Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ve çökmesi sürecinden gelen, Osmanlı’yı paylaşan güçlerin sömürgesi olan bir ülkedir. Buna rağmen, en çok Batılı kültüre hayran, en çok ondan yanadır. Emperyalist güçlerin, Ekim Devrimi’ni durdurmak için organize ettiği bir tampon ülke, bir ileri karakol olarak iş görmüştür. Bölgesinde var olan tüm ülkelere karşı bir araç olarak kullanılmıştır. En başından beri, birçok halkın yaşadığı bu coğrafya halkların imhası ve inkârı üzerinden, komünizme karşı savaş temelinde bir egemenlik sahası hâline gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında, bir “ortaklaşa sömürge” olarak kendine yol bulmuştur. AB ülkelerinin sermayesi, ama ABD kontrolü ile var olmuştur. Ve kendini Batılı değerler denilen değerlerle şekillendirmeye çalışmıştır. Her zaman efendilerine göre hareket etmiş ve burada siyasal iktidarda yer alanlar, ilgili yerlerden icazet almanın ne anlama geldiğini gayet iyi bilmişlerdir.
Peki bugün, bu topraklarda var olan iktidarı ilginç bulmamak mümkün müdür?
Seçim mi istiyorsun; âlâsından yaparız, buyurun size bir seçim. Ama sonuçları önceden belli. Kural vb. yok, eşit yarışın esamesi olmayacak. İşte size sandık.
Parlamento mu istiyorsun; al sana, ama hiçbir işe yaramayan, sadece vekil adı altında 550 kişinin gelip gittiği bir at serası, maaşlarını alırlar, elbette alsınlar, sosyal hakları var, elbette olsun, ama başka bir şeye yaramazlar.
Muhalefet partisi mi istersin, olur. Al sana bir CHP. İster Baykal’lı olsun, ister diğeri ile, rolleri Erdoğan projesinin senaristlerince yazılmış bir partidir. Parti midir? Gerçekte, AK Parti, CHP ya da MHP, birer parti midir? Akademik anlamda bir tez konusudur. Bir tez konusu olarak da ilginç değildir, çünkü hiçbir dirençleri yoktur. Kanarya sevenler derneği, daha anlamlı, daha demokratik, daha çok kurumdur. AK Parti, Erdoğan olmadan bir tek ses çıkartamaz. CHP, Erdoğan’a, ne kadar ciddi konu varsa destek verir, ne kadar eften püften mesele varsa, o zaman karşı çıkar gibi yapar. Tıpkı, 10 soruda Ahmet Hakan gibi nasıl yazı yazılır kılavuzundaki gibi, hem CHP’de, hem de MHP’de birer kılavuz vardır. Bunların parti olduğunu söylemek mümkün müdür? Burjuva anlamda, bunlar birer parti midir?
Demek ki, ne seçimi seçim, ne parlamentosu parlamento, ne siyasi partileri siyasi parti. Peki bu nasıl bir “parlamenter demokrasi”dir?
Siyasal iktidar da, artık devre dışındadır. Başbakan, zaman zaman açıktan şaşırmış gibi bir açıklama yapıp, sonra bunu hemen geriye alan, el altından danışmanları aracılığı ile rahatsızlıklarını ortaya koyan biridir. Bir ülkede Başbakan, kendi siyasal görüşlerini açıkça söyleyemez durumdadır. Strasbourg’da, geçen ay, Ertuğrul Kürkçü’ye, siz parlamentoda özgürce konuşamıyor musunuz, diye soruyor. Öyle anlaşılıyor, bunlara daha çok soru sormak gerekir. Parlamentoda bulunan arkadaşlarımızın her türlü soruya soru ile yanıt vermesi gerekir. Yoksa savunma yapmak değil. Kendisi, bizzat Başbakan, acaba, siyasal görüşlerini parlamentoda açıktan söyleyebiliyor mu ki, Ertuğrul Kürkçü veya diğer arkadaşların söyleyebilip, söyleyemediğini sorabilsin. Evet, biz görüşlerimizi her ortamda söyleriz, ama bu “demokrasinizin” buna izin verdiği anlamına gelmiyor. Siz daha siz, kendi görüşlerinizi gizleyerek iş yapıyorsunuz. Başka örneğe gerek var mı, siyasal iktidar olarak bakanlar kurulu devrede midir? Hayır. Sur’da, Cizre’de, bakanları dinlemeyen bir polis veya asker varsa, siyasal iktidarın da önemi yoktur. Bizzat siyasi partilerde, düzenin partilerinde, kendi görüşlerini açıkça dile getiremiyorlarsa, o partiler yoktur.
Peki bu nasıl bir “demokrasi”dir?
Yanlış anlaşılmasın, bizim için sormuyoruz. Bizim için yanıtı belli. İşçiler ve emekçiler için sormuyoruz, biz Soma’da, sadece Soma’da bile bunun yanıtını aldık. Hayır, biz Kürt halkı için sormuyoruz, buzdolabında saklanan cesetlerin varlığı yeterince anlamlı bir yanıttır. Biz halklar için sormuyoruz, “afedersin Ermeni” diyen bir mantıktan, Türk veya Laz, Rum veya Kürt, Çerkes veya Pomak, kimsenin bir beklentisi olamaz. Soruyu burjuva anlamda soruyoruz.
Pakistanlaşan, bizzat devlet eli ile İslamî bir kontr-gerillanın beslendiği, Saray gladiosu ile Ergenekon artıklarının iç içe geçtiği, mafya dahil her tür çetenin devletin parçası olduğu bir siyasal durumla karşı karşıyayız.
Mesela sosyal anlamda, toplumsal yaşam anlamında, kültürel alanda tartışsak, burası nasıl bir ülke? Kanımca, bu daha iyi bir tez konusu olur.
Acaba, “yüzde doksan bilmem kaçı” Müslüman olan bir toplumda, sokakta günlerce cenazelerin bırakılması, çocuk cesetlerinin buzdolaplarında saklanır hâle getirilmesi, cenazelere işkence yapılması, nasıl açıklanabilir? Tersinden soralım, devlete bağlı her gücün, mafya da olsa, trafik kazasında da ölse, şehit ilan edilmesi nasıl bir durumun dışa vurumudur? Ya da, oğlunu, eşini, savaşta kaybetmiş bir insanın feryatlarına karşılık, en üst düzeyde hakaretler işitmesi, “ananı da al git” cumhuriyetinin belirtisi midir? Acaba, en küçük bir olayda birbirini boğazlama noktasına gelmiş bir toplum nasıl bir toplumdur? Acaba, ‘gebe kadın sokakta dolaşmaz’, ‘babaya kızı helâldır’, ‘kadın kahkaha atmaz’ nasıl bir sosyal durumun ifadesidir? 200 bin çocuk gelin, sonu gelmez imam nikâhlı çocuk gelin, Ensar Vakfı olayındaki resmî tutum, kadın cinayetleri, nasıl bir sosyal yapının ifadesidir, dışa vurumudur? Acaba yolsuzluklar karşısında fetva çıkartmak, fabrikalarda güvenlik önlemi almak Allah’a karşı gelmektir, demek, bunu cuma hutbesi hâline getirmek, nasıl bir bakışın ifadesidir?
Bunları acaba bir araştırmacı, tek tek olaylar olarak alıp bir liste yapsa, sadece yorumsuz haber gibi birer paragraf açıklama ile alt alta dizse, gerçekten bizi de hayrete düşürecek bir tablo ortaya çıkmış olur mu? Belki de herkes, olup bitene aşırı alışmıştır da, artık hiçbir anormalite kimseyi şaşırtmıyordur.
Peki ya ekonomi? İşte bizim aslında konumuz da bu. Başlık da bunu gösteriyor. Kelimenin gerçek anlamı ile, ekonomi biliminin açıklayamacağı kadar ilgi çekici bir ekonomik durum var.
Başbakan’ın, eski Başbakan’ın hayali, ülkesini pazarlamak, onu bir anonim şirket gibi yönetmek ve rant üretmektir. Aslında bu hayal, belki de gençliğinde hep limited şirketlere ortak olup da, Ülker gibi büyük bir firmayı yönetme hayali kurmaktan geliyordur. Hayal bu. Ne yaparsın ki, şirketin ceo’su olmadı da, geldi ülkenin başbakanı oldu. Ama hayal hayaldir ve mutlaka gerçekleşecektir.
Yine de bu hayal, çok tehlikelidir. Mesela bizim için şöyle bir tehlikesi var, rant üretmeyi görev edinen bir siyasal iktidar oldu mu, nerede bir yeşil varsa, oraya AVM kondurmak, dikine inşaatlar dikmek, arsa avcılığı yapmak, tüm inşaat şirketlerini denetimine almak, büyük para getirecek büyük ihaleler geliştirmek kaçınılmaz oluyor. Bu rant üretme görevi, halk için şehirlerin yok edilmesi, yaşam alanlarının yok edilmesi, günlük yaşamda kargaşa, ciddi bir fakirleşme demektir. Bu konuda ne burjuvaların, ne de devlet çarkının hiç rahatsız olacağını sanmıyoruz, zaten olmuyorlar da. Hep beraber rant üretmenin ne demek olduğunu Soma’da ve Torunlar inşaat olayında gördük. Başkaları da sıralanabilir elbette. Kısacası bunu biliyoruz.
Ama ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek denildi mi, bu sefer bu, burjuvaları ilgilendiren bir konudur. Uzan vakasında olduğu gibi siyasete soyunan bir burjuvanın sonunun nasıl geleceğini ya da Fethullah Gülen şirketlerinde olduğu gibi “inlerine” nasıl girileceğini görmek, burjuvalar için ülkenin bir AŞ olarak yönetilmesi meselesini de “ilginç” hâle getirmiş olmalıdır.
Zarrab, acaba istisna mıdır?
Tüm inşaat sektörünün, başkanlık sistemine uygun tarzda organize edilmesi acaba, burjuvaların midelerini ağızlarına mı getirmektedir?
Tüm bunlara, uzun dönemde, başkanlık sistemine uygun bir ekonomik organizasyon diyebilir miyiz? Sarayın ekonomi danışmanları, acaba boş zamanlarında, Burhan Kuzu’nun anayasa üzerinde çalıştığı kadar, ekonomi üzerinde çalışmakta mıdırlar? Öyle Saray danışmanlığı yan gelip yatma yeri değildir. Ekonomi yönetiminin diyanet işleri kadar ya da harem yönetimi kadar aktif olması gerekmez mi? Ya da şöyle soralım; haremin yönetiminin danışmanı olarak Ahmet Hakan’ın devreye girmesi, Doğan Holding’i ekonomik olarak kurtarır mı?
Konut meselesini ele alalım. Bunca konut fazlası var iken, konut fiyatlarının düşmemesini ne açıklar? Acaba, devletin TOKİ eli ile bizzat arsa sahibi pozisyonuna geçip, müteahhitlere arsa pazarlaması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor, yoksa, Arap sermayesinin İstanbul’da sürekli mülk ediniyor olması mı konut fiyatlarını düşürmüyor ya da yoksa, bizzat Muktedir’in inşaat firmalarına ortak olması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor? Buyurun size bir ekonomik soru ve gelin de bunu açıklayın.
Acaba faiz oranlarını düşürme isteğinin arkasında ne var? Bir, nasılsa faizler düşse de, bizden yabancı sermaye kaçmaz, kaçandan çok Arap sermayesi içeri gelir düşüncesi mi? Yoksa, endüstriyel yatırım yapmak için, düşük kâr oranlı alanlarda fabrika kuruluşunu teşvik edebilmek için mi faiz oranları düşsün isteniyor, eğer bu doğru ise, neden devlet eli ile fabrika kuruluşu ve doğrudan yatırımlara teşvik verilmiyor ya da ucuz krediler bu alanlara kaydırılmıyor? Yoksa faiz oranlarını düşürme isteği, bankaların konut kredi faizlerini aşağıya çekebilmesine olanak vermek için mi isteniyor?
Hem halkın tasarruf eğilimi azalıyor. Çünkü gelir düşüyor. Hem halkta konut kredisi, kredi kartı borcu, bireysel kredi borcu yolu ile gırtlağına kadar borçlanma hâli var. Yani, pek çok kişi, milyonlarca aile, gelecek bir yıllık gelirlerini çoktan harcamış bulunuyorlar. Bu borçlanma hâlinin, “ekonomik istikrar için AK Parti’ye oy verme” durumuna yol açtığı da söylenmektedir. Öte yandan işsizlik artmaktadır. TÜİK sürekli olarak işsizlik tanımını vb. değiştirerek işsizlik rakamları ile oymaktadır. Buna rağmen işsizlik artmaktadır. İhracatta da düşme var. Bu durumda ekonomi nasıl büyüyor? Acaba, örtülü ödenek, acaba büyük rantlar anlamına gelen projeler ekonomiyi ayakta mı tutmaktadır?
Borsa, son derece hassas bir barometre olarak iş görmekten çıktı mı? Çıkmadı ise, borsada düşme olmamasını nasıl yorumlamak gerekir? Dünya çapında var olan kriz nedeni ile, Türkiye borsası cazip midir, bundan mı düşmüyor? Yoksa, ülkeye bir kayıt dışı sermaye girişi mi var? Eğer varsa bu sermaye, kan banyosu yapmaya hevesli mafya grupları ile bağlantılı mıdır? O kadar küçük değil ise, acaba daha büyük çaplı karapara aklama operasyonları mı söz konusudur?
Bizim ekonomistlerimiz biraz şair ruhlu olabilselerdi, durumu açıklayabilecek kelimeler bulur, uygun cümlelerle halka anlatabilirlerdi. Ama onlarda da kabahat yok, borsa ekonomisi şairlerimizin ruhlarını söküp alırken, onların artık şair ruhlu olmaları da mümkün değil. Bu durumda da açıklama bulmaları zor elbette.
Osmanlı’nın gaza savaşı biliniyor. Gaza savaşı, ganimet paylaşımını da düzenleyen bir tarzdır. Ganimet, yeni yerler fethetme güdüsünü besliyor. Ama her şey çelişkisini içinde taşır. Gaza savaşı da öyledir. ganimet elde etmek için yeni yerler fethetmek, bunu sürekli yapmak gerekir. Ama gelgelelim, Osmanlı, Viyana’ya yöneldiğinde, oraya varmak ayları alıyor, bahar kışa evriliyor, mevsimler değişiyor. Ordu eli boş dönmeye başlayınca, ganimetin yerini yağma alıyor, kendi topraklarına yöneliyor. Kendi topraklarına yönelince, cepheyi de kendi içine taşıyor demektir.
Ülkemizde burjuva sınıf ciddi bir hırsızlık üzerine yükseliyor. Sadece işçilerin emeğine el konmuyor, o zaten her kapitalist ülkede var. Burada ayrıca, devlet olanakları ve halkın vergileri yağmalanıyor. Ve bugün bu yağma farklı bir evreye dönüşmüştür. Hırsızlık, sistemin ana ekonomik faaliyeti hâline gelmiştir. Rant yaratma bu değilse nedir? Şimdi bunun üzerine anonim şirket gibi ülke ekonomisinin yönetilmesi devreye giriyor. Gerçekten de bunun fiili Başkanlık sistemi ile birleşimi, ilginç oluyor, olacak.
Her şeyin yeşil dolarlara endekslendiği bir sosyal ve siyasal kültürde bugün için ekonomi tıkırındadır. O kadar ki, hiçbir ekonomiste ihtiyaç yoktur.