Yüksek gerilimli bir dans yarışmasında hayat kavgası verir gibiler. Halklara saldırıyorlar, Sur’da katliamlar yapıyorlar, Cizre’de bakanların verdiği emirleri dahi dinlemiyorlar ve katliamlara imza atıyorlar. Çocukları, “kıpırdayanı vurun” tarzındaki Saray yaklaşımına uygun olarak kurşunluyorlar. Şehirleri ablukaya alıyorlar. İsrail’in Gazze’de yaptıkları ile yarışıyorlar. Fotoğrafların altındaki Cizre, Silopi, Sur gibi açıklamaları kapatın, Gazze sanırsınız, Suriye sanırsınız, eski Lübnan görüntüleri sanırsınız. Tanklar şehri kuşatıyor, obüslerle binalara ateş ediyor, insanlar bodrum katlara sığınıyor, tespit ederlerse oraları yakıyorlar. Kapıdan başını çıkartan çocukları keskin nişancılarla avlıyorlar, ardından elinde beyaz bayrakla hastahaneye yetişmeye çalışanları kurşunluyorlar.
İşin başında 1990’lara geri mi dönüyoruz, deniyordu. Ağar ve Veli Küçük dönemine mi geri gidildi, deniyordu. Ardından, daha da eskiye mi gidiyoruz, denilmeye başlandı. Şimdilerde ise, 1915’e mi gidiliyor, diye sorular soruluyor.
Ama bu kez farklı değil mi?
Kürt halkı, ister kabul edin ister etmeyin, ister hoşunuza gitsin ister gitmesin, ister sevinç duyun ister duymayın, artık örgütlü bir halktır. Bunca katliam ile o halkı korkutup kazanacaklarını mı düşünüyorlar? Bu nasıl bir akıldır? Akıl değil ise, bu nedir? Devletin savaşçı kuvvetleri, Efkan Âlâ’nın sözleri ile “şöyle karışık bir şey yaptık” tarzında örgütlenmiş güçleri, duvarlara ırkçı yazılar yazarak mı zafer kazanacaklar, Erdoğan’ın sevinerek anlattığı fotoğraftaki gibi “uzun adam” sevgisini, Kürt halkına böyle mi aşılayacaklar? Okulun tahtasına, akıl almaz sloganlar yazarak, seviye testlerini mi geçmiş olacaklar? Kısacası devlet, bu katliamlarla, bu ablukalarla, bu cinayetlerle Kürt halkının sevgisini mi kazanacak? Bundan bu kadar emin iseler, basını serbest bıraksınlar, olup biteni olduğu gibi Batı’ya aktarsınlar ki, başka bir şeye gerek kalmadan, Laz’ın da, Rum’un da, Boşnak’ın da, Türk’ün de, Ermeni’nin de, Pomak’ın da, Çerkes’in de, Abhaz’ın da, Süryani’nin de, Arap’ın da sevgisini kolayca kazansınlar. Madem yaptıkları ile Kürt halkının sevgisini kazanacaklarına bu kadar eminler, neden basını serbest bırakmıyorlar, neden olduğu gibi herkesin gördüklerini yansıtmasına müsaade etmiyorlar? Bu yasaklar niye?
Öyle ise Kürt halkını kazanmayı değil, kazanmamayı, uzaklaştırmayı mı hedefliyorlar?
Üniversitede öğretim görevlileri bir bildiri yayınlayınca, barış istiyoruz, kan dursun deyince, neden Muktedir, Cumhurbaşkanı, Başkan-ı Sultan, yere göğe sığmayan küfürler ağzına alıyor ve öğretim üyelerine hakaretler yağdırıyor? Sizce bu bizim anlayamayacağımız kadar “üst” bir akıl mıdır? Öğretim üyesine kudurmuş demek, öğretim üyesine vatan haini demek, öğretim üyesine alçak demek, daha başka şeyleri demek Sultan’ın Saray’ındaki kızgınlıktan kendinden geçmiş hâlinin yansıması mıdır, yoksa bizim seviyemizi aşan bir “üst” akıl mıdır?
Aynı şeyi Suriye konusunda, daha da genellersek, dış politika konusunda görmemiz mümkündür. Davutoğlu ve Erdoğan, birbiri ile yarışır biçimde, mahalle delikanlısı rolüne mi soyunmuştur, yoksa bizim göremediğimiz bir “stratejik derinlik” midir bu?
Rus uçağını düşürüp, ardından hemen NATO’ya sığınmak, Erdoğan’dan NATO’dan çıkma hamleleri bekleyen inanmış taraftarlarını epey üzmüş müdür? Rus uçağını düşürüp NATO’yu arayan Erdoğan, NATO’nun tam anlamı ile kucağına oturmuştur. Çin ile devlet anlaşması düzeyindeki füze anlaşmasını iptal etmeleri, acaba, sonradan akıllarının başına gelmesi midir? İsrail ile ekonomik alanda her zaman hızlanmış olan, ama muhtarlar toplantılarında ve mitinglerde bağrışmalara dönüşen ilişkileri yeniden kurmak için atılan adımlar, acaba aklın başa geri gelmesi midir? Hele hele Saray’a, muhtarlardan sonra, Yahudi lobisinden bir bölüm isim çağırmak, tam olarak aklın yerine gelmesi midir?
Ama iş bu kadarla kalır mı? Başika’ya asker çıkartması, yüksek gerilimli survivor yarışmasını kazanmak için bir hamle midir, yoksa akıl dolu bir stratejik derinlik hamlesi midir? Oradan geri çıkmayız diye bağırıp, sonra Biden’dan azar işitmek, mahalle kabadayılığına dahi sığar mı?
Azerbaycan’daki Türk askeri eğitmenleri kullanıp, Ermenistan’a ateş açtırmak, bu yüksek gerilimli politikanın zekice bir uygulaması mıdır?
Ukrayna’ya, özel kuvvetlerden adam göndermek, olası bir karışıklıkla, paramiliter çetelerle hareket ettirmek, stratejik derinlikli mahalle kabadayılığının bir versiyonu mudur?
PYD, IŞİD ve/veya El Nusra’dan, havaalanını alınca, o havaalanına saldırmak, IŞİD ve El Nusra’ya verilen açık desteği onaylamak mıdır, yoksa akıl dolu bir stratejinin sahaya sürülmesi midir?
Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’ye asker gönderme, kara harekâtı yapma, stratejik derinliğin geldiği yeni aşama mıdır?
Olup biten tüm gelişmeler konusunda halkına yalan söylemek ve Beyaz Saray tarafından yalanlanmak, acaba, akıl dolu bir davranış mıdır? Bizim Saray, herhâlde diplomasi bilmeyen özel çevirmenlerin işinde ehil olmamalarından olacak, görüşmeye ilişkin farklı notlar yayınlıyor, oysa Beyaz Saray, yani bizim sarayın sakinin özendiği, yürekten bağlı olduğu Saray, bunları yalanlıyor. Bizim Saray’a göre, Obama, “Suriye güçleri ve PYD’nin ilerlemesine ilişkin kaygılarını” dile getirmiştir. Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “Suriye rejininin ilerleyişi konusunda kaygılarını” ifade etmiştir. Bizim Saray’a göre, “İki lider, Rusya ve Esad rejimine ılımlı muhaliflere saldırma çağrısında bulunmuştur” ve Obama, “Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının altını çizmiştir.” Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “YPG’nin bölgeyi istismar etmemesi gerektiğini vurgulamış ve Türkiye’yi top atışlarına son vermeye çağırmıştır.”
İşte size derin akıl, işte size akıl.
BM güvenlik konseyi, top atışları konusunda Türkiye’yi uyaran bir karar dahi almıştır. Tüm bunlar, aslında, aklın unutulduğu, aklın yitirildiği bir sürece işaret değil midir?
Öyle ise, tüm bunlar, Erdoğan’ın, başkanlık, sultanlık ihtiraslarının bir ürünü müdür? Yani, tüm bunların ortaya çıkması, nasıl açıklanabilir? Erdoğan, diyelim ki, kendi başkanlık ve sultanlık istikbali dışında hiçbir şey düşünemez hâle gelmiştir. Öyle ki, toplumda var olan gerçekliği, durumu anlamaktan da uzaktır. O kadar takmıştır ki başkanlığa, belki ardından da halifelik devreye sokulacaktır, bu ihtirasla gözleri kör olmuştur. Peki bu durumda, devletin tüm kurumları da aklını kaybetme hâlinde midir? Böyle olunca akıllarına, saldırmak, öldürmek, sınırları aşıp fethetmek, nutuklar atmak, yasaları ayaklar altına almak, sesini çıkaranı bir kaşık suda boğmak dışında bir şey mi gelmiyor?
İhtirasın gözleri kör, kulakları sağır edici, aklı dumura uğratıcı etkisi var mıdır, eğer varsa bu denli kuvvetli midir?
İhtirasın etkisi bacayı sarınca, Saray’a egemen olunca, acaba, “gerçeklik” değişiyor mu, insan kendisi dışında bulunan, kendisini kuşatan gerçekliği anlayamaz, göremez hâle mi geliyor? Yoksa tek başına ihtiras bu sonuca yol açmaz mı?
İhtiras, acaba, büyüdükçe, derinleştikçe, bacayı sardıkça, aklı mı küçültüyor, yoksa aklı tamamen alıyor mu, aklı tamamen alıyorsa yerine ne koyuyor? Yoksa, yine de tek başına bu durumlar ihtirasla açıklanamaz mı?
Tüm bunlar yoksa ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâlini mi gösteriyor? Öyle ise ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâli, ihtirasların en tepe noktası, zirvesi ya da sarayı mıdır?
Demek ki, korku-kibir-ihtiras birleşince, yerleşebilecekleri tek yer kalıyor; saray. Saray dışında hiçbir yerde, korku, kibir ve ihtiras, bu dozda bir birleşim meydana getiremez. Sadece ihtiras, halka bu denli tepeden baktıramaz, sadece kibir bu denli aklı yok edemez.
Saray, sonun başlangıcıdır. o