydır elde ettiği başarılar, Suriye’nin geleceğini belirlemede önemli bir etki yarattı. Radikal İslamcı Hareketlerin önemli bir darbe alarak alan kontrolünü kaybetmeleri, Esad ordusunun hâkimiyet alanını genişletiyor. Bu durum Rusya ve İran’ın etkinlik alanını genişletirken, ABD ve S. Arabistan’ın inisiyatifini önemli oranda kırdı denebilir. Bu bakımdan Cenevre-3 görüşmelerinde Esad’ın kalıcı olacağı ve Suudi destekli muhalif güçlerin ABD’nin baskısıyla Esad’ın kalıcılığını kabul etmekten başka bir şansları olmadığı görüldü. Cenevre-3 görüşmeleri bütünüyle başarısız olsa dahi, Suriye’de muhaliflerin politik inisiyatifleri çok önemli oranda kırılmış bulunuyor. Bu bakımdan Radikal İslamcı Hareketleri aktif olarak destekleyen S. Arabistan, Türkiye gibi devletler, Cenevre-3’ün başarısız kalmasını, politik kaosun devam etmesini tercih ettikleri görülüyor.

İkincisi, Suriye’de iki stratejik güç bulunuyor. Rusya’nın çok aktif olarak desteklediği Esad rejimi ile kendi toplumsal dinamikleri üzerinde yükselen PYD’dir. Suriye’nin geleceğini belirlemede söz sahibi olacak iki temel güç olarak Cenevre’den rejim adına Şam temsilcileri bulunacaklardır. Karşı taraftan gerçekten, Suriye içerisinde demokratik güçleri temsil eden ve rejime muhalif olan PYD ve onun da içerisinde yer aldığı güçler de bulunmalıdır. Bu bir bakıma zorunluluktur. Masaya davet edilen ve esasen dış dinamiklerden beslenen ve hiçbir toplumsal dayanağı bulunmayan İslamcı örgütlerin masada bulunması, Suriye’deki çözüm sürecine ciddi bir katsını olmayacaktır. Bu bakımdan Cenevre’den kalıcı bir sonucun alınmasının tek yolu PYD’nin masada bulunmasıdır. PYD iradesinin yansımadığı bir anlaşmanın başarılı olma şansı da oldukça düşüktür. Bu da Suriye’deki askeri ve politik krizin çok daha derinleşmesi ve çözümsüzlüğün devam etmesi, kaosun devam etmesi anlamına gelir. Cenevre-3 toplantısının sonuçları, Cenevre 1 ve 2 gibi olacaktır. IŞİD ile mücadelede aktif bir rol üstlenen ve büyük bir bedel ödeyen PYD’nin katılmaması nedeniyle ortaya çıkacak olan başarısızlık kaygısı özellikle ABD’yi ciddi oranda tedirgin ediyor.

Üçüncüsü, ABD ve Rusya’nın PYD’yi ‘terörist’ görmemelerine hatta ittifak gücü olarak değerlendirmelerine rağmen, PYD’nin davet edilmemesi bir çelişkidir, hem de çok açık ve herkesin dikkat çektiği bir çelişkidir. Rekabet, çatışma ve ittifak ilişkilerinin olduğu hemen her yerde böylesi durumlar sıklıkla görülür. Küresel güçler PYD’nin konumunu ve etki alanını çok iyi bilmektedirler. PYD’yi esasen stratejik bir güç olarak görmeyecekleri açık. PYD’nin kurmak istediği toplumsal düzen ABD’nin bölgesel çıkarlarına bütünüyle terstir. Ancak bazen tarihsel koşullar farklı güçleri zorunlu olarak bir araya getirebilir. ABD ve Rusya’nın PYD’de zorunlu olarak ihtiyaçları var. Rusya çok açık olarak PYD’nin temsil edilmesi gerektiğini belirtiyor. ABD ise bu görüşünü dolaylı olarak ama herkesin anlayacağı bir dilde ifade ediyor. Bu iki güç PYD olmaksızın ne toplumsal uzlaşı, ne politik çözüm ne de askeri başarı elde edebilir. Bu bakımdan PYD’nin masada olmaması birincisi çözümün dışına itildiği anlamına gelmemelidir. İkincisi izlediğim kadarıyla PYD’nin temsiliyeti konusunda arayışlar halen devam ediyor. Cenevre-3 görüşmeleri birkaç oturumluk bir süreç olmayıp birkaç ayı kapsayacak bir dönemi kapsayacaktır. Moskova’nın ‘YPD şimdilik yer almazsa dahi Cenevre’de PYD’nin masası hazırdır’ açıklaması, ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcüsünün ise ‘PYD’nin şimdilik davet edilmedi’ değerlendirmesi, aslında PYD merkezli krizin devam ettiğini gösteriyor. ABD ve Rusya gibi iki küresel güç, Suriye’de PYD olmadan bir çözüm sürecinin başarılı olmayacağını çok iyi görüyorlar. Ancak karmaşık denklem içerisinde özellikle ABD’nin Arap dünyası ile olan ilişkileri, Türkiye ile olan bağları dikkate alındığında bir tercih yapmak zorunda kaldığı görülüyor. Ancak böylesi bir tercih, önümüzdeki birkaç hafta içerisinde PYD’nin bütünüyle dışlanması olarak devam ederse, bundan kaybedecek olan ABD olacağı, bunun savaş sahasında kendisini çok daha belirgin olarak hissettireceği de biliniyor. PYD’nin ‘Cenevre kararlarını tanımayacağız’ tarzındaki açıklaması en çok ABD yankı buldu. Bu bakımdan PYD’nin katılmaması kesinleşmiş bir konu olarak ele almamak gerekir. Bu bakımdan küresel güçler, Suriye’nin toplumsal dinamiklerinin bulunmaması nedeniyle Cenevre’de uygulamak istedikleri stratejinin çökeceğini en çok kendileri görüyor. Böylelikle PYD merkezli muhalefet sahada kazanan olarak Cenevre’de kaybetmeyecektir. Gerçek olan Suriye’deki mücadelenin nasıl ilerlediği ve ilerleyeceğidir.

Bu bakımdan PYD’nin önümüzdeki süreçte görüşmelere dahil olma olasılığı giderek artıyor. Örneğin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner “Fakat bizim anladığımız kadarıyla PYD bu hafta yapılacak toplantıda olmayacak.” Dikkat ederseniz ‘bu hafta yapılacak’ görüşmelerde bulunmayacak denildi. Ayrıca Moskova’nın ‘PYD’nin katılmadığı bir görüşmenin sonuçsuz kalacağını’ açıklaması önümüzdeki süreçte PYD’ye ilişki yeni bir formülün bulunma arayışlarının devam edeceğini gösteriyor.

PYD davet edilmeden Cenevre görüşmelerine katılmayacağını açıklayan Suriye Demokratik Konseyi Eş Başkanı Menna; “Listemizi tamamladık. Görüşmelerde olması gereken 15 isim ve 15 alternatif üyeden oluşan, demokratik ve seküler Suriye listesi’ olarak tanımlayabileceğimiz bu liste konusunda (BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan) De Mistura’dan, Amerikalılardan ve Ruslardan yanıt bekliyoruz.” Bu değerlendirme önümüzdeki bir kaç gün içinde bir kısım alternatif çözümlerin gündeme geleceğini gösteriyor. Sanırım tıkanma daha çok «PYD’nin Salih Müslüm olarak temsil edilmesi’ üzerinedir. Benim edindiğim bilgilere göre, ‘PYD’nin Suriye Demokratik Konseyi içerisinde davet edilmesi ve başka bir kaç ismin katılması » konusunda bir kısım önerilerin gündeme gelmiş olmasıdır. Menna’nın 15 kişilik bir liste verdiklerini ve yanıt beklediklerini açıklamış olması, aslında tıkanmanın aşılmasına yönelik bir çaba olarak görünüyor. Bu bakımdan gerek toplantının başlamasının ilk gününde gerekse ileriki toplantılarda PYD’nin katılması konusunda bir kısım arayışların devam edeceğini ve PYD’nin bir biçimiyle temsil edilmesine yönelik bir formülün bulabileceğini düşünüyorum. Böylesi bir çözüm bulunmadığı sürece özellikle ABD’nin bölgede çok daha ciddi bir darbe alacağı, askeri başarılarında çok önemli bir rol üstlenen PYD’yi kaybedebileceğini hesaplıyordur ya da hesaplaması gerekir. Ancak, bu süreçten sonra PYD katılır mı? Tabi ki bu da bir soru işaretidir.

Dördüncüsü, Bölgesel politik krizden ısrar eden Türkiye, PYD’nin Cenevre’ye katılmaması için elinden geleni yapan Türkiye’nin diplomatik bir zafer elde ettiği iddiası da gerçekçi değildir. Türkiye, PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmaması için belki de cumhuriyet tarihinin en kapsamlı diplomatik faaliyetini yürüttü. Bunu yaparken esasen diplomatik prensiplerin dışına çıkarak bütün gücünü, olanaklarını hatta şantaj yaparak kullandı. PYD’nin Cenevre’ye davet edilmesi halinde İncirlik Üssünün kullanımını yeniden gündeme getirmekten, göçlerin yeniden Avrupa’ya dayanabileceğine kadar birçok koşulu doğrudan ve dolaylı olarak ABD ve AB’nin önüne koydu. Bu bakımdan PYD karşısında bu düzeyde şantaja dayanan bir politika yürütmüş olması, hiçbir şekilde başarı olarak görülemez. Tersine önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin karşısına çok daha ciddi olarak çıkacak yeni bir sürecin başlamasıdır. PYD, Suriye’nin çözüm sürecinin aktif bir gücü olarak her şekilde masada olacaktır. Bu gerçeğin değiştirilmesi artık pek mümkün olmadığı, Suriye denklemini belirlemede PYD’nin mutlak bir rol üstleneceğini Esad rejimi dahi kabul ettiğine göre, Türkiye’nin bu çabasının pek ciddi bir sonuç almayacağı açıktır. Kısacası Türkiye’nin bir diplomatik zaferi söz konusu değil, bunu önümüzdeki birkaç ay içinde çok daha net olarak göreceğiz.

 Peki, buna rağmen neden böyle bir telaş içine düştü denebilir. PYD’nin Cenevre görüşmelerinin daha ilk gününde masaya oturmuş olması, Rojava’nın bugünkü mevcut statüsünün ‘uluslararası güçler tarafından kabul edilmesi’ anlamına gelmesidir. Bir bakıma Suriye’nin geleceği belirlenirken ‘Özerk Rojava’ gerçeğinin tescil edilmesidir. Türkiye’nin politik kaygısı veya korkusu, Rojava’nın Özerk bir bölge olarak uluslararası ilişkilerde kabul edilmesidir. Rojava’nın mevcut statüsünün resmileşmesi, devletin Kürt politikasını bütünüyle etkilenecektir. Böylelikle kendisine komşu olan ikinci bir Kürdistan Özerk bölgesinin çıkmış olması, yok saydığı Kürt sorunun çok daha fazla uluslararası bir boyut kazanacağını ve bu gerçekten kaçamayacağını biliyor. Bu bakımdan Rojava gerçeğinin yok sayılması, uluslararası alanda kabul görmemesi için onun toplumsal-politik temsilcisi olan PYD’nin muhatap alınmaması için bütün gücünü ortaya koymaktadır.

Bugün Cizre ve Sur’da devam eden savaş ile Rojava’nın politik statüsü arasında çok ciddi bir organik bağ bulunuyor. PYD’nin uluslararası ilişkilerde elde edeceği pozisyon, Suriye’nin yeniden yapılandırmasında üstleneceği rol, Türkiye’nin tasfiye politikalarını bütünüyle alt üst edecektir. Bu bakımdan hem PYD’nin uluslararası alandaki temsiliyetini engellemeye çalışmakta hem de Sur ve Cizre’de Kobanı ve Halep’te yürütülen benzeri bir savaşı sürdürmektedir. Bütün bunlara rağmen izlediği politika çok yönlü çökecektir. Birincisi PYD, başta dünyanın iki stratejik gücü ABD ve Rusya tarafından ittifak gücü olarak görülmektedir. PYD’nin Cenevre’de bir biçimiyle bulunması önemli ama hayati bir durum değildir. Bu iki güç PYD’yi müttefik olarak görmesinin nedeni, sahadaki etki gücüdür. Bu bakımdan PYD’nin politik pozisyonu Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen güçlenerek artıyor. İkincisi Halep’e benzer bir şekilde Sur ve Cizre’de bir yıkım içine girmesi, Türkiye’nin politik olarak tıkandığının çok açık bir yansımasıdır. Bu tarz savaş politikası hiçbir şekilde uluslararası ilişkilerde destek bulmayacaktır ve bulmamaktadır. Tersine Türkiye’nin müzakerelere dönmesi ve demokratik çözümü esas alan bir politikaya yönelmesine yönelik uluslararası çağrılar artmaya başladı. Bu bakımdan Suriye’de Radikal İslamcı Hareketlerin önümüzdeki birkaç ay için çok önemli oranda kaybederek zayıflayacakları, Esad ve PYD merkezli iki gücün kalacağı görülüyor. Bu gelişmeye paralel olarak Türkiye’nin de önümüzdeki birkaç ay içerisinde yürüttüğü savaş politikaları terk etmek zorunda kalacak ve zorunlu ve kaçınılmaz olarak çözüme yönelik adımlar atacaktır. Atmazsa ne olur: Ortadoğu’da olduğu gibi içte de kaybedecek bir Türkiye olacaktır. Bu bakımdan ne askeri ve politik ne de ekonomik olarak uzun süreli bir savaşı sürdürme koşulları söz konusu değildir.

Beşincisi, Bahar süreci herkes bakımından önemli mesajları içeriyor. Yukarıdaki soruda belirttiğim gibi Suriye’de aktif saldırıya geçen Esad ordusu, radikal İslamcı güçlerin denetim altına aldığı birçok bölgeyi tekrar kontrol altına almaya başladı. Mart-Nisan ayları Esad askeri güçlerinin Rojava bölgesi dışında kalan bütün bölgeleri çok önemli oranda kontrol altına alacağına dair çok önemli veriler ortaya çıkmış bulunuyor. Rojava bölgesinde ise PYD’nin politik ve askeri hâkimiyeti daha çok pekişecektir. Özellikle Rojava’da kantonların birleştirilmesi süreci önemli oranda tamamlanmış olacaktır. Türkiye’yi belki de en çok tedirgin eden ve ısrarla karşı çıktığı Kantonların birleşmesi tamamlanmış olacaktır. Özellikle IŞİD denetiminde olan Cerablus’un kimin kontrol edeceği oldukça önemlidir. Hem ABD, hem de Rusya çok açık olarak bu bölgenin YPG-YPJ tarafından denetim altına alınması konusunda hem fikirdirler. Bu bakımdan önümüzdeki birkaç ay içerisinde Cerablus’un PYD askeri güçleri tarafından kontrol edilmesi ile hem Kantonlar arasındaki fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacak ve Rojava’nın politik pozisyonu çok daha netleşmiş olacaktır, hem de Türkiye’nin kırmızı çizgileri aşılmış olacaktır. Bu çizginin aşılmasında ABD ve Rusya önemli rol üstlenmiş olacaklardır.

 Rojava kantonları arasında kurulacak olan bağın bir başka    ifadesi de Türkiye’nin ikinci bir Kürdistan ile sınır komşusu olmasıdır. Bunun politik yansımaları çok daha büyük ve etkili olacaktır. Türkiye’nin kendi içerisinde yok saydığı Kürt meselesi bütünüyle uluslararası ilişkilerin bir parçası haline gelecek ve çözüm de zorunlu olarak Suriye’de olduğu gibi uluslararası bir düzeyde ele alınacaktır. Bugün ABD ve AB başta olmak üzere küresel güçlerin AKP hükümetine ‘müzakere’ çağrısı yapması bir tesadüf olmayıp önümüzdeki birkaç yılda neler olabileceğine dair bir veri sunmaktadır.

Bu bakımdan Suriye ve Irak’taki her gelişme Türkiye’deki yansımaları beklenilenden daha sarsıcı olacaktır. Türkiye, mevcut gelişmelere gözünü kapamadan, artık gerçekçi olup objektif ve çözümleyici politikalara dönmek zorundadır. Dönmek istemese, başkaları bu çözüm sürecini Türkiye’nin önüne koyacaklardır. Yani doğrudan Türkiye’yi muhatap alan yeni bir ‘Cenevre toplantısının’ gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Önümüzdeki Bahar birçok alanda büyük ve sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Politik dengelerin değişeceği, yeni stratejilerin devreye gireceği, güç merkezlerde önemli bir kaymanın olacağı sürece gidiyoruz. Doğru bir politik hatta ilerleyen kazanır.