1914’de 1. Dünya Savaşı, birinci büyük yeniden paylaşım savaşı başladı. Bu savaşta, Osmanlı, paylaşılması hedeflenen topraklardan biri idi. Doğunun hasta adamı, Osmanlı için kullanılırdı.
Osmanlı, bir yandan burjuva uluslaşma sürecini geç algılamış, diğer yandan ise, “saltanatın zirvesinde” bilim ve teknolojiden uzak kalmıştı. Öyle derler, zirve, aynı zamanda çürüme noktasıdır. Bu örnekte de bir istisna oluşmadı. Osmanlı, 1600’lerden buya sürekli bir gerileme sürecine girmiştir. Ama 19. yüzyılda bunu daha açık görmek elbette mümkün.
19. yüzyılda, Osmanlı, çare olarak, bir yandan “batılılaşmak” hedeflerini önüne koymuş, diğer yandan ise, içten içe, bir çıkış yolu için yollar aramıştır. Önce Osmanlıcılık ile bir “ulus” yaratma denenmiş, ardından “islamcılık” ile bu devlete bir ulus yaratılmaya çalışılmış, nihayetinde bu devlete lazım olan ulus “ Türkçülük” ile elde edilmiştir.
Ama bu üç aşamada da Osmanlı, farklı şartların altında idi. Osmanlıcılık başladığında mesele Balkanlardaki bağımsızlık isteklerine cevap vermek idi. Balkanlar kaybedilince, bu kez, kalan tebaa içinde islama ağırlık verme kararı alındı. Ermeniler, Rumlar, ve diğer hiristiyanlar “gözardı” edilirse sorun olmaz diye düşünülmüş olmalıdır. Ardından, Ortadoğu’daki ve Afrikadaki topraklar da kaybedilince, geriye Türkçülük kaldı ve elbette bu süreç içinde halklara dönük kıyım ve katliamlar devreye konuldu. Yani, ortada bir tartışma, bir masa başında sohbet yoktu, tersine bir gelecek sorunu vardı ve devlet, her dönüm noktasında katliamlar yapmaktan geri durmadı.
İşte Ekim Devrimi, Osmanlının büyük ölçüde bölüşüldüğü bir noktada patlak verdi.
Ekim Devrimi bir yandan işçilerin, emekçilerin iktidarını yükseltiyordu, diğer yandan barış ve halklara özgürlük temelinde yükseliyordu. Daha önceleri halklar hapishanesi olarak tanımlanan çarlık Rusya’sı, halkların özgürleşmesini yaşıyordu. Aşağılanma ortadan kalkıyordu. Ve yeni Ekim Devrimi iktidarı, savaşa son, hemen barış çağrıları yapıyordu.
Ekim Devrimi karşısında ilk şaşkınlığını atlatan emperyalist güçler, hemen kendi aralarında birlik olmaya karar verdiler. Paylaşacakları pasta küçülmekte idi ve dahası bu devrim ve özgürlük cereyanı, tüm dünyayı yakmaya başlıyordu.
Bu yangın, Osmanlı sınırlarına erişmişti. Anadolu’da, bolşevikleşme eğilimleri artıyordu. Camilerin imamları dahi, işgale başlanmış Anadolu’nun kurtuluşunu kendi doğusunda, sosyalizmde görüyordu. Osmanlı sarayı ile, işgalcileri birbirinin uzantısı olarak görüyor ve işgale karşı başlamış olan doğal direniş, giderek anti-emperyalist bir karekter alıyordu.
1919 yılına gelindiğinde, emperyalist güçler, işgal ettikleri toprakların bir bölümünden çekilmeye başladılar. İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler geri çekilmeden önce, Anadoluda gelişen anti-emperyalist direnişi bastırmak ve kontrol altına almak için, devreye girdiler. Mustafa Kemal, aslında bu hareketi kontrol altına almakla görevlidir.
Zira bu anlamda ilk işleri, gelişmekte olan hareketin içindeki devrimci- komünist, halkçı unsurları yok etmek olmuştur. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi, Çerkez Ethem’in tasfiyesi boşuna değildir.
Ve TC devleti, tüm emperyalist güçlerin ortak iradesi ile, Osmanlıdan kalan topraklarda “türk unsurunun egemenliğine” kararı ile oluşmuştur.
Daha ilk anlarından başlayarak, klavuzu , komünizme karşı mücadele ve halkların düşman görülmesi olmuştur. Çarlığın yerine yeni halklar hapishanesi Türkiye olmaya başlamıştır. Komünizme karşı mücadele için, daha ilk günlerinden başlayarak, bugüne kadar, hep OHAL’ler ile var olmuştur. Hiç bir zaman halklara güvenmemiş, her halkı kendine düşman görmüştür. Hiç bir zaman, burjuva anlamda da olsa demokrasiye sahip olmamıştır. Tersine sürekli bir “ortaklaşa sömürge” olagelmiştir. Batı’nın ortaklaşa sömürgesi. Rejimi de buna uygun ayarlanmıştır.
Derlerki klavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.
TC devletinin tüm tarihine bakıldığında, 1920’lerde emperyalist dünyanın kendi içindeki bunalımını kullarak bağımsız bir ülke olamaması, tam bu klavuz meselesi nedeniyledir. TC devleti, hep, Batıyı temel almış, buna uygun bir ideoloji oluşturmuş, hep kendi topraklarına batının gözleri ile bakmıştır.
Tüm iktidarlara ve devlet kadrolarına bakın, hemen hemen tümü için, bu ülke, onların bir ülkesi değil de, kendilerine emenet edilmiş ve yağmalanması serbest bir çiftliktir. Hemen hepsi böyle davranmıştır. O kadar ki, ne zaman vatan , millet vb derlerse, halk, bir baskı dönemine girileceği anlar, ama içinden de bu masallara inanmadığı için yerinden kıpırdamaz.
TC devleti, aynı nedenlerle İkinci Dünya Savaşı döneminde de kendinine alan açıp, bağımlılıktan kurtulamadı. Sürekli bir Sovyet tehtidi masalına, sürekli bir anti-komünist mücadele tetikçiliğine, sürekli halklara düşmanlığa kendini kilitledi.
Devletin yönetenleri için halklar, hangisi olursa olsun, birer tehtid olmuştur. Onun için, katliam politikaları sürekli var olmuştur. Katliamları saymakla bitiremeyiz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tamamen NATO emrinde bir ülke oldu ve değil bir adım daha bağımsızlığa doğru yürümek, tamamen köleleştirildi. Türkiye, NATO’nun bir ileri karakolu oldu. O kadar ki, TC devletinin hiç bir hareket sahası kalmadı ve tamamen ABD ve NATO kontrolünde hareket etmeye başladı.
Klavuzu karga olunca, burun hep bokta oluyor.
Türkiye, kuruluşundan bugüne, hep olağanüstü rejimlerle, içsavaş uygulamaları ile birlikte yaşamıştır. Hiç bir zaman “normal” dönemi olmamaıştır. Olağanüstü hal uygulamaları neredeyse normal olan haline gelmiştir ve bu nedenle, daha özel bir içsavaş hazırlığı yapacakları zaman, daha büyük gürültüler çıkarıyorlar ve halkı korkutmaya çalışıyorlar. Hep böyle olmuştur.
Bugün, son bir yıldır, AK parti hükümeri ve saray eli ile, 7 Haziran seçimlerinin yok sayılması ile, yeni bir savaş dönemi başlatıldı. Bir anda barış masası yıkıldı, bir anda, savaş boruları çalındı. ABD ve NATO onayı ile, devlet, Kürtlere karşı yeni bir katliam politikasını devreye koydu. Şehirler bombalandı, çocuklar öldürüldü, IŞİD devreye sokuldu. ABD ve AB, insan hakları açısından seslerini kıstılar ve en büyük onaylarını vermiş olduklarını böylece ortaya koydular. Kürt halkına karşı bu saldırı ile, PKK’nin ABD’ye sığınacağını bekliyorlardı. ABD Kürtlerin kurtarıcısı rolünü oynamak için, TC devletine zaten müptelası oldukları katliam politikaları için ışık yakmaları yeterli olmuştur.
TC devleti, Gezi direnişinden bu yana, yeniden anti-komünizm ve halklara düşmanlığa hız verdi. Dün arkalarından lanetledikleri Ergenekoncularla kutsal ittifakları, işçi sınıfı ve ezilen halklara düşmanlık üzerine kuruludur ve bunun ifadesi, Gezi ile başlayan direniş sürecine ve Kürtlerin direnişine karşı ittifaktır. Aralarındaki sorunları bu nedenle arka plana attılar.
Ardından 15 Temmuz darbesi geldi. Biz söylüyoruz, 15 Temmuz darbesi, büyük ölçüde planlandığı gibi gerçekleşti, darbenin arkasından Erdoğan’ın (artık bir hükümetten söz etmenin bir anlamı da yoktur) yapacakları da biliniyordu. Bu nedenle, Erdoğan’ın uygulamaları darbenin devamıdır. OHAL uygulamaları, tam da bu anlama gelmektedir.
FETÖ ile mücadele diye yola çıkanlar, gerçekte FETÖ’cüleri değil, muhalifleri, devrimci ve demokratları temizleme işine girişmiştir. Yeniden bir savaş ve baskı politikası devreye konulmuştur.
FETÖ’cülerle mücadele edeceklerse, önce kendilerinden başlamalıdırlar. Yardım ve yataklık diye bir suç varsa, bunu kendilerinde görmelidirler.
Normal koşullar altında, bir cemaat örgütlenmesi, CIA ve NATO ile birlikte bir darbeye başlamış ise ve bu darbe, her nasılsa başarısız olmuş ise, öncelikle cemaatlere ve NATO güçlerine, ABD alanlarına karşı bir tepki gelişir. Oysa burada böyle bir durum yoktur. İncirlik üssü yerindedir. Darbenin arkasında ABD var diyenler, bugün, tersi açıklamalar yapmaktadır. NATO’dan çıkmak gibi bir plan ortaya atılmış değildir. Tersine NATO’ya bağlılık deklerasyonları yapılmaktadır.
Utanmadan, “üst akıl”dan söz ediyorlar. Akılları kiralanmış bir kaç düzenbaz, TV kanalarına çıkıp uzman olarak sunulmaktadır. Bunlar hep bir “üst akıl”dan söz ediyorlar. Acaba, bu “üst akıl”, sizin ne yapacağınızı, nasıl davranacağınızı zaten biliyor muydu? Acaba bu üst akıl, Kürt halkına karşı katliam politikalarını devreye koymanızı istiyordu da siz de bunu mu yapıyorsunuz? Acaba bu üst akıl, IŞİD ile ilişkilerinizi istediği gibi yönlendirmekte midir? Acaba bu üst akıl, Kürt sorunun çözümünde sizin onlardan bağımsız olarak bir rol almanızdan rahatsız mıdır?
“Üst Akıl”, FETÖ’cüleri harekete geçirdi de, NATO’cuları harekete geçirmedi mi? Siz bu darbeyi böyle mi önlediniz?
TC devletinin kodlarına işlemiş olan halklara düşmanlık ve komünizme karşı savaş, son derece kolaylıkla harekete geçirilebilmektedir. NATO’ya bağlı, Gladio’nun temizlenmediği bir devlet olarak TC devleti, emperyalist efendilerinden bağımsız tek bir karar almaz ve tek bir adım atmaz. Klavuzları emperyalist efendileridir. Bu nedenle burunları hep boktadır.
“Üst akıl”, bölgemizde savaş istiyorsa, o zaman bu üst akıl lafını ağızlarına dolayan uzmanlar, bir dirhem derinlikleri varsa, bölgede barışı istemeleri gerekir. Bu ise en başta Kürtlerle barış, içerde barış ve elbette Suriye’de barış istemek demektir. Ama stratejik uzmanlıkları , kiralanmış akılları kadar olabileceğinden, bunu anlamaları zordur.
Barış, sarayın egemenliğinin sonu demektir. Barış, baskı ve şiddet politikalarının sonu demektir. Barış, normalleşme yolu demektir. Barış, elbette, emperyalist efendilerine karşı çıkmak demektir, öyle one minute tiyatroları gibi değil, gerçekten karşı çıkmak demektir. Barış, gerçek anlamda, rant kapılarının da sonu demektir.
“Üst akıl” bu bölgede islama tamamen diz çöktürmek istiyorsa, IŞİD’e destek vermek, islami çeteler oluşturmak, bunları beslemek, Fettullahçı ılımlı islamla aynı yollarda yürümek, büyük rant kapılarını islamı destekleme bahanesi ile açmış olmak, “üst akıl”a hizmet etmek demektir. Bunlardan daha iyi islama zarar verme yolları acaba var mıdır? Gülen hareketinin, IŞİD’in, El Nüsra’nın, El Kaidenin ABD, İngiltere, İsrail, Almanya bağları bilinmiyor mu? AK parti aynı bağlara fazlası ile sahip değil mi?
“Üst akıl” olmasa idi, Türkiye ve Suriye arasında bu savaş oluşabilir miydi?
Bizim uzmanlarımızın aklına bu sorular gelmez.
Uzmanlara sormak lazım: acaba “üst akıl”, nasıl bir siyasal rejim istiyor? Acaba bu “üst akıl” Kürtlere karşı savaşı, devrimcilere karşı savaşı, OHAL ile tüm topluma karşı savaşı neden onaylıyor?
Yine uzmanlara sormak lazım, bunca yıldır, bu ülkede şiddet, baskı ve katliam politikaları uygulandı, bunca yıldır, nereye vardınız? Bugün geliştirilen bu özel savaş, halklara ve devrimcilere karşı bu savaş, işçi ve emekçilere karşı bu savaş, yağma politikaları, nereye kadar sizin iktidarınızı tutabilecektir?
OHAL uygulamaları, tüm çıplaklığı ile, halka, işçi ve emekçilere, devrimcilere , demokratlara karşı savaş uygulamalarına dönüşmeye başlamıştır. FETÖ bahane edilerek, ülkede azgın bir saldırı devreye sokulmaktadır.
Bir yanında özelleştirmeler vardır. Kaldıraç’ın Eylül sayısında aktarılan Türkiye Varlık Fonu meselenin bir yönüdür. Tam bir yağma planıdır. Rantçı iktidar, rant üzerine yükselen saray, yeni bir yağma planı devreye sokmuştur. Efendileri, Saray’ın sadece ve sadece rant ile ilgili olacağından çok emindirler. Bir ucu budur. Özelleştirme ve yeni yağma planları, aynı zamanda işçi ve emekçilere dönük büyük bir saldırıdır.
İkinci olarak, SADAT tarzı uygulamalarla ortaya konulan bir yeni özel savaş vardır. Saray, kendi gladiosunu daha fazla devreye sokacaktır. Bu baskı ve şddetin, savaş politikalarının daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü, belediyelere kayyum atanması ile ortaya konan açık bir hak hukuk tanımama süreci vardır. Bu Kürt halkının, Kürt halkı nezdinde tüm halkın iradesini tanımama, ona ipotek koyma girişimidir. TBMM zaten işlevsizleşmişti, bir siyasal parti olarak AK parti bitmişti, bir siyasal parti olarak MHP bitmişti, CHP nin cenazesi ise Yenikapıda kılınmıştır. Ve şimdi, yerel yönetimler ortadan kaldırılmaktadır. Hiç bir burjuva demokratik hak tanınmamaktadır. Belediyelere kayyum atanması, gerçekte, Varlık fonu gibi, ya da Sadat AŞ gibi özel savaş uygulamalarıdır.
İşte gerçek anlamı ile darbe, 15 Temmuz’un devamı tam da buradadır.
Peki tüm bunlar, egemenleri kurtaracak mıdır?
Elbetteki hayır.
Biz devrimciler, biz işçi ve emekçiler, biz halklar ve özellikle de Kürtler, bu baskı ve şiddetin, bu özel savaş uygulamalarının, bu hukuksuzlukların hemen her türünü gördük ve yaşadık. Bundan sonrası, direnişin daha da büyümesi olacaktır. Bu hem görevimizdir, hem de en doğal hakkımızdır. Her koşul altında, her yerde ve her durumda direnişi geliştirmek, insan olarak kalmanın tek yoludur. Başka türlü kirlenmemek, başka türlü insan olmaktan çıkmamak mümkün değildir.
Direnmek, her koşul altında, her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur.