Bugünlerde bunlara daha fazla şahit oluyoruz.
İlk örneğimiz, Ankara Gar patlamasının ardından, Başbakan Davutoğlu’nun sentetik yüz ifadesi ile söylediği sözdür: Biz bu canlı bombaları biliyoruz ama demokratik hukuk devleti olduğumuz için eylemi yapmadan tutuklayamıyoruz. Okuyucu bizi affetsin, aşağı yukarı bu sözleri söyledi, ama kelimeler belki aynı değildir. İsteyen bakabilir. Güvenlik zaafı olmadığını böyle anlatıyor. Ölümlerden bir dirhem acı, bir dirhem utanç duymuyor.
Bu ülkede, Kürt illerinde seçilmiş insanlar yıllardır nedensiz tutuklanıyor, polis kurşunları ile bebekler öldürülüyor, TV kanallarında ölümler için sevinçler duyulduğu ilan ediliyor. Bir öğrenci bir soru sorsa gözaltına alınıyor, sokağa çıkan ve demokratik hukuk devletinin gösteri ve yürüyüş yasasından yararlanmak isteyen herkes karşısında TOMA’ları, copları, işkencecileri buluyor. Ve utanma duygusunu kaybetmiş sentetik ifadesi ile Başbakan, canlı bombaları patlamadan tutuklayamayız, diyor.
Özeti şudur: Diyor ki, biz bunları biliyoruz, siparişi verdik, göz yumduk ve kime saldırılacağını da söyledik. Sen barış istiyorsan, biz de senin karşına IŞİD çıkartırız. Dedikleri budur.
Darül Harp terimini çok seviyor İslamcı iktidarımız ve Saray çevresi. Darül Harp’teyiz ve ne yaparsan mübahtır, diyorlar. Bu nedenle hile, katliam, yalan, hepsi birbirine karışıyor.
Halklara karşı, işçi ve emekçilere karşı, milyonlara karşı bir savaş yürütüyorlar ve “ya bendensin ya da düşmanımsın” diye nutuklar atıyor.
İkinci örneğimiz Bülent Arınç’tan olsun. Son dönemde, varlığı bile kalmamış olan AK Parti cephesinden az sayıda ses verenlerden biridir. Ama özrü kabahatinden büyüktür. Bunca ölümler, bunca yalanlar, bunca hileler, bunca hukuksuzluk, bunca katliamlar, bu savaş hukuku karşısında bugüne kadar susmanın vebalini taşıyacak omuz bulunabilir mi acaba? Evet Arınç, parça parça bazı bilgiler veriyor. Ama ne verdiği bilgiler işe yarıyor, ne de açık konuşuyor. Eskiden söylemişti, Erdoğan ile karşı karşıya geldiğinde “benim de bir ağırlığım var” diye. Bugün anlaşılıyor, tüylerin de mutlaka bir ağırlığı vardır ve bunun için çok hassas tartılar da imal edilmiştir. Ama Erdoğan’ın Saray iktidarı, tüy ağırlıklarını hesaba katmıyor. Evet gerçekten Bülent Arınç’ın da bir ağırlığı var ama bizim hesabımıza, halkların hesabına, ezilenlerin hesabına, onun jargonu ile söyleyecek olursak fakir-fukaranın hesabına değil. Mesela, bir kadın edepli olmalıdır, diye başlayan, kadınların kahkaha atmasını edepsizlik olarak nitelendiren açıklamaları var ya, onların bir ağırlığı var. Erdoğan cephesinden alkış alıyorsa ağırlığı var. Yok, karşı çıkacaksan, biraz net olacaksın, bir açık olacaksın, biraz yürekli olacaksın. Bunlar için de ağırlık hesabına gerek yok.
Böyle çok örnek bulunur. Alın Efkan Ala’yı, vurun Bekir Bozdağ’a. Alın Numan Kurtulmuş’u, vurun kimi isterseniz ona, hepsi, artık yalanlarla idare edemez hâldeler. Güç gösterilerinin arkasındaki korkuları her açıdan belli olmaktadır.
Ve Cumhurbaşkanı, fiili başkan, yasal başkan değil ama fiili başkan, muhtarlara eziyet komitesinin Başkanı, her nutkundan bir emir çıkaran yargının yol göstericisi, her biri etrafında ay olmaya çalışan ve bu konuda birbiri ile yarışan havuz medyasının güneşi, İslam dünyasının müstakbel halifesi, ülkemizin fiili sultanı, buyurmuş ve demiş ki; ben gidersem, devlet biter, bensiz devlet olmaz.
Buna, bak arkadaş kendini ne denli övüyor, diyenler olabilir. Bizim böyle bir eleştirimiz yok. Bunu minibüs şoförleri düşünsün, çünkü bir gün muhtarlar bitecek ve karşısına minibüs şoförlerini alacak. Biz bunu açıkça yazdık. Daha iyisini bulmak zordur. 2023 yılına kadar da yeter sayıya sahiptirler. Hem Saray adabı gereği, sarayda bir müzik de olmalıdır ve Orhan Gencebay konusunda bu şöförler kadar birikimli olanını bulmak zordur. Yine de Erdoğan’a önerimiz, “Batsın bu dünya” şarkısını kendisine saklamasıdır, ne olur ne olmaz. Bir gün giderse, bu şarkı ile gitmek uygun olur.
Hayır biz Erdoğan’ın kendini çok övdüğünü söylemiyoruz. Onu Yasin Aktay diye bir milletvekili var, ona sormak lazım. “Ne var yani, onu görünce peygamber efendimizi görmüş gibi dua okumak ayıp mı” diyor bu sayın Aktay.
Bizi işin övgü ile ilgili hiçbir bölümü ilgilendirmiyor.
Biz, şuna bakıyoruz, bunları kime söylüyor?
Reyhanlı’da bir patlama olmuştu. Herkes hatırlar. Patlama, ortaya çıktı ki, El Nusra’nın işidir. Rusya’nın baskıları sonucu, Türkiye’nin El Nusra ve bağlı gruplara kimyasal silâh tedarik ettiği ortaya çıkınca, efendisi ABD, yakalanmış olan denetimsiz çocuğun kulağını çekti ve silâh sevkiyatı duracak dedi. Ama bir an bile bu sevkiyatın durmasını, Erdoğan El Nusra’ya anlatamadı. Onlar da bize silâh vermezseniz, biz de patlatırız dediler ve patlattılar. Erdoğan, bunun üzerine, muhtarlarımı topladı, hatırlamıyorum, ama bir vesile ile konuştu, dedi ki, “benim 52 Sünni vatandaşım öldü.” Şimdi hep beraber düşünelim, bunu kime söyledi? Bu ülkenin işçilerine mi, emekçilerine mi? Hayır. Kendine oy verenlere mi? Hayır. Bizim kanaatimiz odur ki, bu konuşmasında Erdoğan, bombayı patlatan ve kendileri de Sünni olan unsurlara sesleniyor. ‘Ne yaptınız, gittiniz Sünni insanları öldürdünüz, biz zaten size silâhları gene vereceğiz, niye bu telâş, hem hadi yapacaksınız, bari Sünni vatandaşları seçmeseydiniz’ diyor.
Acaba Erdoğan, şimdi, ben gidersem devlet biter, diyerek kime sesleniyor?
Mesela HDP’ye, PKK’ye, biz devrimcilere mi sesleniyor? Tabii ki hayır, biz devletin her türünün bir diktatörlük olduğunu düşünürüz ve dünyada devletlerin, sınırların, sömürünün olmadığı günleri hayal ederiz. Ben gidersem devlet de biter, dediğinde bize bir mesaj vermesi mümkün değil.
Acaba, Saray’da harem ile ilgili görevler aldığı belli olan, haremin başına getirilen ve tüm eş olma görevlerini bırakarak, kendini haremi oluşturacak olanların eğitimine adayan Emine Hanım’a mı bunu söylüyor? Zaten Emine Hanım, Ahmet Hakan’ın son derece uygun bulduğu tarzda, haremin eğitim işleri ile ilgili, İlber Ortaylı ile yarışacak denli analizler yapmaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor, Ahmet Hakan, harem danışmanı olacaktır. Hürriyet’teki köşesi, artık işe de yaramıyor, Aydın Doğan’ın dediklerine göre yön almaktansa, haremde Emine Hanım’a göre şekil almak daha yeğ olmalıdır. Konumuza dönersek, Emine Hanım’a mı sesleniyor? Sakın şöyle demeyin, efendim ona sesleniyor olsa evde konuşurlardı. Hayır. Sultan öyle yapmaz, “tez muhtarlar toplansın”. Onun için böyle düşünmek doğru değil. Ama bizce de Emine Hanım’a seslenmiyor. Ben gidersem devlet de biter, Emine Hanım için bir kurtuluş olurdu, Ahmet Hakan’ın düşündüğü gibi, Emine Hanım, haremdeki öğretmenliği sevmiş değildir.
Öyle ise kime sesleniyor?
Mesela CHP’ye olabilir mi, hele ki CHP’nin ulusalcılarına? Mesela Perinçek’e sesleniyor olabilir mi? Mesela eski Ergenekon takımına sesleniyor olabilir mi? Mesela şu an desteğini aldığı ordu üst yönetimine sesleniyor olabilir mi? Mesela Arınç ve ekibine (kimileri Gül ve ekibi diyor. Bizce Gül’ün ağırlığı da yok, niyeti de yok. Arınç ses çıkarma denemeleri yapmasa, Gül, cuma namazına bile gitmeyecektir. İngiltere’den haber gelmeden, Gül’den bir tek koku çıkmaz) mi sesleniyor.?
Kısacası, Erdoğan, devlet içinde kendine şu ya da bu nedenle, geçici veya kalıcı olarak, “ama”lı veya amasız destek verenlere sesleniyor. Diyor ki, benden desteğinizi çekerseniz, ortada devlet kalmaz. Diyor ki, benim çok da umurumda değil, ama siz beni feda ederseniz, ortada devlet denilen bir şey de kalmaz.
Evet, şimdi zurnanın zortladığı yerdeyiz.
Suriye savaşı boyunca, işlenmiş, ABD, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye ittifakının işlediği suçların hesabı kime yazılacak?
21. yüzyılda, Kürt halkına karşı sürdürülen katliam savaşının hesabı verilmeyecek midir?
Gezi’de katledilen gençlerin hesabı sorulmayacak mıdır? Hadi dayakları, gazları, suları bir yana bırakalım, gaz fişeği ile alınan gözlerin hesabı sorulmayacak mı?
Ya rantlar, rüşvetler ile elde edilen paralar, nereye kadar taşınabilir?
Erdoğan, fark etmiş olmalıdır ki, kendi “dostları”, geçici dostlardır. Bugün bu ittifak hepsinin işine gelmektedir. ABD, Suriye’de kaybettikleri nedeni ile Erdoğan’ın yaptıklarına göz yummaktadır, ama bir yere kadar. Ergenekon, konu Kürtler olunca her türlü savaşı destekler durumdadır ama bundan çıkacak sonuç nedir? Kürt halkı, bu ölümlerle, bu katliamlarla sindirilebilir mi? Ve tüm bunlarla ittifak içinde Erdoğan, kendi işine bakmaktadır, Saray’ı güçlendirmek istiyor, rantlarını korumak ve sağlanmış düzeni geliştirmek istiyor.
Ben yoksam devlet de olmaz. Bir kumarbazın sözlerine benziyor. Kumarbaz kime rest çekiyor?
Kambersiz düğün olur mu? Olmaz.
Erdoğan’sız da Saray olmaz.
Peki, ya saray, saray entrikasız olur mu?
Sarayda sadece harem olmaz, sadece harem ağası olmaz, sadece hadım ağası (yoksa yeni hadım ağası Ahmet Hakan mı olacak) olmaz. Sadece içoğlanları olmaz. Mesela Jöleli ile Cemil Ertem arasında, Etyen Mahçupyan’ın bizi haberdar ettiği değişik cinsel ilişkiler Saray’ın bir realitesidir. Tarihimize bakın, bunlar vardır. Kardeş katli ne kadar varsa, içoğlanları da o kadar vardır.
Mesela sarayda, şamar oğlanı vardır.
Bizim sarayın şamar oğlanları muhtarlar mıdır? Minibüs şöförlerinin ıslahı programına ne zaman geçilecektir?
Ve nihayet, sayın sultanım, saray, entrikasız olmaz.
Halk, köylüler, işçiler, “özrü kabahatinden büyük” durumlarını bilmezler. Nereden bilsinler, onların geçim derdi var, saraydaki gibi oyunlara girişmezler. Padişah bir gün, veziri ölçmek istemiş, bana öyle bir durum göster ki, özrü kabahatinden büyük olsun. Vezir düşünmeye başlar. Bulamazsa, oyun bu, sonunda kelle gidecek. Sarayda insanlık yoktur, acıma yoktur. İktidar oyunları böyledir. Bir gün sarayda her zamanki gibi, padişah hazretleri bir adım önde, muhtemelen içoğlanı olarak saraya girip sonunda vezir olmuş olan vezir bir adım arkada yürümektedir. Vezir, orta parmağını padişahın poposuna daldırmış. Padişah sıçramış, bre deyyus demiş, vezir, padişahım özür dilerim sizi bir an için sultan hanım sandım der. İşte özrü kabahatinden büyük bir örnek böyle ortaya konmuş olur.
Biz, işçiler, halklar, bunları bilmeyiz, açık ve net özür dileriz.
Ama biliyoruz ki, saray entrikasız olmaz.
Acaba, Erdoğan, saray entrikacılarını mı tespit etti de onlara sesleniyor?
Ben olmazsam devlet de olmaz, ilgilisine bir tehdittir, bir mesajdır.
Ama aynı zamanda, devletin ne kadar güçsüz olduğunu, tüm bu saldırıların ardındaki korkuları da ortaya koymaktadır.
Bir kenti ablukaya almak, binlerce asker, polis, saray gladiosu, Ergenekoncu vb. ile her şeyi yakıp yıkmak, taş üstünde taş, baş üstünde baş koymamak, çocuklara keskin nişancılarla ateş etmek, tanklarla bombalamak, acaba nasıl bir korkunun ürünüdür?