Genç akademisyenler[1] üniversitelerde en güncel bilgiye ulaşmak ve bilgiyi öğrenciyle birlikte yeniden üretip toplumsallaştırmak açısından önemli bir işleve sahiptir. Öğrenciyle en yakın ilişkiyi kurabilen ve henüz katılaşmamış, keskin sınırları olmayan bilgiyi yeni nesille birlikte yoğurabilecek dinamizme sahip bu kesim, belki de akademinin köhneleşmesi önündeki en aşılması güç engeldir. Fakat böylesi bir niteliğe sahip genç akademisyenler, “demokratik” üniversitelerin bile kurtulamadığı akademik hiyerarşinin en çok hırpaladığı kesimdir. Ne yazıktır ki bu kesim, yeşerecek yeni nesillere can suyu olabilecek o kıymetli enerjiyi adeta bir savaş alanına dönüştürülen akademide var olabilmek için tüketmektedir. Fakat genç akademisyenler böylesi bir ortamda, yine de, en az bilim kadar kıymetli bir başka şeyin tesis edilmesine vesile olabilmişlerdir: Mücadelenin! Onlar, özellikle gezi direnişiyle birlikte hem toplumsal süreçlerin bilgisini üretmeleri hem de eylemlilikleri ile toplumsal mücadelenin büyütülmesindeki önemli payın sahipleridir…
Bugün, tıpkı gezi direnişi gibi önemli bir toplumsal mücadele de kampüslerden başlayarak büyümektedir. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” metnine imza atan akademisyenlerin maruz kaldıkları saldırılara karşı başlattıkları direniş, yeni bir hareketin fitilini ateşledi. 7 Haziran seçimine giderken ortaya çıkan barış ve kardeşlik ortamı, seçim sonuçlarının getirdiği umut ve coşku; hemen ardından dayatılan savaş ile bozulmak istendi. Kürt illeri bu savaşa direniş ile karşılık verirken, Suruç ve ardından Ankara katliamı ile Batı sessizliğe itildi. Akademisyenler ve araştırmacılar tarafından imzalanan ve kamuoyu ile paylaşılan metin, aslında bu sessizliği yırtan bir sesti.
Kaleme almakta olduğumuz bu yazının temel amacı özellikle akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü konumundaki genç akademisyenler üzerinden akademideki acıklı durumu gözler önüne sermektir.
Bugün, barış talebini dillendiren akademisyenler tasfiye edilme tehdidiyle karşı karşıya gelmişlerken içlerinden daha güvencesiz bir kesim, yani genç akademisyenler, daha ciddi mağduriyetler yaşama riskine rağmen inançları, güçleri ve geçmişte yürüttükleri hak mücadelelerinden biriktirdikleriyle, barış talebinde ısrar etmekte; dayanışmayı sağlamlaştırıp eylemliliklerini yükseltmekteler. Bu mücadele pratiği, akademiden başlayıp yaşamın her alanına yayılacak bir mücadeleye ışık tutacağa benzer!
2. Akademinin Ücretli Köleleri:
Araştırma Görevlileri
Üniversite piyasanın hizmetine sunuldukça, sermaye- üniversite iş birliği sıkılaştıkça daha belirgin biçimde ortaya çıkan nitelikli iş gücü açığı, araştırma görevlilerince karşılanmaya çalışılmaktadır.
YÖK kanununda araştırma görevlisi alımının temel maddesi 33/a’dır. Bu madde ile araştırma görevlileri üç yıl süre ile atanır, yurt dışında eğitim görmeleri, çeşitli eğitim masrafları kamu kaynaklarından karşılanır. Üç yıl dolduğunda 33/a’lı araştırma görevlileri aynı usulle yeniden atanabilir. 50/d ise aslında istisnai durumlarda kullanılmak üzere düzenlenmiş bir kadro çeşididir. Fakat 2000’li yılların başlarından itibaren araştırma görevlilerinin 50/d kadrosu ile işe alımları yaygın hale getirilmiştir. Araştırma görevlilerinin güvencesizliğinin resmi karşılığı olan 50/d kadrosunun tercih edilir olması üniversitelerde artık bilimin ya da emeğin değil sermayenin çıkarlarının gözetildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
2000’lerin ilk yıllarında 50/d kadrosu ile atanan araştırma görevlileri, doktora eğitimleri bitiminde 33. madde ile yeniden atanabiliyordu. Bir kısım araştırma görevlisi ise 35. madde ile görevlendirilip farklı bir üniversitede eğitim görebiliyor, daha sonra öğretim üyesi olarak kadrosunun bulunduğu üniversiteye dönebiliyordu. 2002 yılında ODTÜ’de uygulamaya koyulan ÖYP kapsamında atanan araştırma görevlileri ise imzaladıkları bir senet karşılığında 35. madde ile görevlendirilen araştırma görevlilerinden farklı olanaklara sahip oldu. Esasında “bir senet” ifadesi binlerce genç akademisyenin sırtladığı yüz binlerce liralık senet yükünü karşılamakta yetersiz kalıyor… 50/d, 33/a, 35, ÖYP gibi farklı kadrolarda istihdam edilen araştırma görevlileri farklı sorunlarla karşılaşmaya başladı fakat piyasalaşma düzeyi arttıkça farklı olan tüm sorunlar güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları çatısı altında toplandı.
Araştırma görevlileri mekan ve zaman açısından uygun çalışma ortamının eksikliğinden, maruz kaldıkları angaryaya; akademik özgürlüklerinin ortadan kaldırılmasından, içine itildikleri gelecek kaygısına; görev tanımlarının muğlaklığından, ücretlerin düşüklüğüne; maruz kaldıkları mobbing ve tacizden, nitelikli akademik destekten yoksunluğa kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar.[2] Akademinin nicelik olarak yaklaşık üçte birini oluşturan, böylesi sorunlarla boğuşan araştırma görevlileri kadar kadrosuz çalıştırılan doktora öğrencileri de akademide her işe koşturulan “köleler” olarak kullanılıyorlar.
Geleceğin bilim insanları olmaya aday bu kişilerin, bilimsel emekleri yok sayılmakta, sömürülmekte ve zaman zaman çalınmaktadır. Bir gecelik değişikliklerle toplu kıyımlar yapılmıştır. Siyasi güç savaşı içinde akademik özgürlükler hiçe sayılmış, sürgünler yapılmıştır. Senet baskısı yüzlerce kişinin hayatını karartmıştır. Murat Elbay’ı unutmadık[3].
Dayatılan rekabet koşullarının getirdiği bireyselleşme ile burjuva adaletin en iyi ihtimalle gecikmişliği asistanların haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı birlik olmasının önüne engel koymuştur. Buna rağmen birlikte ve ısrarlı mücadele kazanımla sonuçlanmıştır.
3. “Biz Kalıyoruz YÖK Gitsin”
2008 yılında yapılan değişiklik ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişler engellenmek istendi. Bu uygulamanın kaldırılması, bugüne kadar verilen asistan mücadelesinin merkezinde olmuştur.
Bu değişiklik, tezini yazarak doktor ünvanını alan yüzlerce başarılı asistanı işsizlikle “ödüllendirmeyi” vaat ediyordu. Halihazırda yıllık yenilenen sözleşmeler keyfi işten çıkmalara ya da baskı oluşturmaya da zemin hazırlıyordu. 26 Kasım 2008’de YÖK Yürütme Kurulu tarafından yapılan düzenleme, araştırma görevlilerini 50/d ‘ye karşı bir araya getirdi. Bu dayanışma, 2009 yılında eylemliliklere dönüştü. İstanbul Üniversitesi bu mücadelenin merkeziydi. 5 Mart günü 50/d’ye karşı yüzlerce akademisyen “Biz Kalıyoruz! YÖK Gitsin” şiarıyla İstanbul Üniversitesi’nde bir araya geldi. Nisan başında YÖK talimatı ile İstanbul Üniversitesi’nden araştırma görevlilerini tasfiye etmesi istendi. On üç asistan hakkında istenen işten çıkarma işleminin yapılmaması halinde, üniversitenin hiçbir kadro talebinin karşılanmayacağı bildirildi. Asistanlar buna 50/d mücadelesini ortaklaştırıp yükselterek cevap verdi. 17 Nisan’da ondan fazla üniversitede yapılan eş zamanlı eylemlerden bir hafta sonra, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’dan gelen yüzlerce asistan “Asistan Kıyımına Son”, “İş Güvencesi İstiyoruz” pankartlarıyla YÖK önünde protesto eylemi gerçekleştirdi. İstanbul Üniversitesi’nde işten çıkartılmak istenen araştırma görevlileri 5 Mayıs günü Rektörlük önünde çadır eylemi başlattı.
Eylemlere paralel olarak hukuki süreç de yürütüldü. Eğitim Sen tarafından açılan yürütmeyi durdurma kararı kazanımla sonuçlandı. Danıştay 50/d ve 33/a arasında araştırma görevlisi olmak bakımından fark olmadığına karar verdi. Yani 50/d’li araştırma görevlilerinin de 33/a kadrosundakiler gibi doktora sonrasında da sözleşmelerinin uzatılması dava sonuçlanana kadar mümkün hale getirildi. 20 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi Rektörlük binası işgal edildi, işten atılmalar engellendi.
25 Şubat 2011’de 6111 sayılı torba yasa yürürlüğe girdi. Yasa kapsamında yapılan değişiklikler ile “azami süre” tanımından hareketle 50/d’li araştırma görevlilerinin işlerine son verilmeye başlandı. 22 Haziran 2012’de YÖK’ün İTÜ’ye gönderdiği bir görüş yazısı genç akademisyenleri bir kez daha ayağa kaldırdı. YÖK başkan vekili, 50/d kadrosunu öğrencilik haklarından saydı ve 6111 sayılı torba yasaya göre İTÜ’de azami süreyi dolduran araştırma görevlilerinin atamalarının yenilenmemesi görüşünü bildirdi. Bir bağlayıcılığı olmayan bu görüş yazısı, İTÜ Rektörü tarafından asistanların görevine son vermek için kullanıldı. Bu kez mücadelenin merkezi İTÜ oldu. Daha önceki asistan mücadeleleri birikimiyle bir araya gelen asistanlar, önce Rektörlük ile iletişim yolunu denedi. Bir sonuç alamayınca imza kampanyası başlatıldı, basın açıklamaları yapıldı, “Üniversitemizi Terketmiyoruz” diyerek okulda sabahlanıldı, oturma eylemi yapıldı ve Rektörlük bahçesine çadır kuruldu. Bu mücadele kamuoyunda yankı buldu, diğer üniversitelerde de dayanışma eylemlilikleri yükseltildi. Fakat Rektörlükten herhangi bir somut adım gelmedi. Bu süreçte diğer üniversitelerde yapılan keyfi uygulamalar da teşhir oldu. ODTÜ, Hacettepe, Yeditepe gibi farklı üniversitelerde Asistan Dayanışmaları, Platformlar oluşturuldu. Böylelikle İTÜ asistanları ile dayanışma eylemlerinin yanı sıra, asistanların hak arama mücadelesi de başlamış oldu. Yalnızca 50/d üzerinden değil tüm asistanların maruz kaldığı güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları mücadelenin merkezine kondu. İTÜ’nün kazancı tüm asistanların kazancıdır denilerek, İTÜ’nün Şubat 2013’te YÖK önü nöbeti başta olmak üzere tüm eylemlilikleri sahiplenildi ve asistan mücadelesi yükseltildi. Bir yandan da hukuki mücadele devam etti. En son azami süre nedeniyle atılan 50/d’li dokuz araştırma görevlisinin 33/a’ya aktarılması gerçekleştirildi. 10 Kasım 2015 tarihi ile 33/a kadrosuna geçişleri iptal eden kararın yürütmesi durduruldu. Bu mücadele süreci, Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde yönetimin ayak dirediği 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri de kazanım hanesine yazdı. Öte yandan ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi gibi üniversiteler “içten beslenme”ye karşı durdukları gerekçesiyle bunu uygulamayı reddetti. Zira dünya listelerinde olmakla övünen bu üniversiteler kendi yetiştirdikleri akademisyen adaylarına hiçbir şans tanımamakta ısrarcı bir tavır sergiledi. Çoğu kez, bu sorunun çözümü konusunda araştırma görevlileri muhatap olarak YÖK ve üniversite yönetimleri arasında sürüncemede bırakıldılar. İçinden çıkılamayan bu durum, 29 Mayıs 2015 tarihli YÖK kararı ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri üniversitelerin keyfine bırakılarak “çözüme” bağlandı[4].
Son süreç içinde, ÖYP kapsamında yüz binlerce liranın altına imza atarak, eğitimleri süresince metropollerde görevlendirilen araştırma görevlileri de sorunlarını ortaklaştırarak bir araya gelmeye başladı. Metropollerde eğitimini tamamlayarak, farklı illerdeki üniversitelere dönen genç akademisyenler geniş bir akademik ağı da beraberinde taşıdı. Bu ağ vesilesiyle bilim insanının toplumsal görevinden bilimin konusuna, özgür üniversitelerden akademinin hiyerarşisi ile mücadeleye kadar bir çok konu yaygınlaşarak pek çok üniversitede tartışmaya açıldı. Karaburun, Küçükkuyu gibi platformlar bu ağa dahil bir çok akademisyenin çoğu zaman başka bir dünya tartışmalarına da ev sahipliği yaptı. Genç akademisyenlerin yarattığı dinamizm akademinin toplum ile yeniden buluşmasını, toplumsal sorunlar ile daha yakından temasını kurarak yeni olanaklar yaratılmasını sağladı. Onlarca üniversiteden akademisyen ve araştırmacının imza attığı BAK metni de aslında bu sürecin bir uzantısı. Daha önce çeşitli yöntemlerle sürdürülen tasfiye sürecine 4 Şubat Genelgesi [5] ile bir yenisi daha eklenmiş oldu. ÖYP kadrosuyla metropollerde görevlendirilen genç akademisyenlerin keyfi ve esasında cezai olarak kadrosunun bulunduğu yerlere çağrılmasının önü açıldı.
4. Keyfi Değişikliklerin Adresi:
ÖYP Esas ve Usulleri
Bugünkü niteliğinden biraz farklı olarak 2002-2009 yılları arasında uygulanmaya başlanan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP), ilkin 35. maddenin ilave imkanlarla uygulanması biçimindedir. Söz konusu yıllar arasında DPT tarafından desteklenen ÖYP, lisansüstü eğitim verme imkânına sahip olan yükseköğretim kurumlarında araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim yaptırılarak öğretim üyesi yetiştirilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Bu amaç doğrultusunda eğitim almaları için farklı üniversitelere gönderilen ÖYP’li araştırma görevlilerinin eğitim süreleri program kapsamında belirlenmiştir. Bütün öğrencilere tanınan sınırsız eğitim süresi hakkından mahrum edilen ÖYP’li araştırma görevlileri kısıtlanmış bir zamanda lisansüstü eğitimlerini bitirmeye mahkum edilmişlerdir. Zamanında eğitimini tamamlayamayan ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem kadrolarıyla ilişikleri kesilmiş hem de öğrencilikleri sona erdirilmiştir.
Bununla birlikte, lisansüstü eğitimlerini tamamlayan ÖYP’li araştırma görevlileri kadrolarının bulunduğu üniversitelere geri döneceklerinin ve aldıkları eğitim süresi kadarınca orada hizmet vereceklerinin garantisi için yüksek meblağlı senetlere imza atmaya mecbur edilmişlerdir. Bu aslında insan hayatını ipotek altına almaktan farklı değildir!
ÖYP, temelindeki araştırma görevlisi yetiştirme amacına bağlı kalmak suretiyle 2010 yılında esas ve usulleri yenilenerek uygulanmaya devam etmiştir. Hatırlayalım, ÖYP esasında büyük ve köklü üniversitelerde lisansüstü eğitimlerini tamamlayan araştırma görevlilerinin yeni açılan üniversitelere öğretim üyesi olarak atanmaları ve bu üniversitelerdeki öğretim üyesi açığını karşılamaları için tesis edilmiştir. Fakat ilk defa 2011 Temmuz ayında yeni açılan üniversitelerin yanında büyük ve köklü üniversitelere de araştırma görevlisi alımı gerçekleştirilmiştir. Böylelikle ÖYP’nin amaçlarına bir yenisi daha eklenmiştir. Basına cari adı verilen eski usulle akademik personel alımının alternatifi olarak yansıtılan ÖYP sayesinde dönemin YÖK başkanının ifadesiyle akademide ”Dayım var devri” bitecek ve üniversitelere personel alımında ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçilecektir. Artık akademisyen olmak için lisans genel not ortalamasının, ALES sınavı puanının ve yabancı dil puanının farklı ağırlıklarla hesaplanmasıyla yapılacak merkezi atama yeterli hale getirilecektir. Fakat merkeziliğin haklı şüphelere yol açtığı zihinlerimizde bu kez de “merkezi dayılık” fikri yer edinmiştir.
ÖYP’nin kamuoyuna çok büyük bir hizmet olarak yansıtılmasına zemin hazırlayan bir diğer niteliği de bu program kapsamında atanacak araştırma görevlilerine ayrılan proje ve seyahat ödenekleridir. Fakat YÖK sonradan yaptığı bir düzenlemeyle bu ödenekleri çok büyük bir oranda kesintiye uğratarak ÖYP’li araştırma görevlilerini mağdur etmiştir. Zira bazı üniversiteler ÖYP bütçelerini bahane ederek bu program kapsamında atanan araştırma görevlilerine fakülte bütçelerinden faydalanmayı men etmişlerdir. Bu durumda ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem malzemelerini hem de proje ve seyahat giderlerini kendilerine tahsis edilen kısıtlı bir bütçeden karşılamaları gerekmiştir.
Bu örneklerden de görüleceği üzere ÖYP, uygulandığı süre boyunca çeşitli keyfi değişikliklere uğratılarak araştırma görevlilerine ciddi mağduriyetler, hak gaspları yaşatan bir program haline gelmiştir. ÖYP programının özellikle son dönemlerde ciddi mağduriyetlere neden olduğu durumlardan biri de yine keyfi bir biçimde 4 Şubat tarihinde yapılan değişikliktir. Bu değişikliğe göre derslerini başarı ile tamamlayan ÖYP araştırma görevlilerinden kadrolarının bulunduğu üniversitelerin teklifleri ve YÖK Yürütme Kurulu kararı ile kadrolarının bulunduğu yüksek öğretim kurumlarına dönmeleri beklenmektedir. Bu araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim çalışmalarının gerektirdiği durumlarda ancak kısa süreli olmak kaydıyla izin verilecektir.
5. Sonuç Yerine
Bugün bir avuç insanın zenginliğini finanse etmek için çalışan milyonların açlık, yoksulluk, ve sefalet içinde yaşadığı bir dünyaya mahkum edilmeye çalışılıyoruz. Katliam, kan ve gözyaşına, savaşlara mahkum ediliyoruz. Dünyanın sonunun geldiği tezi bu durumun meşrulaştırılmasına ve milyonlar tarafından sineye çekilmesine dönük önemli bir “akademik” hamledir. Oysa başka bir dünya mümkündür ve akademi bu dünyanın bilgisini üretmekle mükelleftir. İktidarın olanca gücüyle saldırması da bundandır. Bu iktidar için ölüm-kalım savaşıdır.
BİMER üzerinden yapılan şikayetlerle akademisyenlerin gözaltına alınması, sınavda sorulan sorulardan facebook paylaşımlarına kadar bir çok akademik ve/veya kişisel verinin dava konusu edilmesi, Barış İçin Akademisyenlere ve dayanışma metinlerini imzalayanlara yapılan saldırılar, “legal görünüm altında illegal faaliyet gösteren yapılara destekleyen kamu çalışanları”na yönelik düzenlenen genelge[6], 657’de yapılması planlanan değişiklikler[7], YÖK yasasında yapılması planlanan değişiklikler, bütün bunlar iktidarın akademiyi susturma çabalarıdır.
Öte yandan genç akademisyenler, akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü olmayı sürdürmektedir. Güvencesizlik ve alabildiğine esnek çalışma koşulları onları açık hedef haline getirmektedir. 4 Şubat genelgesi işte bu noktada daha farklı bir anlam kazanmaktadır. 4 Şubat genelgesi başlatılan tasfiye sürecinin bir aracıdır. Bu süreç asistanlardan başlamak üzere tüm akademiye karşıdır ve kazanmanın yolu birlikte mücadele etmektir. Ortak talepler oluşturulmalı ve bu talepler doğrultusunda ortak mücadele hattı örülmelidir.
Bizlere dayatılan savaş, katliamlar, infazlar, yaygınlaştırılmak istenen güvencesizlik ve baskı ortamı, giderek derinleşen ve bedeli bizlere ödettirilen ekonomik kriz ancak planlı, ısrarlı ve ortak mücadele ile aşılabilir. Bu kan gölü içinde filizlenen yeni yaşamı büyütelim.
Betül Havva Yılmaz
Gülşah Gülen
Notlar:
1) Yazı boyunca “genç akademisyenler”den kasıt araştırma görevlileri, proje asistanları ve doktora öğrencileridir.
2) Daha ayrıntılı bir araştırma için bkz. Eğitim Sen (2015), Araştırma Görevliliği: Akademik Değil İdari Memur, Bilim Fidanlığı Değil “Amirin İçini İstediği Gibi Doldurabileceği Bir Boşluk” http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2015/08/asistan-anketi.pdf
3) http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/oyp-sistemine-ilk-kurban-verildi-bir-asistan-intihar-etti-haberi-71666
4) http://yok.gov.tr/documents/10279/15107493/50d_li_akademisyenlerle_ilgili_genel_kurulda_alinan_karar_29_05_2015.pdf/
5) Değişiklik Madde 11’a eklenen 3. bölümde yer alıyor: http://www.yok.gov.tr/web/oyp/usul-ve-esaslar
6) Başbakanlıktan: Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında Genelge 17 Şubat 2016 : http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm
7) Esasında öğretim üyeleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabii değildir, öğretim üyelerinin çalışmalarının usul ve esasları 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nca düzenlenmiştir. Barış İçin Akademisyenlere açılan soruşturmaların bir kısmı usulüne aykırı olarak 657 sayılı kanuna dayanarak açılmıştır. Genelde yapıldığı üzere, hukuki değişikliklerden önce fiili uygulamaların başlatılması gündemdedir.
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.657.pdf (657 sayılı kanun)
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2914.pdf (2914 sayılı kanun)