Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entelektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir “ecdat” güzellemesi/ tekerlemesini gündeme getiriliyor? Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

Aslında AKP ve onun liderinin “tarih sevdası”, tarihle değil, doğrudan gündelik politikayla, siyasi çıkarlarla ilgili… Bugün ne yapmak istedikleriyle ilgili. Sadece AKP değil, Türkiye’nin tüm dinci odakları (tarikatlar, cemaatler vb.) 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar ve gönüllerinde “Asr-ı Saadet, Hülafayı Raşidin’ yatıyor… Ne olduğunu bilmedikleri Osmanlı düzenini XXI’inci yüzyılda ihya ekmek istiyorlar. Aslında bu, Türkiye’deki “tüm politik İslamcıların” ortak hedefidir. Bunların ortak özelliği, evrensel değerlerin yeminli düşmanı olmalarıdır. Bunlar aydınlıktan korkarlar… Velhasıl “parantezi” kapatmak istiyorlar… Aslında ne dediklerini bilmiyorlar ve bilmeleri de zaten mümkün değildir. Ahmakça tarihte geriye dönüşün mümkün olduğunu sanıyorlar. Oysa, tarihte geriye dönüş mümkün değildir. Öyle bir şeye tevessül etmek abesle iştigal etmektir ve bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildir…

Aslında ‘tutarlı’ olabilmeleri için sadece 1923 sonrasını değil, Batılılaşma tercihinin (ki zorunluydu, başkaca bir seçenekleri yoktu) yapıldığı dönemi, en azından III. Selim, II. Mahmut dönemini de paranteze almaları gerekirdi, ki o zaman da Abdülhamit güzellemesi iyice gülünç olurdu…

Sadede gelirsek, Türkiye’de Suudi Arabistan-Azerbaycan kırması bir tek adam rejimi kurmak isteyen bu zevatın “tarih saplantısı” nasıl açıklanacak? Siyasetçilerin tarihe ilgisinin nedeni hiçbir zaman geçmişi anlama kaygısı değildir. Amaç egemenlik sisteminin ömrünü uzatmaktır. Zira, tarihsel bellek önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Eğer bir toplumun bugününe egemen olmak istiyorsanız, onun dününe egemen olmanız gerekir. Bunun için de tarihi tahrif etmek gerekir. Bu, geçmiş dönemin toplumuna, bugünün egemenlerinin biçtiği elbiseyi giydirmektir. Geçmişte yaşanmış olayları bugünün egemenlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamaktır. Bu durumda tarih sadece tahrif edilen bir şey değil, aynı zamanda bir “fabrikasyondur”. Bu konuda ünlü tarihçi Eric Hobsbawn’ın yazdıklarını hatırlamak öğreticidir. Hobsbawn şöyle diyordu: “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundemantalist ideolojilerin aslî ögelerinden birisi, belki de aslî ögesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilebilir. Geçmiş meşrulaştırılıyor… Geçmiş, övünülecek fazla bir şey olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar”1 derken tam da bunu ifade ediyordu.

Ecdat güzellemesine gelince, imparatorluk mantığının geçerli olduğu yerde ve durumda, etnik kökene gönderme yapılmaz. İbn-i Haldun’un zarif bir şekilde ifade ettiği gibi, imparatorluğun oluşması, ilk kuruculara yabancılaşmayı varsayar. Dolayısıyla kuruluş tamamlandığında ilk kurucular çoktan denklemin dışına atılmıştır… Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi: Bir kere, Osmanlı demek, hanedan demekti. Hanedan da evlenmeler yoluyla başlangıçtaki etnik kökene (Kayı Boyu) külliyen yabancılaşmıştı. Nitekim, 36 Osmanlı padişahının sadece beş-alt kadarı Türk anadan doğmuştu… Kaldı ki, bu sadece Osmanlı hanedanıyla ilgili bir şey değildir. Bütün imparatorluklar ve hanedanlıklar, krallıklar… multi-etnik sosyal formasyonlardır ve orada ‘etnik unsurun’ hiçbir önemi yoktur.

Bu durum o zamanın anlayışında son derecede olağan bir şey sayılırdı… O çağlarda bugünkü gibi, ırka, kana, “milliyete”, etnik kökene, soya-sopa vb. gönderme yapan bir anlayış mevcut değildi. Kaldı ki, yegâne referansın devlet olduğu ve devletin de “kutsal” sayıldığı yerde, onun dışındaki kaygıların ve “kriterlerin” hiçbir kıymet-i harbiyesi olmazdı… Bu konuda Niyazi Berkes şöyle yazmıştı: “Osmanlı devleti bir Türk devleti değildir. ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reâyadan bir tanesidir.” “Osmanlı hanedanı mensupları için önemli olan, padişahın genetik yapısı veya etnik orijini değil, kutsal gücün sahibi olmasıydı. Durum böyleyken, milliyetçi Türk tarihçilerinin ve bazı politikacıların Osmanlı padişahlarını birer Türk başbuğu olarak görme çabaları, bu şahsiyetlerin milliyetçiliklerinin bile ne kadar tutarsız, sığ olduğunun bir göstergesidir… Osmanlılar kendileriyle şu veya bu etnik unsur arasında bağ kurma, onlarla özdeşleşme gibi kaygılara yabancıydılar. Eğer Osmanlı padişahları illâki ‘başbuğ’ sayılacaksa, Türklerin değil, kapıkullarının başbuğuydular ve kapıkulları Türk orijinli olmak zorunda değillerdi.”2 İsmet Parkmaksızoğlu’nun yazdığına göre, “17’nci yüzyılda imparatorluğu yönetmek üzere iktidara getirilen 62 vezir-i azamdan sadece 9’u Türk asıllı gözükmektedir.”3 Gerçekten, ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı hanedanını oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkın Türk ırkı veya Türk unsuru olduğu sonucuna varılabilir. Netice itibariyle bıktırıcı “ecdat” saplantısının reel bir karşılığı yok…4

Öyleyse neden böylesi beyhude bir zorlamaya girişiyorlar? Ya da “şanlı geçmiş” ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Şanlı geçmiş demek, gurur duyulacak bir geçmiş demektir. Öyleyse o geçmişin “mirasçısı” da şanlıdır, şereflidir! Onunla, “ben önemliyim çünkü geçmişim önemli” denmek istenir. Bu konuda ilginç bir örnek, 12 Eylül askeri darbesinden sonra yaşanmıştı: Dönemin olağanüstü koşullarında, kara borsa, kara para aklama, bankerlik adı altında dolandırıcılık, vergi iadeleri, silah ve uyuşturucu ticareti, kumar vb. ile hızla zenginleşen Turgut Özal’ın “iş bitirici” yeni yetme zenginleri, müzayedelerden Osmanlı paşalarının yağlı boya portrelerini satın alıp, görgüsüzce döşenmiş salonlarının duvarlarına asıyorlardı… Gelen misafirlere sadece zengin olmadıklarını, aynı zamanda ‘soylu’ bir geçmişe sahip olduklarını kanıtlamak istiyorlardı… Böylece kendilerine bir “şanlı geçmiş” vehim ediyorlardı…

İkincisi, ‘şanlı geçmiş’ retoriği tarihte yaşanmış vahşetleri, katliamları, kırımları, zulümleri, ayıpları unutturma işlevi görür. Eleştirmeye, bir şey demeye kalkarsanız, hemen: “Benim ecdadım, benim atalarım onu yapmaz…” cevabıyla karşılaşırsınız… Belki, ecdada hakaretten cezaevini bile boylarsınız… Zira, “şanlı geçmiş” aynı zamanda bir tabudur…

Ve üçüncüsü, şanlı geçmiş, bugün yaşanan kötülükleri de unutturma, değilse gözden uzaklaştırma işlevi görür… İdeolojik bir manipülasyon aracıdır…

O halde ne yapmak gerekiyor? Aslında yapılacak şey belli. Tarihi, kaşarlanmış profesyonel politikacıların, mülk sahibi sınıfların sözcülerinin ve tabii “akademik statünün gardiyanlarının” korunmuş av alanı olmaktan çıkarmak… Yalan, tahrifat ve yok saymaya dayalı resmi tarihin dışında, gerçeğe, ona ihtiyacı olanlar tarafından bakan yeni bir tarih versiyonu oluşturmak. Böyle bir çaba, sadece “saf bir bilimsel-entelektüel” çaba değildir. Aynı zamanda ezilen-sömürülen sınıflara etkili bir mücadele aracı da kazandırılmış olur. Zira başta da söylediğimiz gibi tarih önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Velhasıl, ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından yazılmış bir tarih bizi özgürleştirecektir…

 

1 Eric Hobsbawn, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999, s. 9.

2 Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi I, s. 67.

3 İsmet Parmaksızoğlu, Türklerde Devlet Anlayışı, İmparatorluklar Devri (1299-1789), Başbakanlık Basımevi, 1982, s. 92.

4 Osmanlı devlet geleneğiyle ilgili olarak bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (YEDİYÜZ), Öteki Yayınevi, 2014.