Elbette, onların “kimliği ve kişiliğine” şekil veren de budur. Normal bir kapitalist gelişmede, burjuvazi, feodalizmin bağrında, daha genellersek, kapitalizm öncesi toplumların bağrında gelişir ve giderek, devleti de kontrolüne alır. Oysa ülkemizde, devlet eli ile ve uluslararası şirketlerin agentaları olarak burjuvazi gelişmiştir. 1910’lardan başlayarak, daha çok Ermeni ve Rum burjuvaların elindeki servetler yağmalanmış, bu yolla semirmeye başlanan ve devlete yakın olan kesimler, devlet olanakları ile güçlendirilmiş ve aynı zamanda uluslararası sermaye ile bağları kurulmuştur. Daha çok ticaret alanında gelişen burjuva kesimler, devlet tarafından kurulmuş sanayi dallarını, zamanla, bir kere daha yağmalamıştır.
En başından beri, tekelci kapitalizmin özelliklerine uygun olarak, öyle uzun bir serbest rekabet vb süreci yaşamadan gelişmişlerdir. Bütün parça ilişkisine uygundur. Parçanın tüm özgünlüklerine rağmen, bütün, parçaya damgasını basar. Kapitalistleşmesi geç başlayan, katliam ve savaşla içerdeki sermaye birikimine sahip olanları kovalayan Türkiye kapitalizmi, dünya kapitalist sisteminin tekelci aşamasında gelişmeye başlamıştır. Böyle olunca, dünya kapitalist sisteminde egemen olan tekelci ilişki biçimi, burada da kendini en başından ortaya koymuştur.
Türkiye burjuvazisi, uluslararası sermayenin genel anlamda bir parçası değil, ona bağlı, onun bir ajanı olarak gelişmiş, şekillenmiştir. Bu nedenledir ki, Koç’lar, Sabancılar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar, Doğanlar vb, her zaman uluslalarası sermayeyi devreye sokarak, devletle ilişkilerindeki sorunları çözmeye çalışmışlardır.
1960 sonrası, daha çok da 1970’lerde, tekelci sermaye, kendi ağırlığını, en çok da TÜSİAD aracılığı ile siyasal alanda hissetirmiştir. TİSK ve TÜSİAD, burjuvazinin, tekellerin, devlet üzerindeki ağırlığını açıkça ortaya koymuşlardır. Ama burada da uluslararası sermayenin çıkarları ile asla çelişmeyecek bir tarzda yol almışlardır.
Ancak, son yıllarda, Erdoğan iktidarı döneminde, süreç bir epeyce değişmeye başlamıştır.
Dünya çapında emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı yeni bir durum yaratmıştır. Komünizme karşı NATO’nun ileri karakolu, AB ve ABD’nin ortaklaşa sömürgesi olan Türkiye, bu paylaşım savaşı başlayınca, politik ve askeri olarak bağımlı olduğu ABD’nin mi, yoksa ekonomik olarak bağımlı olduğu Avrupa’nın mı sömürgesi olarak devam edecek sorusu ile karşı karşıya kaldı. (Elbette, bunlar burjuvazinin seçenekleridir. Halkların, bağımsızlık, özgürlük, halkların ortaklaşa vatanı olmak seçeneği vardır. Halkların sosyalizm seçeneği vardır.)
AK Parti ve Erdoğan projesi, dönemin Washington yetkililerince pişirilirken, (Richard Perle ve G. Fuller’in bu konuda epey rol aldığını anlayabiliyoruz), elbette, Türkiye burjuvaları, tekeller, Koçlar, Sabancılar, Doğanlar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar vb, bu projeye, aldıkları emirlere de uygun olarak evet dediler. Bir süre, bu tekellerin karlarına karlar katıldı. Özelleştirmelerden en büyük payları aldılar vb.
Ancak, bu süre içinde, hem AB ve ABD arasındaki çatışma giderek tırmandı, hem de paylaşım savaşımı, daha da şiddetlendi. Ve yüzdeci Erdoğan, sadece kendi kesesini doldurmakla kalmadı, bir yeni zengin kesime de devlet yağmasından paylar aktarmaya başladı. Ve bu süreç sürekli böyle ilerledi.
Tekeller, önce bu durumdan rahatsızlıklarını, AB ve ABD yetkililerine vb aktardılar. Karekterlerine uygun olan da budur. Sonra, zaman zaman ses vermeye başladılar. Ama ABD, Erdoğan’a ihtiyaç duymakta idi ve bu durumda tekellerin payına düşen “sabır” oldu. Önce Uzanlar’a uzandılar ve doğrusu, bu durum, sözü geçen büyük tekeller için de olumsuz sayılmazdı, Uzan’ı rahatlıkla kurban verdiler. Ardından Karamehmet’e sıra geldi. Yapı Kredi’yi Koç “ham” ederek, Uzanların ardından Karamehmetlere de yol verdiler.
Bu arada başka burjuvalara, yeni elit kesimlere de sermaye akmaya başladı. Devlet olanakları, bu kez, farklı bir kesim için sınırsızca kullanılmaya başlandı. İnşaat alanında, enerjide, eğitim alanında, kısacası yeni gelişen alanlarda, Erdoğan’cı bir kesim, Gülenci bir kesim birlikte yükseldiler. Örnek olsun, Doğa Kolejleri, eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile Fethi Şimşek tarafından kuruldu. Hüseyin Çelik, acaba, devlet olanaklarının üzerine, AB’den gelen eğitime destek fonlarını da Doğa Kolejlerine aktarmamış mıdır? Şimdi, Doğa Koleji, arkasında Erdoğan’ın oğlunun olduğu Salçaklıoğlu ailesince alınmıştır. İnşaat alanından, ulaştırmanın Binalili halinden, enerjiden vb çok sayıda örnek zaten biliniyor.
Tekeller, bu duruma seslerini çıkardıkça, Doğan Holding’in yayın grubu ile çatışma gündeme geldi. Aslında TÜSİAD, hem sütçü başkanının kellesini verdi, hem de Aydın Doğan’ın medyasının biat etmesine izin verdi.
Bu TÜSİAD’in biat sürecidir. 7 Haziran darbesi ile bu süreç netleşmiştir. Halklara, Kürtler en başta, tüm halklara, işçi ve emekçilere, devrimcilere, barış yanlılarına, muhaliflere karşı savaş şemsiyesi altında birleşen egemen güçler, kendi “biat” etmelerine de bir biçim bulmuş oldular.
Suriye savaşında ABD ile beraber Türkiye de kaybedince, TÜSİAD, artık karşı çıkışlarını azaltıp, hasarsız bu dönemi atlatmak duaları ile, biat dansına başlamıştır.
Bu süreç, 15 Temmuz darbe süreci ile daha da netleşmiştir. Tüm tekeller, tek tek biat ettiklerini ilan etmeye başlamışlardır. İkiyüzlüce burjuvalar, evlerinde “Tanrım, Erdoğan bizim kaderimiz mi” diye yakınırlarken, sokakta, doğrudan Erdoğan’a biat etmektedirler. Erdoğan’ın gazabından kurtulmak için, Lütfi Kırdar’da heykeli saldırıya uğrayan sanatçının, kendi heykeline savaş açması gibi, heykeli satın aldığı söylenen CMYLMZ’ın yok öyle şey demeyi ilk cümle yapması gibi, TÜSİAD’da, hemen bazı roller üstlenmeye girişmiştir. Koç, Sabancı ve Doğan aileleri, dünyaya “islamfobi” konusunda düştükleri yanlışı anlatmaya başladılar.
1970’lerde Ecevit hükümetlerine karşı kampanyalar açan TÜSİAD’in devlet üzerindeki eli, bu kez, Erdoğan’a şerbet sunan bir tepsi halini almıştır.
Sermaye her zaman ve dünyanın her yerinde korkaktır. Ama Türkiye burjuvazisi, yağma geleneği ve devlet semirmesi olduğu için, uluslararası sermayeden net bir ışık görmedikçe, parmağını bile kaldırmamaktadır.
Tüm burjuva basın, doğrudan Erdoğan’ın dileklerine uygun olarak şekillenmektedir. Tek bir aykırı ses, bir “sublimal” mesaj, iyi hesaplanmamış tek bir kelime, hemen vergi cezaları ile cezalandırılmaktadır.
Erdoğan, 7 Haziran’a kadar maliyeyi, sonrasında ise, hem polisi ve hem de maliyeyi devreye sokmaktadır. Burjuvalar, artık biliyorlar ki, her gün “biat” kültürünün yeni şaheser örneklerini sunmadan, karlarına kar katmaları mümkün değil. Ve tersine, bunu sundukça, en azından bugün, kendilerine dokunulmamaktadır.
Fıkra şöyledir, Tilki yanında ailesi ile hızla koşmaktadır. Kablumbağa Tilkiyi görmüş, “hayrola tilki kardeş bu telaş ne”. “Sorma” demiş Tilki “ devlet ormana gelmiş, eee biz de de kürk var şu var bu var, vergisini nasıl veririz, vermezsek bunlar kürkümüzü alırlar ve biz ölürüz”. koşmaya devam etmiş. Kablumbağa düşünmüş, ailesini toplamış o da koşmaya başlamış. Yolda Leylek görmüş onları. “Hayrola kamlumbağa kardeş bu acele ne, tilkiyi de az önce gördüm, seslendim duymadı bile”. Kaplumbağa, “ormana devlet gelmiş, tilkinin kürkü var, vergisi çokmuş, bizde de baksana, sırtımızda ev, hem her birimizin sırtında bir tane, ev vergisi kim bilir nedir” demiş ve koşmaya devam etmiş. Leylekler de hemen koşmaya başlamışlar. Onları yolda Maymun görmüş, “hayrola Leylek kardeş, önde tilkiler, ardında kaplumbağalar, şimdide siz böyle nereye koşuyorsunuz” diye sormuş. Leylekler hiç durmadan, “ah ah, ormana devlet gelmiş, tilkide kürk, kamplumbağanın sırtında ev, bizde hem kışlık hem yazlık yerler, kaçıyoruz işte, aklın varsa sende kaç” demiş. Maymun da koşmaya başlamış. Bir kaç adım atmış ve sonra durmuş, oturmuş: “ben niye koşayım ki, alta dal, dalın üstünde yatarım, üste gökyüzü, ayak çıplak kıç çıplak, bana ne devletten”
Aslında Tekellerin biatının nedeni açık. Kendilerine dokunulmaması karşılığında, karlarına kar katmalarına izin verildiği sürece, bu dönemin kazasız belasız geçmesi için sabır duası etmektedirler.
Halkların durumu, fıkradaki maymuna benzer. Halkı korkutmak için maliye işe yaramaz. Doğan medyayı esir almak için maliye yeterlidir. Ama halk için bu işlemez.
İşte halk için işleyecek olan şey, esaret koşullarıdır.
Devlet, egemenlerin bu zorunlu birlikteliği ile birlikte, halkları, işçi ve emekçileri tümden esir almak istemektedir.
İlkin, tüm basın kontrol altına alınmak isteniyor. Tek bir ses çıkacak. Çok kanal ama tek bir ses. Hepsi, aynı şeyi verecek, hepsi, aynı haberleri verecek, hepsi, aynı yorumları yapacak. Bir dirhem yana, sağa sola vuran olursa, Bayraktar’a raporlanacak ve gereği yapılacak. Artık, tartışma programlarının moderatorleri, soru sorarken, “benim sorum değil, seyircilerden geliyor” diyor. Acaba, mesela Şirin Payzın, “ben demek istemiyorum, böyle diyen seyirciler olursa” vurguları ile, işini koruyabilecek mi? Acaba, dansözleri aratır kıvraklıklar edinen Ahmet Hakan, onurunun üzerine işini de mi kaybedecek?
Cumhuriyet gazetesine dönük operasyon, aslında bu durumun ifadesidir. Cumhuriyet, hiç bir biçimde burjuva anlamda muhalefeti aşan bir tek şey yapmamıştır. Haber yapmak artık suçtur. Savaş bölgelerinden, Kürdistan’dan haber yapanların açıkça öldürüldüğünü, hapsedildiğini biliyoruz. Ama Cumhuriyet’e dönük operasyon, “tek aykırı ses istemiyoruz”un ilanıdır.
Halkı esir almaının bir aracı basının tam kontrolüdür. Tek sesli Erdoğan korosu yaratılmaktadır. 12 Eylül, yurttan sesler korosu yerine, Hasan Mutlucan’ı koymuştu. Erdoğan Darbesi, tek sesli Saray korosunu piyasaya sunmuştur.
Basın, büyük bir şiddetle, devlet terörünü, halkı korkutmak için kullanmaktadır. İktidarda var olan korku, halka bulaştırılmaya çalışılmaktadır. İktidarda kaybolmuş olan gerçeklik algısı, halkın da gerçeklikle bağının koparılması için büyük yalan kampanyaları ile tamamlanmaktadır.
Basın, doğrudan devlet eli ile yalanlar söylemektedir. Basın adeta yalanlar ve “yorumlar” için yarışmaktadır. Bugün Reis’in sözlerinden ve davranışlarının en iyi sonucu kim çıkaracak, yarışması, köşe yazarlığının ana temasıdır.
Saray’a bağlı bir basın merkezi vardır ve bu basın merkezi, kendisinden geçmeyen tek bir habere bile tahammül etmemektedir. Haberlerin veriliş şekli, noktasına kadar birbirine benzemektedir. Bu yolla, gerçek dışı bir algı oluşturulmak istenmektedir.
Bir nevi karanlıktır bu.
Bunun ötesinde, parlamento devre dışıdır. Kaptılmış olmaktan daha kötü durumdadır. Siyasi partilerden AK Parti yoktur, MHP yoktur, CHP yok hükmündedir ve HDP’ye karşı azgınca bir saldırı yürütülmektedir.
Ve böylece, olmayan partilerin figürlerinden oluşan “milli birlik” görüntüsü verilmek istenmektedir. Yenikapı ruhu, Genelkurmay başkanı, Cüppeli Ahmet hoca, Mehmet Ağar, sandelyeye iliştirilmiş Bahçeli ve Kılıçdaroğlu görüntüsüdür. Bir reklam ve promosyon çalışması olarak yenikapı ruhu, ömrünü çabuk tüketse de, aslında, “muhalefet yoktur ey halkım” demek için organize edilmiştir.
15 Temmuz darbesinin, seri darbelerle devam ettirilerek, tüm muhalif güçlerin ezilmesi, susturulması istenmektedir. Muktedirin gücünün üstünde güç olmaz, Reis’in sesinin üstünde ses olmaz. Yeni milli marş böyle bestelenecektir. Muhtemelen joleli, bunun için çalışmaktadır. Zira, “muktedirin gücünün üstünde güç, Reis’in sesinin üstünde ses yoktur” bestekarını, en iyi joleli iktisatçılar bulabilir. Bu öyle sanıldığı gibi, kendinden menkul bestekarların işi değildir. Bir proje olmalıdır ve joleliye yakışır.
Bu milli birlik ruhu görüntüsü, etkisi kısa sürse de, ömrü uzun olmayan bir ruh olsa da, halkın esir alınmasında ikinci unsurdur.
Üçüncüsü, şiddettir. Devlet, yoğun bir terör estirerek, herkesi sindirmek istemektedir. Bunun için, peşpeşe saldırılar gelmektedir. 7 Haziran’dan bu yana olanlara bakmak yeterlidir. Suruç, Diyarbakır mitinginin bombalanması, Kürt il ve ilçelerinin ablukaya alınıp katliam saldırılarının yapılması, Ankara Gar saldırısı, öğretim üyelerine saldırılar, seçilmiş belediyelere kayyum atanması, rektörlük seçimlerinin kaldırılması, liselere dönük saldırılar, Diyarbakır Belediye Eş Başkanlarının tutuklanması ve kayyum atanması, Cumhuriyet gazetesine baskın, HDP milletvekillerinin baskınla tutuklanması vb.
Devlet, büyük bir terör dalgası ortaya koymuştur.
15 Temmuz darbesinin ardından Erdoğan’ın “ bu allahın bir lütfüdür” demesi bugün çok daha açık ve anlaşılırdır.
Sedat Peker’in Rize’de miting yapıp, oluk oluk kan çağrıları yapmasının anlamı, bugün çok daha net ve anlaşılırdır.
İşte bu üç araçla, esas olarak da yoğun ve tek ses basın aracılığı ile yaratılan karanlık birincisi, baskı ve terör ikincisi olmak iki temel araçla, halk esir alınmak istenmektedir.
Esir toplum projesidir bu.
Yine de fıkraya dönmeliyiz. Halkın durumu maymununkine benzer, dalın üzerine yatar, üzerinde battaniyesi dahi yoktur, kıç açık, ayak çıplaktır. Yani kaybedecek şeyi azdır. Bunca ölüm, bunca tehtid, bunca aşağılanma, bunca yaşam hakkına müdahaleden sonra kaybedecek neyi kaldığı yerinde bir sorudur.
Elbette halkta bir korku, bir şaşkınlık, bir sersemleme vardır. Elbette kitlelerde bir geri çekilme, tepkilerini geri çekme süreci vardır. Ama bu bir biat değildir. Bu esir düşmedir. Ve bu esaretin ana nedeni, örgütsüzlüktür. Bu kandırılma, bu uyutulma sürecinin ana dayanağı, halkın, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür.
Yenilmesi gereken de budur.
Hiç bir karanlık sonsuz değildir.
Hiç bir yalan, gerçekten daha etkili değildir.
Hiç bir şiddet bilinçten daha güçlü değildir.
Hiç bir egemenlik, şiddet ve yalan üzerine uzun süre oturamaz.
Bir halkı, sürekli kandırmak, sürekli korkutmak, sürekli esir almak mümkün değildir.