Karl Marx’ın, “Avrupa halkları! Bağımsızlık ve özgürlük için nasıl savaşılacağını kahraman dağlılardan öğreniniz. Onlar bu ilkelerin en belirli, en saygıdeğer temsilcileridir. Çerkesya haritada bağımsız bir ülke olarak görünmektedir. Hiçbir şey, parlamentodaki oylamalar bile tarihin akışını ve haklının sesinin kısılmasına yetmeyecektir. Çerkesya’nın Rusya’ya ait olmadığı gerçeği, o savaşçıların silahlarıyla kanıtlanacaktır,” diye tanımladığı bir halktır onlar…
Ve onlar için 21 Mayıs; Karadeniz’i daha karartan tarihtir; Karadeniz’in toplu mezara dönüştüğü günün simgesidir.
Çerkesler 1864’te sona eren Rus-Kafkas Savaşı ile birlikte insanlık tarihinin en trajik sürgünlerinden birini yaşadı. Nüfusun yüzde 70’i yurtlarından edildi. Onbinlercesi sürgün yollarında can verdi. Sağ kalanlar, dönemin Osmanlı topraklarına dağıtıldı. Bu trajik sürgün, Tuapse, Soçi ve Sohum gibi liman kentlerine toplanan yüzbinlerin gemilerle Varna, Samsun, Sinop, Trabzon gibi Osmanlı liman kentlerine nakledilmesi, oradan da Osmanlı topraklarına (Anadolu’ya, Ortadoğu’ya ve Balkanlar’a) dağıtılması ile sonuçlandı. Onbinlerce kişi yollarda açlıktan, hastalıktan ve soğuktan can verdi.[2]
Bilmem duydunuz mu, bilir misiniz? Öldüğünü anlayıp da Karadeniz’e atılmasınlar diye, anneler ölü çocuklarına durmadan -yaşıyormuşcasına!- ninni söylermiş!
Sürgünlerin binlercesi zor şartlarda yollarda, denizde öldü. Osmanlı topraklarına ulaşanların da binlercesi hastalık ve açlıktan kaybedildi. Göç edenlerin büyük kısmı deniz yolu ile gelmeye çalıştı. Yolcuların büyük kısmı hastalıktan kırıldı, bir kısmının bindirildiği gemiler Karadeniz’in dalgalarına dayanamayarak battı. Ölüm korkusu ile ne buldularsa binmeye çalıştılar. Yollarda bir kısım hasta ve zayıf yolcular, çocuklar, ihtiyarlar taşıyıcı gemi sahipleri tarafından denize atıldı.[3]
Bu Çerkesleri tarihi toprakları Çerkesya’dan çıkarıp, atmak üzere uygulamaya konan soykırım politikasının bir ürünüydü. 80 yıl süren savaşlardan sonra nihayet Rusya’nın galibiyeti ile sonlanmıştı. 21 Mayıs 1864’te son Çerkeslerin de gözyaşlarıyla ayrıldığı vatan topraklarında artık sadece yanmış, yıkılmış köyler ve gömülmesine bile izin verilmeyen cesetler kalmıştı.
Çarlık Rusyası’nın Çerkesya’ya karşı başlattığı sürgün ve soykırım harekâtında sonun başlangıcı 1862’ydi. Hedef; “Ya itaat, ya imha”ydı. Yaklaşık 1700’lere uzanan savaşlar boyunca teslim alamadıkları Çerkeslere uygulanan baskı ve şiddet politikaları bizzat Rus generallerin ağzından itiraf ediliyordu. Uygulanan kırım politikası; en ateşli savunucularından ve dönemin ünlü komutanlarından General Fadeyev’in, 1865’de yazdığı ‘Kafkasya Mektupları’nda kayıtlara şöyle geçiyordu: ‘Açık cinayetler, öldürme olaylarından tutun da hakaretler, aşağılamalar ve toprakların gaspına kadar, Çerkeslere her türlü eziyet ediliyor, baskı ve mezalim yapılıyordu.’
Rusya, Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu üçgeninde Kafkas tarihinin en büyük insanlık suçuydu Çerkes Soykırımı…
Tarihi belgelere göre, Kafkasya Danışma Kurulu’nca hazırlanan ve 10 Mayıs 1862’de Çar I. Nikola tarafından imzalanan kararname ile Çerkesler için sonun başlangıcı da yürürlüğe giriyordu.
Bu tarihten iki yıl sonra, 1864’te Konsolos Dickson’ın Sohumkale’den dönemin İngiltere Başbakanı Earl Russell’a yazdığı raporda şu ifadeler kullanılıyordu:
“Rus birlikleri kıyıda toprak kazandıkça işgal edilen yerlerde bulunan yerli halkın hiçbir şekilde orada kalmalarına izin verilmemekte, yerli halk ya Kuban ovalarına ya da Türkiye’ye göç etmeye zorlanmaktadır.
Yaşadıkları topraklar, ateş ve kılıçla harabeye çevrildikten sonra Kuban steplerine nakledilmeyi ve böylece işgalcilere düzenli asker kaynağı hâline gelmeyi reddeden dağlıların önünde Türkiye’ye göç etmek dışında bir seçenek kalmamıştır.”[4]
Evet Çerkeslerin “Kara Günü”dür; 1915 veya Holokost neyse, 21 Mayıs 1864 de odur.
Dünya tarihindeki insanlık dramlarından biridir; en büyük sürgün ve soykırımlardan birinin simgesidir; tarihteki kara lekelerdendir; zalimliğe tepkinin ve öfkeyle gözyaşı dökmenin günüdür.[5]
21 Mayıs 1864 tarihi Çerkeslerin “Yas Günü” olarak kabul edilirken; “Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış kemikler vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafatasını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini islemem,” sözleri 1894 yılındaki Çerkes Sürgünü’nden 65 yıl sonra bölgeye giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’nın Şapsığ bölgesinde karşılaştığı sürgünün tanığı 91 yaşındaki bir Çerkes’e aittir![6]
Evet 21 Mayıs yas tutulacak bir tarih olmakla birlikte, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzan asimilasyon politikasının hatırlandığı gün de olmalıdır!
DİRENİŞ, MÜCADELE TARİH(LER)İ
Kafkasya coğrafyasının otonom halklarından Çerkeslerin, tarihinin M.Ö. 8000’li yıllardan daha da eski olduğu, yeni kazılarla bilinir hâle geldi.
Tarih boyunca büyük güçlerin siyasi ve askeri didişme alanı olan Kafkasya coğrafyası, Hunlar, Moğollar, Türkler ve Ruslar gibi büyük askerileşmiş toplumların yer değiştirmelerinin geçiş alanı olurken; komşu halkların güçlenmesine bağlı olarak, yayılma alanları açısından iştah kabartıcıydı da. Tatar Hanlığı, Çarlık Rusyası gibi…[7]
Genelde Kabardey,[8] Abzekh, Bjedug, Şapsığ, Besleney, Hatukhoay, Cemguy gibi boylardan oluşan Adigelerin M.Ö. VI. yüzyıldan bu yana, Azak Denizi’ni Karadeniz’e bağlayan Kırım Boğazı’ndan Gürcistan’a kadar uzanan ve Kafkasya diye anılan bölgenin kıyı şeridinde yaşadıkları kabul edilir.[9]
- yüzyıldan sonra Hıristiyanlıkla tanışan Adigelerin bir bölümü, VIII. yüzyılda Bizans’tan kaçan yaklaşık 20 bin Yahudi’nin Kafkasya’ya yerleşmesi ve Türk kökenli Musevi Hazar Krallığı’yla kurulan ilişkiler sonucu Museviliği seçmişti. Çerkesler ve Abazaların İslâmiyet’le tanışması XVIII. yüzyıl gibi geç bir tarihte oldu. Çerkesler Hanefî mezhebine girerken, Dağıstan ve Çeçen-İnguş bölgesinde ise daha önceki yüzyıllardan itibaren Şafiîlik yayılmaya başlamıştı.
Taman Yarımadası’ndan Soçi’ye kadar uzanan Çerkesya, 1479’dan 1810 Rus istilasına kadar görünüşte Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz alanındaydı ama aslında her zaman hür olmayı başarmıştı. Yine de 1787-1792, 1806-1812 ve 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakılmıştı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont Paskeviç’e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğunu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek”ti.
1837-1839 kesitinde Kuban nehri ve kolları boyunca kale ve karakollar inşa edildikten sonra Batı Adigelerinin dış dünya ile irtibatı kesildi. Bu nedenle 1839 kıtlığında bölge halkları büyük zarar gördü. 1840’larda baltalı Rus askerleri dağlıların bütün bahçe ve bağlarını yok etti.
Çerkesler, 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında topraklarını kaptırmamak için Osmanlılardan ve İngilizlerden yardım almaya çalışınca Rusya’nın tepkisi iyice sertleşti. 1857 yılının kışında Adagum Rus birliği Natukhay ağıllarını yakıp yıktı, dağlıların mallarını ve hayvanlarını yağmaladı. Köyler harabeye çevrildi, binlerce “dağlı” esir edildi.
6 Eylül 1859’da Doğu Kafkasya’da (Dağıstan-Çeçen-İnguş bölgesinde) efsanevi siyasi ve dini lider Şeyh Şamil’in esir alınmasından sonra Rusya bütün dikkatini Adige, Abaza ve Ubıhlara çevirdi. (Moskova civarındaki Kaluga’ya sürülen Şeyh Şamil, Rusların izniyle 1870’te hacca giderken İstanbul’a uğrayacak, bir yıl sonra Arabistan’da vefat edecekti.)
İlk adım General Melikov’un 1860’da İstanbul’a gönderilmesiydi. Abdülmecid’le yapılan anlaşma sonucunda Müslüman Kafkasyalıların küçük grup ve partiler hâlinde Osmanlı topraklarına göç etmelerine ilişkin mutabakat belgesi imzalandı. Bu anlaşma, ileriki yıllarda, Çerkeslerin ülkelerinden Rusya’nın zorlamasıyla değil gönüllü olarak ayrıldıkları yönündeki Rus tezine dayanak yapılacaktı. (Kemal Karpat’a göre bu anlaşma sadece 40-50 bin kişiyi kapsıyordu. Hâlbuki çeşitli kaynaklara gore 1858’den 1866’ya kadar 500 bin ila 2 milyon arasında mülteci Osmanlı topraklarına sığınacaktı. Bunların üçte biri Kırım Hanlığından, üçte ikisi Kafkasya’dandı.)
1861’de ikinci adım atıldı. Çar II. Aleksander Çerkesya’ya geldi ve Çerkeslere iki seçenek sundu: Ya silahlarını bırakarak Kuban Nehri’nin sol kıyısındaki bataklık Don bölgesine yerleşeceklerdi ya da Osmanlı topraklarına sürgün edileceklerdi. Onlardan boşalan yerlere de Ruslar ve Kazaklar iskân edileceklerdi. Çar’ın Çerkes toplumsal sisteminde önemli yeri olan serfliği de kaldırmayı planladığını bilen Çerkeslerin buna cevabı bağımsız bir devlet kurduklarını ilan etmek oldu.
1862-1864 arasındaki kanlı Rus-Çerkes savaşlarından sonra Rus ordularının Mzımta nehri civarında nihai zaferi kazandığı 21 Mayıs 1864 günü bu kanlı süreci sembolize eden tarih olarak Çerkeslerin yüreğine ve beynine nakşedildi. 27 Temmuz 1864’te de Kafkasya Genel Valisi Mihail, “1567 yılında Çar VI. İvan’ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini” belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler iki yıl daha devam edecekti… Üstelik bu süreçte Rusların en büyük yardımcısı bazı Adige, Şapsığ, Abhaz komutanlar, toplum liderleri olacaktı… Üstelik Çerkeslerin yanında olan Kazaklar, Polonyalılar ve Ruslar da vardı…
Malvarlıklarının yükte ağır kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, “Dağlılar”ın kara yoluyla göçü yasaklanmıştı. Dolayısıyla sürgünler Karadeniz kıyılarına yöneldiler. Aç ve çıplak yığınlar başta Taman, Tuapse, Anapa, Novorossiysk, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum, limanları olmak üzere sayısız liman, iskele ve koyda kendilerini yeni yurtlarına götürecek tekneleri, gemileri bekliyorlardı. Bu bekleyiş bazen günler, bazen aylar bazen ise bir yıl sürecekti. Bu yüzden daha ilk aylardan itibaren kadınlar, çocuklar ve güçsüz olanlar, açlık, hastalık ve soğuktan kitlesel hâlde ölmeye başladılar.
Rejimin Kafkasya politikalarına hak veren Adolf Berje adlı Çarlık bürokratı bile şöyle yazacaktı: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu (…) Dinsel bağnazlık, Rusya’ya karşı nefret ve Osmanlı Cennetiyle ilgili vaatler milleti bu duruma getirmişti…”
Bir başka kaynaktan sürgünlerin zorlu yolculuğunu izleyelim: “Osmanlı gemicilerinin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere üç yüzden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu. 6 yüz kişiyle yola çıkan bir gemiden denizi aşıp sağ olarak karaya çıkabilenler yalnızca 370 kişiydi, Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp kayalara vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.”[10]
SOYKIRIMDAN SÜRGÜNE
Soykırımdan sürgüne benzer tanıklıklar bir hayli çoktur. İşte bunlardan kimileri…
TANIKLIKLAR[11] | |
Yüzbaşı Alexander Zyatov (1865) | “Çerkeslerin köyünü yaktık, hayvanlarını öldürdük, ekinlerinin üstünde atlarımızı sürdük. Çocuklarını acımasızca öldürdük. Ve Çar bize bu katliamları yaptık diye bu onur madalyasını verdi. Hangi onur? Hangi onurlu insan bunları yapar? Ben tanrıya beni affetmesi için her gün yalvarıyorum. Onlar vatanlarını savundular ve yiğit insanlardı. Biz ise insanlıktan çıkmış birer ucubeden farksızdık. Elimize esir düşen Çerkeslerle yan yana geldiğimizde sanki biz onların esiri gibi duruyorduk. Onlar ise dimdik vakur duruşlarından taviz vermiyorlardı. Tanrı beni affetsin…” |
Rus Edebiyatçı Lev Tolstoy | “Köylere gece karanlığında dalıvermek adet hâline gelmişti. Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiçbir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi…” |
Rus Edebiyatçı Alexandre Puşkin | “Çerkesler bizden nefret ediyor. Çünkü onları özgür yaylalarından attık, köylerini yaktık ve kabileleri toptan yok ettik…” |
Çar Naibi Prens Baryatinski | “Karadeniz’in kıyılarını bir Rus denizi ve toprağı hâline getirmek için dağlıları kıyıdan temizlemek zorundaydık. Dağlı Çerkeslere ulaşabilmemize engel olan Kuban ötesi halkların da tümüyle yerlerinden kaldırılması gerekiyordu…” |
Kafkasya Orduları Kurmay Başkanı Milyutin | “Dağlıları, zorla ve bizim istediğimiz yerlere göndermeliyiz. Gerekiyorsa Don yöresine sürmeliyiz. Bizim esas gayemiz Kafkas Dağlarının eteklerindeki bölgelere Rusları yerleştirmektir. Ancak bunu şimdiden dağlılara hissettirmeyelim…” |
Rus Tarihçi Y. D. Felisin | “Bu, gerçek ve acımasız bir savaştı. Yüzlerce Çerkes köyü ateşe verildi. Ekin ve bahçelerini imha için atlara çiğnettik, sonuçta bir harabeye dönüştü…” |
N. N. Rayevski | “Bizim Kafkasya’da yaptıklarımız, İspanyol’ların Amerika topraklarında yürüttükleri savaşların olumsuzluklarının aynısıydı. Dilerim ki, yüce tanrı Rus tarihinde kan izlerini bırakmasın…” |
Y. Abramov (Narodnik Rus gazetecinin ‘Kafkas Dağlıları’ kitabından) | “Dağlılar her türlü eşya ve emlaktan yoksun, sefil ve muhtaç hâlde Anapa ve Novorossiysk limanlarında bekliyorlardı… Yaklaşık yarım milyon insanı bu kadar kısa sürede taşıyabilecek gemi filosu düşünülemezdi.. Kimi dağlılar kendilerine sıra gelmesi için altı ay, hatta bir yıl beklemek zorunda kalıyorlardı. Aylarca kıyıda kalan bu insanlar adeta ölüme terk edilmişlerdi. Açık havada, kış soğuğunda, karda, yağmurda doğru dürüst yiyecek bulamayan, giysi ve parası olmayan binlerce insan ölüme mahkûmdu. Açlık ve hastalıklardan her gün yüzlerce dağlı yaşamını yitiriyordu.
Karadeniz’in kuzeydoğu kıyısı boydan boya cesetle doluydu, sayısız cenazeyi gömecek olanak bile yoktu. Hayatta kalmış diriler, ölüler arasında bekliyorlardı. Bu korkunç faciayı görenlerin anlattıkları insanın kanını donduruyor; ölmüş annelerinin göğüslerini emen sabi çocuklar, ölmüş çocuklarını kucağından ayıramayan anneler, soğuktan donmamak için adeta birbirine yapışmış ve donarak tepe gibi vahim bir görüntü oluşturan cesetler.’ “Dağlıların başına gelenleri anlatmaya sözcüklerin gücü yetmez. Binlercesi yollarda, binlercesi açlık ve sefaletten öldüler. Kıyılar ölü ve ölmek üzere olan insan doluydu. Annesinin soğumuş cesedinde süt arayan yavrular, donup öldüğü hâlde çocuğunu kucağından bırakmayan analar ve sırf ısınmak için sıkışarak yattıkları yerde birlikte donarak ölen gruplar, Karadeniz sahilinde olağan manzaralardı…” |
Dekabrist Lorer | “Alman kökenli general Zass, karargâhının yakınında, özel olarak yapılmış küçük bir tepenin üzerine, mızraklara geçirilmiş, sakalları rüzgârda uçuşan Çerkes kafaları dizmişti. Bu iğrenç tabloyu seyretmek üzüntü vericiydi… Bir gün Zass, davetlisi bir hanımın ricası üzerine düşman kafalarını kaldırmayı kabul etti. Generalin çalışma odasına girdiğimizde dayanılmaz, iğrenç bir kokuyla sarsıldım. Zass gülerek, yatağın altında kafaların konduğu sandıkların bulunduğunu söyleyerek şaşkınlığımızı giderdi ve camlaşmış gözleriyle korkunç şekilde bize bakan birkaç kafanın bulunduğu kocaman bir sandığı çekip çıkardı. ‘Onları neden burada tutuyorsunuz?’ diye sordum. ‘Onları kaynatıyorum, temizliyorum ve anatomi çalışmaları için Berlin’deki profesör dostlarıma gönderiyorum’ diye karşılık verdi…” |
Rus askeri I. Drozdov | “Oraya buraya dağılmış ve köpekler tarafından parçalanmış, yarı yenmiş, çocuk, kadın ve yaşlı cesetleri… Açlıktan ve hastalıktan tükenmiş, zayıflıktan bacaklarını zor kaldıran, bitkinlikten düşen ve aç köpeklere canlı canlı yem olan göçmenler. Bu ölçülerde ve böyle sefalete insanlık nadiren şahit olmuştur…” |
Fransız gazeteci A. Fonvill | “Gemicilerin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik gemiye 200-300 kişi alıyorlardı. Yanlarına aldıkları biraz su ve ekmek 5-6 günü aşınca tükeniyor, açlıktan salgın hastalıklara yakalanıyor, yolda ölüyor ve denize atılıyorlardı. 600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ kalabilmişti…” |
Polonyalı Albay Teofil Lapinski | “Göçmenlerin sorunu felakete dönüşüyor. Açlık ve hastalık had safhada. Trabzon’a gelen 100.000 kişi 70.000 kişiye indi. Samsun’a 70.000 kişi indi. Günlük ölü sayısı 500 kişidir. Trabzon’da bu sayı 400 kişidir. Gerede Kampı’nda 300 kişi, Akçakale ve Sarıdere’de günlük ölüm 120-150 kişi arasındadır. İtalyan Barazzi’nin raporlarında şu ibareler dikkat çekicidir: ‘İnsanlar, uzun süre bitkiler, bitki kökleri ve ekmek kırıntılarıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar’…” |
Tarihçi Koppel Pinson | “Karadeniz sahilinde Çerkeslerin ölüm oranı yüzde 50’ye yakındır. Sırf Trabzon’da 53.000 kişi öldü. Savaş artığı ‘yüzen mezarlar’ olan gemilerden kaç tanesinin battığı bilinmiyor. Kafkasya’dan Balkan’lara sürülen aile sayısı 70.000’dir. Edirne: 6.000, Silistre-Vidin: 13.000, Niş-Sofya: 12.000, Dobruca-Kosova-Priştina-Svista: 42.000 ailedir. Ölüm oranı daha az ve yüzde 15-20 dolaylarındadır…” |
‘Allgemeine Zeitung’un İstanbul muhabiri (19 Eylül 1864) | “Samsun’da bildirildiğine göre (…) Ölüm oranı sadece göçmenler arasında değil yerliler arasında da duyulmamış ölçülere vardı. 50 bin kadar ölü gömüldü. 60 bin göçmen açık havada veya şehrin sokaklarında yatıp kalkıyor. Benzer raporların imparatorluğun Karadeniz kıyısındaki Giresun, Fatsa, Ayancık, İnebolu, Akçaabat veya Varna, Burgaz, Köstence limanlarından, hatta Kıbrıs’taki Larnaka limanından da gelir. Sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı…” |
Rus Araştırmacı A. P. Berge | “Novorosisk koyunda 17 bin kadar dağlının toplandığı kıyıda gördüklerimi unutamam. Onların bu durumunu görenler dayanamaz, çökerdi. Kışın soğuğunda, karda evsiz, yiyeceksiz ve doğru dürüst giyeceksiz bu insanlar tifo, tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Anasız kalmış çocuklar ölmüş annelerinin göğsünde süt arıyorlardı… Rus tarihinin yüz karası olan bu acılı sayfa Adige tarihi açısından büyük zararlara yol açtı. Sürgün, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin tarihini ve politik bir birlik olma sürecini uzun yıllar kesintiye uğrattı…” |
Görevli Sağlık Müfettişi Barozzi (“Çerkes Göçü”, The Times, 13 Haziran 1864) | “Baylar, Samsun’a 6 gün önce geldim. Kentin ve talihsiz göçmenlerin içinde bulundukları durumu tarif etmeye sözcükler yeterli değil. Kentin hanlarında, harabe binalarında ve ahırlarında yığılan Çerkeslerden (8.000 ila 10.000 kadar) Gayri, Irmak ve Dervent’teki kamptan gelen 30.000’i aşkın insan meydanları doldurmakta, caddeleri tıkamakta, sahipli arazilere girmekte, her yeri işgal etmekte ve gün boyu buralarda kaldıktan sonra ancak gün batımından sonra ortalıktan çekilmektedir. Kapı eşiklerinde, dükkân önlerinde, yolların-meydanların orta yerlerinde, bahçelerde, ağaç diplerinde, her yerde, hasta, ölmek üzere ve ölmüş insanlar dolu. Göçmenlerin bulunduğu her yer, her sokak köşesi, uğradıkları her bir nokta bir enfeksiyon yatağı hâline gelmiştir. Karantina bürosunun birkaç adım ötesindeki ancak 30 kişi alabilecek bir depo binası önceki güne kadar hepsi hasta veya ölmek üzere olan 207 kişiyi barındırıyordu. Ben bu bulaşıcı hastalık yuvasını boşaltmayı üstlendim. Bu korkunç izbenin içine girmeyi hamallar bile reddetti. Oradan, değerli iş arkadaşım Ali Efendi’nin yardımı ile çürüme hâlinde birçok ceset çıkarttım. Bu olay kentte kalmalarına izin verilen göçmenlerin acıklı durumu hakkında bir nebze fikir verebilir. Trabzon’da gördüklerim Samsun kentinin sergilediği ürkünç manzara ile kıyas kabul etmez. Kamplar ise bundan daha az iğrenç bir manzara sergilemiyor. 40.000 ila 50.000 kişi, kesin bir yoksulluk içinde, hastalıkların saldırısı altında, büyük kısmı ölüp giderek, başlarının üzerinde bir çatıdan, ekmekten ve mezardan bile mahrum, buraya atılmış durumdadır.
Mutasarrıfı, donup kalmış ve böylesi bir acil durumda ne yapacağını bilemez durumda buldum. Ata Bey’in ne parası var ne de kredisi. Ölüleri kaldıran adamlara ödeyecek parası bile yok. Pazarda ona peşin parasız hiçbir şey verilmiyor. Kefen için birkaç metre kaput bezi bile. Göçmenlerle ilgilenecek hiç kimse yok. Ölüleri gömmek için bir düzenleme yok. At yok, araba yok, tekne yok, hiçbir şey yok… Büyük çoğunluğu günlerdir bir şey yememiş olan göçmenleri beslemek için derhâl çare bulmak gerekiyordu. Birçok mısır tüccarına ve özellikle de bay Serkis Kirorkyan’a başvurdum. Onları mutasarrıfla bir araya getirdim. Şimdi onların sağladığı unu kullanmaktayız. Benimle birlikte buraya gelen İsmail Bey her bir göçmene günde 50 dram (yaklaşık 200 gram-y.n) ekmek verilmesini gözetiyor. Ayrıca, bir miktar da Hint mısır unu buldum ve bu kısıtlı olanaklarla 70.000 ila 80.000 sürgüne biraz rahatlık sağlayabildik. İkinci sorumluluğum ölülerin kaldırılması için bir düzenleme yapmaktı. Bunun için karantina bürosunun sandığına başvurmam gerekti. Orada birkaç yüz lira buldum. Sonra kentin boşaltılması ve limandaki 11 gemi ve 7 büyük sandalda bekletmekte olduğum Çerkeslerin karaya çıkarılması için girişimde bulundum. Yolcular kentten birkaç mil uzaktaki Kumluca’da karaya çıktılar. Buraya son üç günde kentteki kovuklardan çıkardığım 3.000 ila 4.000 kişiyi yolladım. Kentin boşaltılmasına devam ediliyor, ancak sandığın kaynakları da tükenmek üzeredir…” |
Evet bu seyr-ü seferde 1 milyonu aşkın Çerkes topraklarından sürülerek hayatını kaybetti. Bu, modern Avrupa tarihinde ilk soykırımdı.[12]
20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan Meclisi, Çarlık Rusya’sının Çerkeslere soykırım uyguladığını kabul etti. Böylelikle Gürcistan, Çerkes soykırımını tanıyan ilk ve tek ülke olsa da; Çerkes soykırımı/ sürgünü, insanlık tarihinin en acı ama en az bilinen trajedilerinden birisi oldu.
Nihayetinde Çerkesler, Euripides’in, “Anayurdun yitirilmesinden daha büyük bir acı yoktur,” diye betimlediği acılara gark oldu.
Örneğin yaklaşık 1.5 milyon insan vatanını terketti, 500 binin üzerinde insan sürgün yolculuğunda ve ilk yerleştikleri bölgelerde yaşamını yitirdi. Sadece Trabzon’ da 53 bin civarında insan öldü.
Kafkasya’nın yerli halklarından Ubıhların dilini konuşabilen çok az sayıda insanın kaldı.
Yine Kafkasya’nın yerli halklarından Adigelerin bir boyu olan Natuhayların adı bugün sadece tarih kitaplarında kaldı, Kafkas-Rus Savaşları bu halkı tümüyle yok etti.[13]
MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ
Gelelim madalyonun öteki yüzüne!
Çarlık Rusya’sının ‘etnik temizlik’ kararı ile 1.500.000 civarında Çerkes, yurtlarından kopartılarak Osmanlı topraklarına gönderilmek üzere, Tuapse, Soçi ve Sohum gibi liman kentlerine toplandı. Yüz binler gemilerle Varna, Samsun, Sinop ve Trabzon olmak üzere Osmanlı kentlerine hırçın Karadeniz üzerinden nakledildi. Köhne gemilerle yola çıkarılanların yaklaşık üçte biri, yollarda ve yerleştirildikleri bölgelerde kötü yaşam koşulları nedenleriyle hayatlarını kaybetti. Osmanlı topraklarına ulaşabilenler, belli bir iskân politikası çerçevesinde, geniş Osmanlı coğrafyasına dağıtıldı.[14]
Osmanlı İmparatorluğu, dinsel, politik ve askeri nedenlerle mülteci akınından memnun görünse de devletin en azından mali olanakları bu göçü kaldıracak durumda değildi. Daha 1860 göçlerinde İstanbul’da işler çığırından çıkmıştı. Bu yüzden daha sonraki yıllarda mültecilerin İstanbul’a sokulmaması, Anadolu’da tutulması kararlaştırılmıştı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu Moşnin şöyle yazıyordu: “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmen sayısı 247.000 kişiye varmıştır. Bunlardan 19.000’i yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda 63.290 kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180-250 kişidir. Tifo vahim boyutlardadır”.
Yine bu raporlara göre sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı.
Çerkeslerin dili de gelenekleri de Türklere benzemediği için entegrasyonları (daha doğrusu asimilasyonları) zor oldu. Çerkeslerin çoğu Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya ve Kuzey Yunanistan’a yerleştirildiler. Amaç hem Rusya’ya karşı tampon olmaları hem de yerel liberal hareketlere karşı silahlı güç olarak kullanılmalarıydı. Nitekim Çerkes çeteleri 1867 ve 1868’de Bulgar çetelerine karşı savaştı. Bu göçmenler açısından da uygun bir amaçtı çünkü onlar da Rusya tarafından desteklenen bu ayrılıkçı hareketlere karşı savaşarak adeta Rusya’ya karşı savaşlarını devam ettirmiş oluyorlardı.
Ancak 1872’de İstanbul’daki Rusya Konsolosu İgnatyev’e verilen bir dilekçedeki şu satırlar, Çerkes mültecilerin kısıldıkları kapana dair önemli ipuçları içeriyordu: “8 yıldır beylerimiz eziyetler çektirerek bizi akıl almaz bir esaret altında tutuyorlar (…) Yapılan hataların ağırlığını itiraf ederek, 8.500 aile adına aşağıda imzası bulunan bizler (…) Çar II. Aleksandr’ın yüksek himayesinden yararlanmak için vatanımıza geri dönmemize izin verilmesini rica ediyoruz. Bunun için her türlü fedakârlığa hazırız.” Çarın bu dilekçeye cevabı kısa ve net oldu: “Geri dönüş söz konusu bile edilemez”!
Konuya ilişkin olarak Rus tarihçi Tamara V. Polovinkina, ‘Çerkesya, Gönül Yaram’ başlıklı yapıtında, tarihi belgelere ve tanıklıklara yer verirken; bu soykırım ve sürgünde Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu’nun oynadığı rolün de üzerinde de durur.
Örneğin, Kafkasya Askerî Komutanlığı, dağlıların Osmanlı arazilerine sürülmesini teklif ederken Sultan yönetiminin bazı garantilerini de esas almaktaydı. Daha 1856’da Rusya ve Osmanlı hükümetleri arasında Kafkasya dağlı nüfusunun kısmen göç etmesini öngören ve göç şartlarını belirleyen bir anlaşma imzalanmış, Kafkasyalı göçmenlerle ilgili yasa (Muhacirler Hakkında Kanun) Osmanlı’da 9 Mart’ta yürürlüğe girmişti.
“Rusya, Britanya ve Osmanlı İmparatorlukları Adigelerin toplu göçü konusunda adeta ortak bir anlaşmaya varmışçasına hareket etmişlerdir. Rusların Kafkasya yönünde ilerleyişini engellemeyi başaramayan İngilizler, Rus ordusunun Kafkasya’nın yerli halkları sayesinde güçleneceğinden korkuyordu. Bu nedenledir ki İngiltere, Adigelerin göç vahşeti ve facialarına açıkça seyirci kalmıştır. Londra, Osmanlı devletinin göçmenleri ülkenin güvenliğini pekiştirmek için kullanmasını istiyordu.
Hayatta kalmak için birçok Çerkes Osmanlı ordusuna yazılıyordu, oysa 20 yıl askerlikten muaftılar. Ayrıca jandarma, milis ve polis gücüne katılanlar da epeyce çoktu. Göç şartlarının zorluğu, açlık ve sefalet nedeniyle birçok Adıge çocuklarını satıyordu, onların ölmektense yabancı ailelerde yaşamasını tercih ediyordu.”[15]
Bu tabloda Osmanlı, -politik bir örgütlenmeye meydan bırakmamak için!- Çerkesleri bilinçli olarak dağıtarak yerleştirdi. Böylelikle asimile edilmeleri biraz daha kolaylaştı. Ayrıca Osmanlı’nın yaptığı sadece dağıtmak değil, sınır boylarına yerleştirip savaştırmaktı da!
Bu bağlamda ‘93 Harbi’ diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı, Çerkesleri Balkanlar’dan çekmek zorunda kaldı. 1877’de Kars’ın Rusların eline geçmesi üzerine buradaki Çerkesler de şehri terk etmek zorunda kaldı. 1878’de Çukurova bölgesinde 48 köy Kafkasya ve Bulgaristan’dan getirilen Çerkeslerce iskan edilmişti.
Çerkesler, görece homojen gruplar olarak yerleştirildikleri Batı Anadolu ve Orta Anadolu’da fazla sorun yaşamadılar ama Sivas’ta ve Adana’da Avşarlar gibi Türkmen aşiretlerinin yaz-kış göçleri sırasında maddi zararlara uğradılar. Ayrıca Akdeniz’in sıcak iklimi de Çerkesleri çok zorladı. Batı Karadeniz bölgesinde Gürcülerle, Çerkesler ve Abazalar arasında çatışmalar yaşandı Karadeniz bölgesinde Gürcü ve Çerkes kılığına giren Müslümanların eşkıyalık faaliyetleri ile Ermenilerin siyasi amaçlı çetecilik faaliyetlerinin faturası da ağırdı. Daha sonra Çerkeslerin bir bölümü (Şapsığlar, Kabardaylar, Abhazlar, Bjeduğlar) Suriye, Filistin ve Ürdün’e kaydırıldı. Bu yeni göçler, genel olarak Çerkeslerin ekonomik, sosyal durumunu kötüleştirdi.
Çerkesler egemen etnik grup olan Türklerle iyi geçiniyordu ama diğer gruplarla ilişkileri ya Türklerin çizdiği şekilde ilerliyordu ya da güçler dengesine göre şekilleniyordu. Örneğin 1880’lerde Rumların yoğun bulunduğu Ordu-Samsun hattında Gürcülerle birlikte Rumlara karşı konumlandırıldılar. Buralarda hatta Erzurum, Sivas gibi bölgelerde Gürcü kıyafetiyle eylem yapan Abazalar vardı. Maraş bölgesindeki kadim Ermeni yerleşimi Zeytun, merkezi devletin yönlendirdiği Çerkes gruplarca sarmalanmaya çalışıldı. Yine önemli bir Ermeni nüfusu barındıran Doğu Anadolu’da, Kürtlerle birlikte Ermenileri taciz ettiler. Ürdün ve Lübnan’da, merkeze boyun eğmeyen Dürzîler ve Bedevîler gibi grupları ezmek için Çerkesler kullanıldı. Bu görevleri öyle iyi yerine getirdiler ki, ileriki yıllarda Ürdün’de yönetici sınıflara dahil olmayı başardılar.
Bunlar olurken, bir yandan Çerkesler yerli halk tarafından asimile edilmeye karşı koymaya çalışıyordu, hem de kendi alt gruplarını (örneğin Adigeler Ubıhları) asimile ediyordu. Çerkeslerin izole yaşantıları onların sosyal ve kültürel açıdan muhafazakâr olmalarına neden oldu. Aslında pek çok Çerkes, sivil ve askeri bürokraside önemli görevler aldı ama entelektüel gelişim bununla uyumlu olmadı. Çünkü içinde hareket ettikleri siyasal ortam II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi idi. Çerkes elitlerinin alfabe geliştirme, edebiyat eserleri veya gazete yayımlama girişimleri Abdülhamit’in sansür yönetimine takılıyordu.
Durum Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’den itibaren değişmeye başladı. Çünkü İttihatçıların Balkanlar’dan Altaylara uzanan Turan ülküsü, Rusya’ya karşı Kafkas halklarına, bu bağlamda Çerkes mültecilere önemli roller yüklemeye müsaitti. Yine de 1908’de kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti’nin nizamnamesinden anlaşıldığı üzere bu yıllarda hâlâ Çerkesler için anavatana dönmek çok güçlü bir hedefti.
Buna rağmen Çerkesler, Osmanlı Devleti’nin pis işlerinde görev almaya da devam ettiler.[16] 1915’te Çerkes çeteleri ve Çerkes askeri elitleri önemli görevler üstlendiler. Örneğin İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın ünlü tetikçisi Yakup Cemil Çerkes’ti. Kuşçubaşı Eşref Teşkilât-ı Mahsusa’nın liderlerindendi. 1915 Haziranında Ermeni Milletvekili Avukat Krikor Zohrap’ın başını taşla ezerek öldüren Binbaşı Çerkes Ahmet’ti. Bu durum, bir çeşit rehine psikolojinin ürünü mü yoksa Çerkeslerin İttihatçıların Türkçülük fikriyatına duydukları sempatinin bir ürünü mü denirse; her ikisi de olabilir!
Ama asıl neden XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bölgeye hâkim olan milliyetçi gerilim, çatışma ve savaş atmosferiydi. Böylesi bir ortamda, egemen grupların (bizim olayımızda Osmanlı, Rus ve İngiliz hükümetlerinin), azınlıkta olan etnik gruplar arasındaki gerilimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri çok kolaydı. Hele de bu gruplar Çerkesler gibi otokton (yerli) halklardan değillerse, yani kendi siyasi projelerini gerçekleştirecekleri bir coğrafyadan yoksunlarsa…[17]
OSMANLI BAKİYESİ CUMHURİYET’TE ÇERKESLER
1908’le başlayan İkinci Meşrutiyet döneminde Çerkes Teavün Cemiyeti kuruldu. Çerkesçe ‘Ğuaze’ dergisi çıkarıldı. İstanbul’da bir Çerkes okulu açılarak Çerkesce eğitim yapıldı. 1919 yılında bunların hepsi kapatılarak bir daha açılmalarına izin verilmedi. Cumhuriyete geçiş sürecinde “Milli Mücadele”nin başlamasında öncü bir rol oynayan Çerkesler, düzenli orduya geçiş sürecinde Kemalistler tarafından tasfiye edildiler. Kuvayi Seyyare’nin tasfiye edilmesine karşı çıktıkları için hain ilan edilen Çerkes Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşlerin şahsında tüm Çerkesler dışlanarak ulusal onurları karıldı. Sonraki yıllarda başlayan Türk-İslâm asimilasyonu Çerkesleri yok olma aşamasına getirdi. Anadillerini, etnik ve kültürel kimliklerini yitirdiler.
Ekim Devrimi’nden sonra Kuzey Kafkasya’da kalan Çerkesler özerk devletler bünyesinde ulusal kimliklerini koruma ve geliştirme imkânına kavuştular. Sayıları az olmasına rağmen Suriye’de ve Ürdün’de anadillerini öğrenme, etnik ve kültürel kimliklerini ifade etme özgürlüklerine sahip oldular. Ancak Türkiye’de her şeyden mahrum bırakıldılar. Çerkesler için uydurulan “Kafkas Türkü” söylemi ve Türk milliyetçiliğine dayalı “tek dil, tek millet, tek vatan” uygulamaları onları devletle ve Türk kimliğiyle bütünleştirdi. Sayıları 5 milyonu geçmesine rağmen, Türkiye’de Çerkesçe’yi ana dili olarak kullanan insan sayısı birkaç yüzbin kişiye düştü.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde devlet, Çerkesleri sivil ve askeri bürokraside yoğun bir şekilde istihdam etti. Hazır asker olarak kullandı. Ordunun süvari bölükleri Çerkeslerden oluşturdu. At yetiştirmeleri için nispeten verimli tarım arazilerine yerleştirdi. Böylelikle Çerkeslere bir tür ayrıcalık tanıyormuş gibi görünerek gönüllü ve rızaya dayalı asimilasyon uyguladı. Devletin ulusal baskı, inkâr ve asimilasyon politikalarına karış hiçbir Çerkes isyanı veya bir toplumsal tepki olmadı. Kendi çıkarları için klan geleneklerini de sürdüren Çerkes feodal aristokrasisi devletin politikalarını destekleyerek Çerkes halkını devletin yanına itti.
Çerkeslerin Sünnî ve Hanefî olmaları da, Türk-İslâm asimilasyonu uygulamalarında etkili oldu. Türk-İslâm asimilasyonu Kürtler, Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar ve Romanlar üzerinde de yoğun bir şekilde uygulandı. Kürtler kendilerine dayatılan tedip, tenkil ve tehcire karşı direnerek dillerini, kimliklerini ve kültürlerini korudular. Diğerleri bunu başaramadılar. Dinin dönüştürücü gücü olmasına karşın, gerçekte kültürün en baskın unsuru din değil, dildir. Toplumların tarihinde din değişiyor, yurt değişiyor, fakat dil değişmez bir olgu olarak kalıyor. Dil yok olunca bir ulus, bir halk da yok oluyor. Bir millet dilini korudukça varlığını koruyabiliyor. Çerkesler dillerini kaybettikçe etnik ve kültürel kimliklerini de unutmaya başladılar. Halkın kendi tarihinden, dilinden ve kültüründen uzaklaştırılması Çerkes kimliğini ulusal inkâra dönüştürdü.
Bu kapsamda Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalistlerle Çerkeslerin ilişkilere gelince…
- Abdülhamit ve İttihat ve Terakki dönemlerinde olduğu gibi Milli Mücadele yıllarında Çerkeslere gerek İstanbul gerekse Ankara, önemli görevler yükledi. Örneğin Sivas Kongresi’nden sonra, İstanbul Hükümeti, Kuvay-ı Milliye hareketini bastırmak için 7 bin kişilik bir Hilafet Ordusu (resmi adıyla Kuvay-ı İnzibatiye) kurmuştu. Ordunun başına getirilen Bigalı Ahmed Anzavur, bir Adige ailesindendi. Kız kardeşinin II. Abdülhamid’in sarayında cariye olmasından dolayı jandarma zabitliğine getirilmişti. Bu dönemde bazı yolsuzluk olaylarına karıştığı için gözden düşerek görevinden ayrılmak zorunda kalan Anzavur, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Biga’da at yetiştirmiş ve at yarışlarına katılarak geçimini sağlamıştı. Savaş sonunda İzmit Mutasarrıflığı ve Karesi Mutasarrıflığı görevinde bulunan Anzavur 1919 başlarında İstanbul Hükümeti tarafından affedilerek Bursa, Çanakkale ve Balıkesir Umum Jandarma Mıntıka Kumandanı Hamdi Bey’in yardımcılığına getirildi. 18 Nisan 1919’da Halife Ordusu’nun başına getirildi ve Kuvay-ı Milliyeci’lerin dine ve Halife’ye karşı olduğu propagandası ile Marmara ve Kuzey Ege Bölgesi’nden (ağırlıklı olarak Çerkeslerden) topladığı birlikler ile Ankara’ya korkulu anlar yaşattı.
Ankara’nın Anzavur Ahmed’i durdurmak için görevlendirdiği kişi de bir başka Çerkesti. Ethem ve ağabeyi Reşit Bey’i Millî Mücadele’ye davet eden kişinin Rauf (Orbay) Bey, Bekir Sami (Günsav), Kâzım (Özalp) ile Hacim Muhittin (Çarıklı) Bey olduğuna dair kaynaklar var. Sonuçta Ethem Bey, Ayvalık Mıntıka Komutanı Yarbay Ali Bey’in talebiyle mayıs sonlarında Ayvalık Cephesi’ne intikal etmişti. Ethem Bey burada bazı sorunlar yaşadığı için Salihli’ye geçti.
Ethem Bey, Gönen, Balıkesir, Kirmastı, Bandırma ve Bursa’da sözünü geçirdiği Çerkeslere çağrıda bulunarak Kuvay-ı Seyyare’ye katılmalarını istedi. Bazı Çerkesler daveti kabul edip Salihli’ye geldiler. Daha sonra bunlara bölgenin ‘efe’ denilen önemli çetecileri eklendi. Ardından Ethem Bey, bölgedeki hapishaneleri boşalttı ve mahkûmları da vurucu güç olarak yanına aldı. Bu güçlere ‘Kuvay-ı Seyyare’ (gezici güçler) adı verildi. Bunlar olurken ortada Ege’yi işgal eden Yunan kuvvetleriyle savaşacak düzenli ordu diye bir şey yoktu. hâl bu iken, Ethem’in ‘Kuvay-ı Seyyare’si, resmi tarihteki adlandırma ile Anzavur Ahmed isyanlarını, Bolu, Düzce Adapazarı isyanlarını ve Yozgat Çapanoğlu isyanlarını çok kanlı usullerle bastırdı.
Anımsatalım: Ethem Bey, hatıratında adının başına ‘Çerkes’ eklenmesini, kendisine yapılmış en büyük haksızlıklardan biri olduğunu yazmıştı. Hakikâten de, Ethem Bey’in Çerkeslerin etnik duyarlılıklarından yararlandığını, birliklerini oluştururken Çerkesliğini öne çıkardığını, Çerkeslere yönelik siyasi bir projesinin olduğuna dair bir bilgi yok. Nitekim Ahmed Anzavur’un birlikleri Ethem Bey’in çeteleri tarafından yenilgiye uğratılırken Ethem Bey’in aşırı bir şiddet uygulaması, Çerkes toplumunda etkileri günümüze kadar süren bir bölünmeye yol açmıştır…
Kuvay-ı Seyyare yıllarında öyle olaylar yaşanmıştı ki, Mustafa Kemal, o ana kadar son derece ‘kullanışlı’ bir figür olan Ethem Bey’in kendi yerine göz koyduğunu anlamıştı. Bundan sonra taraflar arasında yaşanan taktik ve strateji savaşının ayrıntılarını anlatmaya yerimiz yetmez ama 1921 Ocak’ında Ankara ile Ethem Bey kozlarını silahla paylaşacak hâle gelmişlerdi.
Ethem Bey’in Kuvay-ı Seyyare’nin mevcudu 4.650 askerdi. Kendisini teslim almak için gönderilen Kuvay-ı Milliye tümenlerinin toplam mevcudu ise yaklaşık 15.311 asker idi. Ayrıca silah ve hayvan sayısı açısından da büyük dengesizlik vardı. Durumun aleyhine olduğunu anlayan Ethem Bey, muhtemelen Yunanlarla ilk olarak bu günlerde görüşmelere başladı. Önce 1. Kolordu Kumandanı General Nider’e başvurdu. Esasını Türklerin teşkil ettiği bir kuvvetin Mustafa Kemal’e karşı savaşmasının Yunanlar için ne kadar faydalı olacağını sezen Nider, Ethem Bey’e mühimmat, haberleşme araçları ve ilaçların verilmesi için Küçük Asya Ordusu’nun idaresini üstlenen General Papulas’a ricada bulundu. Ethem Bey, önce emrindeki 159. Alay’ın askerlerine terhis tezkerelerini verdi, geriye kalan 2.326 adamına düzenli orduya teslim olmak; dağa çıkmak ve Yunanlara sığınmak şeklinde üç seçenek sundu.
Askerî harekât sürerken Mustafa Kemal 8 Ocak 1921’de BMM’ye Ethem Bey Meselesi ile ilgili izahatta bulundu. Yapılan oylamayla Reşit Bey’in milletvekilliği düşürüldü. Aynı gün, (İsmet Bey’e soyadını kazandıran) I. İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından sonra Ankara’nın elinin güçlendiğini gören Ethem Bey, 27 Ocak’ta, 64 adamı ile Yunanlara teslim olmak zorunda kaldı. Ethem hatıralarında “Ben, Yunanlılara sığınmadım onlardan, bir geçiş hakkı ve yolu istedim, nitekim İzmir’de sıkı bir kontrol altında hastalık günlerimi atlatıp yola çıkabilecek hâle gelince vatanı terk ettim” diyecekti. 1919-1922 yılları arasında Anadolu’da Yunan işgal ordusunda görev alan ve ‘bütün olayları yüksek bir mevkiden ve bizzat yaşamak imkânı bulduğunu’ ifade eden Yarbay Kanellopulos’a göre Ethem Bey cephanesi bittiği, yaralı adamlarını tedavi araçlarına sahip olmadığı için Yunan ordusundan yardım istemeye mecbur olmuştu.
27 Ocak 1921’de Yunanlara teslim olduktan sonra İzmir’de hastaneye yatırılan Ethem Bey, oradan nisan ayının sonlarına doğru, 19 ay kalacağı Atina’ya, ardından da Almanya’ya götürüldü. (Ethem Bey, bütün heybetli görünüşüne rağmen çok ciddi sağlık sorunlarıyla savaşıyordu. Bedeninde savaşlardan kalma 17 kurşun yarası taşıyordu. Sık sık kanamalara varan ülseri vardı. Kırık kaburga kemiklerinin ciğerlerine batmasından dolayı kemik vereminden mustaripti.) Bu arada Ankara İstiklal Mahkemesi Ethem Bey ve kardeşlerini gıyaplarında yargıladı ve 9 Mayıs 1921’de verilen kararla vatana ihanet suçundan idama mahkûm etti. İstiklal Mahkemesi daha sonra THİF’ye ve Kuvay-ı Seyyare’ye katıldıkları gerekçesiyle mahkemeye sevk edilenleri yargıladı. Pek çok kişiye idam dahil ağır cezalar verildi. Suçu sabit olmayanlar sınır dışı edildi.
Hayatının son yıllarını Ürdün’ün başkenti Amman’da hasta, yalnız ve yoksul biri olarak geçiren ve 1948’de öldüğünde Amman’daki Kabartay Mezarlığı’na gömülen Ethem Bey düşmana teslim olmasaydı bile muhtemelen tasfiye edilecekti. Çünkü çatışma her ne kadar Mustafa Kemal ile Ethem Bey arasında gibi görünüyorsa da aslında, eski düzende kendini daha güvenli hissedenlerle, değişimin kaçınılmazlığını görenler arasında geçmişti…
Milli Mücadele sonrasında Çerkeslerin tasfiyesi sürdü. 1923’te Lozan Barış Konferansı’nda gelecekleri tartışılan azınlıklar arasında Çerkesler de vardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Çerkeslere de azınlık statüsünün tanınmasını istiyor, İsmet Paşa aynen Kürtler için söylediği gibi “Çerkesler bizim öz kardeşimiz” diyordu ama 150’likler Listesi ile devam etti.
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması, birçok alt anlaşma ve sözleşmenin yanı sıra, 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen savaş ve ‘Ermeni Tehciri’ suçlarına karışanlara genel af, yasa ve protokoller de içeriyordu. Bu maddeleri, İttihatçı gelenekten gelen mesai arkadaşlarını cezadan korumak isteyen Mustafa Kemal eklettirmişti ancak, dava arkadaşlarını koruyayım derken, ‘davaya katılmamış/karşı çıkmış/ihanet etmiş’ kişilerin cezalandırılması konusunda rejimin elini de bağlamıştı. Bu paradoksu çözmek Lozan Delegasyonu üyesi Dr. Rıza Nur’a nasip oldu. Büyük tartışmalardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne, Milli Mücadele sırasında İtilaf Devletleri’yle ya da İstanbul hükümetleriyle işbirliği yapmış 150 kişiyi af kapsamı dışında tutma hakkı tanındı. Ancak Türkiye bu kişileri herhangi bir şekilde cezalandıramayacak, sadece eğer hâlen yurtdışındaysalar bunların Türkiye’ye girmesini ya da hâlen Türkiye’de oturuyorlarsa, bunların Türkiye’de yaşamasını yasaklayabilecekti.
Kimin ‘hain’, kimin ‘milli mücadeleye karşı’, kimin ‘suçlu’ olduğu kapalı kapılar ardında, kişisel kanaatlerle, şüphelerle ‘tespit edildi’. Öncelikle Mustafa Kemal ve ekibinin iktidar mücadelesinde saf dışı bırakmak istediği çok kişi tespit edildi. Sonra, iktidara yakın milletvekillerinin, yöneticilerin veya önemli şahısların şu veya bu nedenle karşı oldukları, istemedikleri adamlar listeye eklendi. Liste şiştikçe şişti, sayı binlere vardı. Ardından 600’e indirildi, nihayet Lozan’da anlaşılan 150 sayısına çekildi.
Bu listeye girenler on grupta toplandı. Altıncı grupta, ‘Çerkes’ Ethem Bey ve iki kardeşi (Reşit ve Tevfik Beyler) ile Ethem Bey’le hareket etmiş olan Teşkilât-ı Mahsusa’nın başkanlarından Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami ile Ethem Bey’in dört adamı bulunuyordu (Yeri gelmişken belirteyim, Ethem Bey’in bu kongreye katıldığı iddiası doğru değildir).
Devlet listeye koyamadığı Çerkes köylülerini ise ülke içinde sürgün etme kararı aldı. Mayıs 1923’ten itibaren Gönen ve Manyas’a bağlı bazı köylerde yaşayan Çerkesler köylerinden çıkarıldı, mallarına el kondu. Afyon’a, Konya’ya, Niğde’ye, Malatya’ya gönderildi. Sürgünler bir yıl sonra evlerine dönmüşlerdi ama evlerinde Bulgar göçmenleri oturuyordu.
Özetle, 1920-1923 arası da Çerkesler için tasfiye ve sürgün yıllarıydı. Milli Mücadele yıllarında Ankara güçlerine karşı isyan eden başka (Müslüman) gruplar da olduğu hâlde, sadece Çerkeslere bu kadar sert davranılmasının ardında muhtemelen savaşçı nitelikleri malum olan Çerkeslerden gerçekten ürkütülmesi vardı.
Bugün Çerkes toplumu, sadece simgesel olarak 21 Mayıs 1864 tarihiyle başlattığı sürgünün yaralarını sarmaya çalışıyor. 1920-1923 arasında yaşananları kolektif bilinçaltına itmiş görünüyor.[18] Bu da çok doğal, çünkü bu ikinci dönem yaşananlar, ilkinin yanında “devede kulak”. Fakat “Çerkes Ethem Olayı”, koca bir Çerkes toplumunu vatan hainliği gibi taşınması çok zor bir yükün altına sokmuştur![19]
Özetlelersek: Dansları, çalgıları, kıyafetleri, yemekleri, töreleri ve kahramanlıklarıyla Kafkasların mazlum ulusu Çerkeslerin Cumhuriyet tarihinde de önemli bir yeri varken; Osmanlı’nın mirasını devralan Cumhuriyet de, yaratmak istediği devlete bir millet lazım olduğundan Anadolu’daki tüm farklı etnik kimlik ve inançtakilerle birlikte Çerkesleri de Türkleştirmeye çalışmış, kabul etmek gerekir ki büyük ölçüde de başarılı olmuştur.[20]
Ve bu koordinatlar da “Çerkes sorunu ulusal ve sınıfsal bir sorundur. Bu sorun sadece Çerkeslerin değil, Türkiye’de yaşayan herkesin sorundur. Özellikle de egemen ulus ve devlet şovenizminin temsilcisi konumunda olan Türklerin sorunudur,”[21] Şaban İba’nın işaret ettiği üzere…
O zaman altını çizelim: 21 Mayıs yalnızca Çerkesler için soykırım ve sürgün anma günü değil, T.“C” yurttaşları için “Türkler” denilen bileşimin nasıl imal edildiği üzerine düşünmenin vesilesi olmalıdır.
11 Mayıs 2016, Ankara.
N O T L A R
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[2] Sezai Babakuş, “Biz Halkız, Biz Sürgünde Bir Halkız…”, Radikal, 26 Mayıs 2010, s.17.
[3] Bu trajik olaylar çok sayıda bir tanesi, Dr. Cemalettin Umil Bey tarafından şöyle nakledilir: Yüzlerce ilticacı kişiler arasında bir teknede kucağında ölen bebeğinin denizciler tarafından denize atılmasını önlemek için bir annenin yavrusunun kucağında sallayarak söylediği ninni:
“Uyu yavrum uyu (Shich nane)/ Kabaran denizin dalgaları beşiğin olmuş sallıyorlar seni/ Rüzgâr vuruyor yağmacıların ak renkli yelkenlerine/ Beşiğin gemiye/ Shich nane – shish noniy (uyu yavrum uyu)/ Artık babanın evinde değilsin Karadeniz’in koynundasın/ Rüzgâr tam hızıyla vurduğunda/ Küçük vatanlarına geri dönmek için, hatırla denizin tuzlandığını/ Göç edenlerin gözyaşları ile/ Büyüdüğünde tekrar geç Karadeniz’i/ Bul evinden geri kalanları, temizle ocağını sarmış sarmaşıklardan/ Tekrar yak sönen evin ateşini (Hibla-Gerzmava-shish nane)” (Cengiz Kuday, “1864-21 Mayıs Çerkes Soykırımı”, Milliyet, 21 Mayıs 2015, s.20.)
[4] İnci Hekimoğlu, “Çerkeslerin Büyük Dramı”, Günlük, 21 Mayıs 2010, s.11.
[5] İşte her 21 Mayıs’ta yas tutan Çerkeslerden iki tanıklık:
“Ablam anlatırdı. Annem ile annesi, her ayın 15’inde dolunayda, balkona çıkarlar, birlikte ağlarlarmış. Anneannem öldükten sonra da annem, yıllarca bunu sürdürdü. Annem sürgünle gelen kuşaktan değildi ama annesi genç kız iken sürgünle gelmişti. Yurtlarından koparılıp sürülürken akrabalar-arkadaşlar aralarında sözleşmişler, ‘Her dolunayda aya bakarak birbirimizi düşünelim; birbirimizi unutmayalım’ diye… Sonraları bu sessiz anma-yas eyleminin Türkiye’de ve Kafkasya’da birçok yerde yapıldığını öğrendim. Her ay tekrarlanan bu dramatik ritüel, kitle iletişim araçlarının olmadığı bir zamanda, bir tür telepati yoluyla karşılıklı duygu transferini, fiziki olarak koparılmış bağları korumayı ve yaşatmayı olanaklı kılmış. Çerkeslerde yas, hatırlamanın, ayakta kalmanın ve kolektif aidiyetin bir biçimi olarak yaşanmış, yaşatılmış…” (Mansur Balcı, “Çerkeslerin Bitmeyen Yası”, Radikal İki, 19 Mayıs 2013, s.13.)
“Büyük dayımın canı balık çekmiş, Hendek’ten aldığı koca bir yayın balığını eve getirmişti. Büyük teyzem ise balığı istememiş, kapının önüne koymuştu. Dayı durmadan, bunun bir ‘tatlı su balığı’ olduğunu, Karadeniz’in tuzlu suyunda yaşayamayacağını anlatıyordu ama ‘Balık balıktır’ diyordu babaannem. Sonunda dayım beni gösterip, ‘Çocuk yiyecek, bu yaptığınız günah!’ deyince, artık susulmuştu. İçeri giremesek de dayımla ağacın altında oturduk, balığımızı yedik. O günlerde Çerkes evlerinin çoğuna girmezdi balık, hele ki Karadeniz’den çıktıysa. Bu bir ritüel değil, yastı. Anadolu’da yaşayan ikinci kuşaktı bizimkiler. Karadeniz’de dedelerini, babalarını, ninelerini, halalarını kaybetmişler, tanımıyorlarsa da tek tek isimlerini biliyorlardı, büyüklerinden devralmışlar, yasları tazeydi daha. Dokunmuyorlardı balığa, o balıklar sevdiklerini yemişti.” (Levent Kazak, “Çerkes Soykırımı, Babaannem ve Sochi”, Radikal, 14 Şubat 2014, s.17.)
[6] Miyase İlknur, “Karadeniz, Acıma Sen Şahitsin”, Cumhuriyet Pazar, No:1469, 18 Mayıs 2014, s.7.
[7] Mansur Balcı, “Çerkeslerin Bitmeyen Yası”, Radikal İki, 19 Mayıs 2013, s.13.
[8] “Kabartaylar 1799-1825 yılları arasında Rus kolonyalist politikasına karşı sık sık ayaklandılar. Sert ve kanlı bir biçimde bastırılan bu ayaklanmalar sonucu nüfus iyice azaldı, bir veriye göre 200 binden 30-35 bine düştü.” (Ali Kasumov-Hasan Kasumov, Çerkes Soykırımı, Çev: Orhan Uravelli, KAF-DER Yay., 1995, s.20.)
[9] Osmanlı kaynakları, XIII. yüzyıldan beri Kafkasya halklarından Adigelere, XVII. yüzyıldan itibaren de Abhazlar, Ubıhlar, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve diğer Müslüman Kafkasyalılara ‘Çerkes’ der. Bugün ise Çerkes deyince sadece Adigeler anlaşılıyor.
[10] Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, Radikal, 19 Mayıs 2013, s.26-27.
[11] “Büyük Çerkes Sürgünü 21 Mayıs 1864”, Evrensel, 19 Mayıs 2009, s.11.
[12] Levent Kazak, “Çerkes Soykırımı, Babaannem ve Sochi”, Radikal, 14 Şubat 2014, s.17.
[13] “Büyük Çerkes Sürgünü 21 Mayıs 1864”, Evrensel, 19 Mayıs 2009, s.11.
[14] Nilhan Aydın, “Çerkeslerin Sessiz Çığlığı”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2014, s.14.
[15] İnci Hekimoğlu, “Çerkeslerin Büyük Dramı”, Günlük, 21 Mayıs 2010, s.11.
[16] Ürdün de Kraliyet Muhafızı olarak görev yaparlar. Türkiye’de devlet kademelerinde çokça yer alırlar. Daha çok emniyet, MİT ve askeriye gibi güvenlik ile ilgili kuruluşlarda.
[17] Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, Radikal, 19 Mayıs 2013, s.26-27.
[18] Yıl 1922 Aralık. Manyas Mürüvetler köyüne bir haber ulaşır. Haber, kısa ve özdür: “Sürgün”. Nereye olduğu belli olmayan, nedeni doğru düzgün açıklanmayan bir ‘Emir’den ibarettir aslında gelen haber.
İlk deneme gerçekleştirilmiş ve gelecek tepkiler ölçülmüştür. İl içerisinde Kepsut civarına sürgün edilen Mürüvetlerli Çerkesler ile alâkâlı bir tepki oluşmaz, o günün kamuoyunda. Ne Ankara’dan bir itiraz yükselir ne İstanbul’dan ne de bölgeden.
Rivayete göre, bu süre zarfında bölge Çerkesleri hakkında çeşitli kampanyalar da yürütülür. Birçoğu tahrik edilir. Hatta halk arasında ‘Biz bu Çerkesleri istemiyoruz’ şeklinde imza kampanyası başlatıldığını söyleyenler dahi vardır. Yapılan kampanyalar ve Mürüvetler sürgününe veril(e)meyen tepki, uygulayıcılara güç verir.
Toplam 14 köy sürgün yoluna çıkartılır. Hepsinde süreç benzer işler. Jandarma eşliğinde yola çıkarlar. Ne suçları söylenir kendilerine, ne de nereye gidecekleri hakkında bir bilgi verilir.
Sürgüne yollanmayan diğer Çerkes köyleri ne mi olur? Onlarda her an sürgüne gönderilecekmiş gibi hazırda bekletilir. Malları sattırılır, kendileri hakkında kampanyalar ve tahrikler devam eder.
Tam bu esnada İstanbul’dan bir ses yükselir. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucuları arasında da bulunan Çerkes aydını Mehmet Fetgeri Şoenü, olayın vahametini anlatan ve neredeyse ‘Çerkesleri sürgün etmeyin, asimile edin. Bunun çeşitli yolları vardır, sürgün ise işe yaramaz’ şeklinde özetlenebilecek, içerik olarak eleştiriye açık bir rapor yayınlar, kamuoyuna.
Ancak bu hüzünlü çığlık karşılık bulmaz. Kamuoyunda sukûnet devam ederken sürgün acıları ağırlaşır. Bunun üzerine Mehmet Fetgeri, bu sefer muhtemelen bölgeyi de ziyaret ederek daha detaylı bir rapor hazırlar ve içerik olarak “Çerkesleri Türkleştirin!” yakarmalarını dillendirir.
[19] Ayşe Hür, “150 Yıllık Çerkes Sürgünü’nün 1920-1923 Dönemi”, Radikal, 18 Mayıs 2014, s.20-21.
[20] İnci Hekimoğlu, “Hem Tarihçi Müsveddesi Hem de Irkçı ve Edepsiz”, 26 Ocak 2015… http://sendika10.org/2015/01/hem-tarihci-musveddesi-hem-de-irkci-ve-edepsiz-inci-hekimoglu/
[21] Şaban İba, “Çerkes Sorunu”, Gündem, 23 Mayıs 2013, s.13.