Ama buna rağmen, referandum sürecinde, onlar istemese de, tüm sorunlar kendini hissettiriyor ve tartıştırıyor.
Hemen hemen herkes için, şiddet ve baskılar bir sorundur. Toplumun çoğunluğunu oluşturan, işçi ve emekçiler için yaşam artık dayanılmaz noktadadır. Açlık, işsizlik, hayat pahalılığı, hepsi üst üste binmekte ve yaşam artık sürdürülemez hâle gelmektedir.
Devlet, halkın karşısına bir baskı aygıtı, tüm dişlilerini gösteren bir ezme makinası olarak çıkmaktadır.
Yakın döneme bakalım. 7 Haziran’da, AK Parti, tek başına iktidar olma şansını kaybetti. Erdoğan-Saray, hemen harekete geçti. Baykal ve Bahçeli desteği ile ya da CHP ve MHP desteği ile, parlamentoyu feshetti. Milli irade diye bağırıp çağıranlar, bir anda, halkın oylarını yok saydılar. Hilelerine rağmen, seçim sonucunda parlamento çoğunluğunu kaybettiler. Erdoğan, o günlerde herhâlde ecel terleri dökmüştür. “Bu işin fıtratında da bu var, yersin, cukkayı doldurursun ama her işin bir sonu var” diyerek beklemedi. Tersine, Baykal ve Bahçeli’yi “ikna” ederek, parlamentoyu feshetme olanağını elde etti.
7 Haziran’dan bu yana, ülke kan gölüne çevrilmiştir. Kürt şehirleri, Suriye ve Irak şehirlerini aratmaz hâle geldiler. Kürt halkının üzerine tüm silâhları ile saldırdılar. Bunu yaparken, aynı zamanda Batı’da, baskı ve şiddeti artırdılar. TV kanallarını, tüm basını ya kendilerine bağladılar ya da susturdular.
15 Temmuz darbesi ile, kendi darbelerini bir adım daha ileri götürdüler. Bu kez, OHAL uygulamasına başladılar. OHAL uygulaması ile, ülkede zaten ayaklar altına alınmış olan hukuk, tümden askıya alındı. Savaş hâli, olağan hâle getirildi. Yakma, yıkma, katletme politikaları, günlük sıradan politikalar hâline getirildi.
En küçük bir eylemi bastırmak için, tüm güçleri ile, vahşice saldırdılar. Ülkeyi kana boyadılar, devlet terörünü tüm açıklığı ile ortaya koydular.
İşte, devletin baskı aygıtı olarak tüm dişlilerini ortaya koyması, bu sürecin sonucudur.
Gerçekte, bu durum, sokakta her türlü eyleme TOMA ile saldırmak, üniversitelerde barış isteyen öğrencilere saldırmak, barış imzası toplayan akademisyenlerin işlerine son vermek, kadın haklarından söz eden kadınlara “faşist-mafya çeteleri” ile saldırmak, her farklı düşüneni tehdit etmek, AK Parti bünyesinde paralı çeteler oluşturmak, dinci-çeteler oluşturup sahaya sürmek vb. gerçekte bu durum, devletin güçsüzlüğünün işaretidir.
TC devleti, egemenler, artık ülkeyi istedikleri gibi yönetemedikleri için, eski yöntemlerin işe yaramadığını gördükleri için, bu denli açıktan saldırıyorlar, kan döküyorlar, katliamlar yapıyorlar, her hak arama eylemine bir korku ile, isteri ile saldırıyorlar.
Saray-Erdoğan, 7 Haziran gecesinde bu korkuyu tanımıştır.
İster Saray ve Erdoğan etrafındaki yeni elitleri ile egemenler, isterse Ergenekon ve yüz yıllık devlet geleneği ile egemenler, hangisinden söz edersek edelim, korkuyorlar ve kendi korkularını yenebilmek için, halka saldırıyorlar.
Eskisi ile, yenisi ile, TC devletinin egemenleri, aynı mayadan gelmektedirler. İster Ergenekoncuları olsun ister İslamcıları, ister liberalleri olsun ister ulusalcıları, ister Erdoğan olsun ister Perinçek, hepsi ama hepsi, tüm egemen sınıf, anti-komünizm ve halklara düşmanlık ile yıkanmışlardır. Bunların zemzem suyu, komünizm korkusudur. Böyle eğitilmişlerdir. Halklara düşmanlık ve komünizme karşı mücadele, TC devletinin karakterini anlamak açısından çok önemlidir.
Bugünlerde, eski ve yeni egemenlerin ittifakına bakınca, göreceksiniz ki, bu iki şey üzerine ittifak etmektedirler. Anti-komünizm, her zaman ortak paydalarıdır, halklara düşmanlık, bugünlerde Kürt halkına karşı düşmanlık olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte devletin, tüm baskı aygıtları ile, açıktan halklara, işçi ve emekçilere karşı “seferberlik” ilan ederek saldırması, bu korkuları nedeni iledir.
Bugünlerde, referandum tartışmaları içinde, gerçekte, ne TV kanallarında, ne de mitinglerdeki söylevlerde, hiçbir şey tartışılmıyor.
Ama halkın içinde, tabanda, en altta, ülkenin tüm gerçek sorunları üzerine, düşük ses tonu ile bir tartışma yürüyor.
İşçiler, hangi partiye oy vermiş olursa olsun, işçiler, kendi geleceklerinin ellerinden alındığını görüyorlar. İşçiler, artan işsizliği, doğrudan biliyorlar. İşçiler, enflasyonun gerçekte %8 olup olmadığını yakından biliyorlar. İşçiler, çocuklarının eğitim alamadığını biliyorlar. İşçiler sağlık sisteminin nasıl işlediğini biliyorlar. İşçiler kendi maaşlarından yapılan kesintilerin ne demek olduğunu doğrudan biliyorlar.
İşçiler, diyelim ki, inançlı birer Müslüman olsunlar, yine de ülkenin, kendi emeklerinin, kendi vergilerinin nasıl yağmalandığını biliyorlar.
İşçiler, vatan aşkı ile dolu olsunlar, kendilerine söylenen “vatan millet” yalanlarının gerçek yüzünü bizzat yaşayarak biliyorlar.
Artık, din ve vatan tüccarlığı işe yaramıyor. Artık, işçiler ve emekçiler için, her şey ortaya çıkmaya başlamıştır.
İşte bu nedenle, karşılarında devletin baskı aygıtını, polisi ve orduyu, TOMA’yı ve copu buluyorlar. İşte bu nedenle, her işçi eylemine büyük bir korku ile saldırıyorlar.
Devlet, artık korkutmak, sindirmek dışında bir yolu kalmamış bir vahşet makinasına dönmüştür. Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılması, sokakta en sıradan bir demokratik hakkın kullanılmasına saldırılması, kadınlara dönük şiddet, erkek çocuklarının Ensar Vakfı gibi vakıflarda tecavüze uğraması, grevlerin yasaklanması vb. bunun açık kanıtlarıdır.
TC devleti, halkı, işçi ve emekçileri, kendine düşman olarak görmektedir. Bunun sayısız beyanını ağızlarından sayısız kere kaçırdılar. Çapulcular dediler, ayak takımı dediler vb. İşçi ve emekçileri sürekli bastırmak, sürekli korkutmak istiyorlar.
Bir korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar.
Bu korku imparatorluğunu, din ile maskelemek istiyorlar.
Bu korku imparatorluğu ile, kendi yönetimlerini sürekli kılma peşindedirler.
Bunca hınçla, bunca şiddetle saldırıyorlar, çünkü, iktidarlarını zor ayakta tutabiliyorlar. İşçilerin geliştireceği bir direnişten korkuyorlar. Ayakların baş olmasından, halkın doğrudan iktidara el koymasından korkuyorlar.
İşte bu nedenle böyle saldırıyorlar.
Her sokakta, her işyerinde, her evde, en çok da her işçinin, her emekçinin, her yoksulun, her kadının, her öğrencinin kafasında, bu saltanata nasıl son verilir sorusu yankılanıyor.
Referandum tartışmalarında, kürsüden bunlar ne derse desin, içeride, herkesin kafasında, bu düzen nasıl yıkılır, insanca yaşam nasıl kurulur soruları var.
Tüm bu baskı ortamı içinde, tüm bu medya karartması içinde, insan aklına pranga vurma hevesi vardır. Egemenler, düşünmeyi yok etmek, engellemek istiyorlar. Ama yazık, buna güçleri yetmiyor.
Onlar da biliyorlar ki, işçiler, emekçiler, sokaktaki herkes, işyerindeki herkes, başka bir dünya mümkün mü diye soruyor. Onlar da biliyorlar ki, her genç, her işçi, her kadın, her öğrenci bu soruları içten içe tartışıyor.
Bu nedenle, medyası ile, Saray’ı ile, baskı makinaları ile, silâhları ile, yalanları ile, umudu yok etmek istiyorlar.
Bu referandum sürecinde de umudu yok etmeye oynuyorlar.
Gerçekten de, umutlu olmak, gerçekten de, yeni bir dünya kurabilmek, gerçekten de insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek, gerçekten de her türlü ayrımcılığı tarihe gömmek, gerçekten de özgür bir toplum kurmak, gerçekten de savaşsız-sömürüsüz bir dünya kurmak mümkün müdür?
İşte bu umut var oldukça, onların baskıları, onların silâhları bir bir eskiyecektir.
Yaşam, düşünüldüğünden çok daha sadedir.
Soru, hepimiz için açıktır.
Ne istiyoruz? Özgürlük, eşitlik, savaşsız sömürüsüz bir dünya, kadın ve erkek herkesin eşit olduğu bir dünya, hiçbir ayrımcılığın ve aşağılamanın olmadığı bir dünya mı? İsteyebiliyorsak, gerçekleştirmek mümkündür.
Mesele ne ölçüde istediğimizdedir.
Gerçekten istiyorsak, bunun bilinen bir tek yolu olduğunu da bilmeliyiz. O yol, direniştir. Direniş, uzun bir yoldur, sabırla, emekle, an be an örülerek geliştirilir. Direniş, bu yola çıkarken üzerimizde taşıdığımız, mevcut düzenden kalma pislikleri de atmanın yoludur. Direniş, güzelleşmek, yeniden insan onuru denilen şeyi kazanmak, paylaşmayı öğrenmek, kendi gücünü tanımak demektir. Direniş, en zor koşulda, sadece kendini değil, tüm ezilenleri düşünmeyi öğrenmektir. Direniş, öğrenmektir. Direniş, özgürleşmektir.
Direniş, umudu kapalı bir kafeste korumak değil, umudu doğanın içinde özgürce büyütmek demektir.
Referandum sürecinde, bir kere daha baskıyı, bir kere daha hileyi, bir kere daha despotluğu, bir kere daha egemen sınıfların adaletini görüyoruz.
Onlar, tüm güçleri ile saldırıyorlar. Çetelerini, polislerini, ordusunu, yargısını halkın üzerine sürüyorlar. TOMA’sı, panzeri, yasakları hep karşımıza çıkıyor. Bu yolla, korkutmaya, umutsuz kılmaya çalışıyorlar.
İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnişçiler, her çatışmadan sonra, biraz daha öğreniyorlar. Ama direnişe aktif katılmayanlar, her eylemden sonra, biraz daha korkuyorlar, biraz daha umutlarını kaybediyorlar.
Referandum süreci, seyirci olmaktan çıkmak için, büyük küçük demeden direnişe katılmak için bir araç olmalıdır.
Elbette, referandum sonucu ile iş bitmeyecektir. Tersine, direniş daha da büyük önem kazanacaktır. Sonuç ne olursa olsun, egemenler, iktidarlarını teslim etmeyeceklerdir. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin direniş dışında bir yolu yoktur. Ve elbette, direniş, geliştikçe, büyüdükçe zaferi getirecektir.
Hiçbir baskı, hiçbir katliam, hiçbir silâh, umudu yok edemez, direnişi yok edemez.