Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Proletarya Diktatörlüğü Üzerine

Önceki Bölüm: Meta Üretim Ufku Aşılmadıkça Yeni İnsan Yaratılamaz
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (Marx, Gotha ve Erfurt…, s. 41).1
Bu sözler son derece büyük öneme sahiptir. Reformizm, oportünizmin her türü, bu iki noktaya şiddetle saldırmıştır. Birinci nokta, “devrim yoluyla geçiş”, ikincisi, proletarya diktatörlüğüdür. Oportünizm her zaman sosyalizme saldırırken devrimin gereksizliğini, reformların yetebileceğini, her şeyin barış içinde olabileceğini vurgulamıştır. Her saldırışlarında proletarya diktatörlüğünün reddedilmesine kilitlenmişlerdir. Önceleri proletarya diktatörlüğü tümden inkâr edilmiştir. Ama Kautsky daha ince yöntemlerle proletarya diktatörlüğünün iki anlamı olduğunu anlatmaya koyulmuş ve Lenin’e bu temele dayanarak saldırmıştır.
Gerçekte, “devrim yoluyla geçiş” ve proletarya diktatörlüğü bir yana atılınca, Marksizm-Leninizm liberal bir teori düzeyine indirilebilir. Bu nedenle saldırı bu noktalara yoğunlaşmaktadır.
Paris Komünü, proletaryanın sadece eski devlet mekanizmasını ele geçirmekle yetinemeyeceğini göstermiştir. Proletarya, eski devlet mekanizmasını yerle bir etmeli ve yerine kendi devleti olan proletarya diktatörlüğünü geçirmelidir. Bu noktanın önemi, Paris Komünü’nden bu yana biliniyor. Bu durumda saldırı noktasının proletarya diktatörlüğü olması da anlaşılır.
“Yalnızca sınışar savaşımını kabul eden kişi, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkamamış biri olabilir. Marksizm’i sınışar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınışar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksist’i, bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelde ayırt eden şey, işte budur. Marksizm’in gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 48-49).
Bu denektaşı bilindiği halde, sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e saldırıların biteceğini sanmak düşmanı eksik tanımak olur. Tersine aynı çaba, yeni dönemde, yeni biçimde gündeme geliyor. Proletarya diktatörlüğü reddediliyor. Reddetme biçimleri biraz renklendiriliyor. Bir yandan Kautsky diriltiliyor, bir yandan da sosyalist demokrasi tartışması ile kapitalist devletin mekanizmaları sosyalist devlete taşınıyor.
Elbette bu yeni saldırılar da, sosyalizmin çözülüşünden hız alıyor. Öyle ki, bu hızla herkes teoriyi mıncıklıyor, bir parçasına saldırıyor. Bu tarihsel dönemde, bu nedenle, proletarya diktatörlüğü tartışması bizler için de önem kazanıyor.
Konuyu beş ana başlıkta ele alacağız. Birinci olarak; proletarya diktatörlüğünün ayırıcı nitelikleri nelerdir? İkincisi, proletarya neden bir devlete ihtiyaç duymaktadır? Üçüncüsü, devletin sönmesi meselesi. Dördüncüsü, proletarya, diktatörlüğü üzerine Kautsky’nin diriltilmesi ve beşinci olarak sosyalist demokrasi tartışması. Elbette bu son iki nokta tartışmamızın sonuna gelmelidir. Çünkü ilk üç başlıkta sorunu tartışmamız gerekmektedir.
Proletarya diktatörlüğünü sosyalizmin örgütlenmesinden bağımsız ele almamak gerektiği için ilk üç noktanın tartışmasında konunun değişik yönlerine bakma fırsatını bulacağız. Nihayet son iki tartışmada, değinemediğimiz bölümlere de değinme şansımız olacaktır.

1- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN
AYIRT EDİCİ YÖNÜ ÜZERİNE

Bir devlet olarak proletarya diktatörlüğünün ayırt edici özellikleri nelerdir? Proletarya diktatörlüğü, her devlet gibi, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın devletidir. Onun sınıfsal niteliği budur. Komünistlerin devletin sınıf niteliğini gizlemeye ihtiyaçları yoktur. Burjuva ideologları devletin sınışar üstü, bir hakem, tüm toplumun üstünde bir akıl, tanrının dünyadaki temsilcisi vb. olduğunu söylerler. Ama tüm bunları, elbette devletin sınıf niteliğini gizlemek için yaparlar. Yine burjuva ideologları veya her boydan boş inan sahibi sözde Marksistler, demokrasi ve diktatörlük ayrımı ile burjuva düzeni aklamaya çalışırlar. Her devlet bir sınıfın devletidir ve bu nedenle diğer sınışar için bir diktatörlüktür. En gelişmiş burjuva demokrasisi de bir burjuva diktatörlüğüdür. Bu nedenle devlet olarak “demokrasi”, burjuva demokratik devlettir ve burjuvazinin proletarya ve emekçi kitleleri baskı altında tutmasının aracıdır. Komünistler, devletin sınıf niteliğini açıkça ortaya koyduklarına göre, her devletin adı ne olursa olsun bir diktatörlük olduğunu bilirler. Bu nedenle de onu gizlemeye yönelmezler.
Proletarya diktatörlüğü tüm devletler gibi bir devlettir ve onun diğer tüm devletlerle tek benzer noktası burasıdır.
Proletaryanın nihai hedeŞ tüm sınışarın ortadan kalktığı komünizmdir. Komünizm, devletin de ortadan kalktığı sistemdir. Bu nedenle proletarya, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırmak amacındadır. Öyleyse proletarya diktatörlüğü, bir devlet olarak kendisini ortadan kaldırmayı hedeşer. Bu, başka hiçbir devletin özelliği değildir. Tüm sömürücü sınışar, sömürecekleri sınışarın varlığına ihtiyaç duyarlar. Ama aynı biçimde onları her yolla denetim altında tutmak, bastırmak durumundadırlar. Proletarya ise, kendi varlığını başka bir sınıfın varlığına borçlu değildir. Ücretli emek olmadan sermaye olamaz ama emek her zaman sermayeye gerek duymaz. Sosyalizm emeğin sermayeye gerek duymadığı bir toplumdur. Kendi varlığı başka bir sınıfın varlığına dayalı bir sınıf, o sınıfı ortadan kaldırmaya yönelemez. Ama proletarya karşıtlarını yok ettiği sürece, kendisini de yok etmenin yolunu açar. Onun için onun devleti kendi varlığına son vermeye yönelen bir devlet olabiliyor.
İşte proletarya diktatörlüğünün birinci ayırt edici noktası burasıdır. Proletarya diktatörlüğü kelimenin gerçek anlamıyla bir yarı-devlettir. Kendi varlığına son vermeye yönelen bir devletin yarı-devlet olduğu kesin değil midir?
Elbette onun bu özelliği, onun tarihte ilk kez sömürülenlerin, ezilenlerin devleti olmasından gelmektedir. Tarih boyunca tüm devletler sömüren sınışarın baskı aracıdırlar. Oysa proletarya diktatörlüğü sömürülenlerin sömürenlere, ezilenlerin ezenlere karşı baskı aygıtıdır. Bu niteliği ise onu; tarihin tanıdığı en geniş, en gelişmiş demokrasi haline getirir. Sahte demokrasi savunucuları bunu görmezler. Köleci devlet, köle sahiplerinin devleti, dolayısıyla köle sahipleri için bir demokrasidir. Ama nüfusun büyük çoğunluğu köledir ve onlar için baskı aracı, katıksız bir diktatörlüktür. Aynı şey feodal, kapitalist devletler için de söz konusudur. Hangi biçimi olursa olsun, ister parlamenter cumhuriyet, ister faşizm, ister bugünkü gibi ikisini de içeren tekelci polis devleti, tüm burjuva devletler, burjuvazi için, ezenler-sömürenler için, nüfusun az sayıda kesimi için bir demokrasidir. Ama emekçi halk, işçi sınıfı için ise her biri bir diktatörlüktür.
Proletarya diktatörlüğü ise toplumun çoğunluğu için bir demokrasidir. Bunun tarihte bir dönüm noktası olduğu kesindir. Proletarya diktatörlüğü, ezilenlerin, sömürülenlerin devletidir. Proletarya demokrasisinin niteliği buradan gelir. Kendini yok etmeyi amaç edinmiş ve daha ilk andan nüfusun tüm ezilen, sömürülen kesimlerini işçi sınıfı hegemonyasında iktidara taşımış bir devlettir. Bu onun üçüncü ayırıcı niteliğidir.
Burjuvazi, burjuva devletin bizzat içerisinde yer almak, devlet kademeleri içinde yer almak zorunda değildir. O, üretim araçlarının sahibidir ve bu nedenle paralı memurları aracılığı ile yönetebilir. Burjuvazi bir kere demokratik cumhuriyeti ele geçirdi mi, artık hiçbir kişi, parti, kurum değişikliği onun egemenliğini sarsamaz.
Burjuvazi üretim araçlarının sahibidir. Bu nedenle bunu başarması, modern toplumda hiç de güç değildir. Bürokrasi her yönü ile paraya, burjuva efendilerine bağlıdır.
Ama aynı şey proletarya için, kendi devletine ilişkin olarak geçerli değildir. Proletarya, devleti aracılığı ile üretim araçlarına sahiptir. Tek tek proleterler üretim araçlarına sahip değildir (Zaten, eğer böyle bir şey olsaydı, sosyalist toplum üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermemiş olurdu, sadece özel mülkiyet sahipleri değişmiş olurdu). Bu nedenle devlet ile proletaryanın (sınıfın) ilişkisi son derece büyük öneme sahiptir. Proletarya, devlet çarkının bizzat içinde yer almak durumundadır. Proletarya, bürokrasi oluşumunu önlemek, devlet işlerini yürütmenin maddi çekiciliğine son vermek durumundadır. Sosyalist demokrasi tartışmaları sırasında bu noktayı daha detaylı ele alacağız.
Devlet, ilk doğduğu günden bu yana sınıf savaşımları içinde giderek büyüdü ve merkezileşti. Köleci toplumda devletin henüz el atmadığı pek çok iş vardı. Belki tam bu noktada, sivil toplumdan da söz edilebilir. Ama kapitalizme gelindiğinde devletin elini atmadığı tek bir alan yoktur. Öyle ki kapitalizmde, hele hele günümüzde devletten söz etmeden, politikadan söz etmeden bir şeye karşı çıkmak, bir şeyden yana olmak, ekonomiden, sanattan, kültürden bağımsız şeylermiş gibi söz etmek olanaklı değildir. Bu nedenle devletlerin bir “sürekliliği” vardır. Evet, her devlet, bir başka sınıfın devletidir, ama her biri sömüren sınışarın devleti olduğu için kendi içinde devlet bir anlamda büyümesini ve merkezileşmesini sürdürmüştür. Nihayet kapitalist devlet en gelişmiş devlettir, tepe noktasıdır. Proletarya diktatörlüğü ile birlikte devletin başaşağı gidişi de başlar. Ancak henüz proletaryanın elinde, eski egemen sınıfı bastırmak ve tüm dünya ölçeğinde komünizmi kurmak yoluyla kendi varlığına son vermek üzere, devletin işlevi vardır.

2- PROLETARYA
NEDEN DEVLETE GEREKSİNİM DUYAR?

Aslında proletaryanın neden devlete gereksinim duyduğu ile, sosyalist aşamanın neden zorunlu olduğu arasında kopmaz bir bağ vardır. Tersi halde zaten proletarya diktatörlüğünün sosyalist aşamanın devleti olmaması gerekirdi. Okuyucu bizi affetmelidir. Bu herkesin bildiği şeyi niye tekrarlıyoruz? Buna cevap vermek gerekir. Bilindiği gibi sosyalizmin çözülüşünü fırsat bilen herkes şimdi saldırıya geçiyor. En çok saldırılan konu proletarya diktatörlüğüdür. Ama bu sefer yöntemler biraz değişmiştir. Kimileri sosyalizm ve proletarya diktatörlüğünün ayrı aşamalar olduğunu söylüyor. Kimileri, sosyalizm aşamasına karşı taarruza geçip Marx’ı birdenbire aşamalar uydurmakla suçluyor. Gerçekte ise saldırı yeri, sosyalizm ile birlikte proletarya diktatörlüğüdür. Kimileri, aslında birden fazla proletarya diktatörlüğü tanımı olduğunu söylüyor. Elbette amaçlan en zararsız tanımı bulmaktır. Kimileri ise, sosyalizmin aslında çok partili olması gerektiğini yazıyor. Biz bu anlayışlardan son ikisine çalışmamız boyunca yanıtlar vereceğiz. Ama tüm bu tabloya bakınca proletarya diktatörlüğünün sosyalist aşamanın devleti olduğunu söylememiz sanırız anlaşılır.
Kapitalizmden komünizme geçiş bir sosyalist aşamayı gerektirir. Bu aşamada, “devlet, proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” Komünizme yürüyüş ise salt ekonomik bir olgu değildir. Sosyalizm, komünizmin kapitalizme savaş açtığı ortamdır. Bu sistemde eski toplumun tüm uzantılarına karşı keskin bir savaş yürür. Sınıf savaşımının sosyalizmde devam etmesinin anlamı budur. Öyleyse bu geçişi salt ekonomik bir olguya indirgemek, kapitalist izleri kalıcı kılmak, ona karşı savaşımı etkisizleştirmek olur.
Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, sosyalist aşamada; a) ekonomik-teknik, b) siyasal, c) kültürel değişimleri gerçekleştirmek gereklidir. Ekonomi ve teknik üzerinde daha önce duruldu. Burada tekniği özellikle vurguluyoruz. Ekonomik planda, devrim sonrasında sosyalist ekonominin kurulması adımlarının atılması gerekir. Bu, devrimle birlikte hemen gerçekleştirilen kamulaştırmalarla özel mülkiyete büyük ölçüde son verilmesi ile zaten başlamıştır. Ama bu sefer yüzyılların alışkanlığı olan patrona çalışmanın, toplumsal psikoloji üzerindeki etkilerinin yenilmesine sıra gelir. Fabrikaların işletilmesi, işçi örgütlerince yönetilmesi, fabrikalar ve sektörler arasında ilişkilerin düzenlenmesi, kamulaştırılmış işletmeler arasında paranın kaldırılması, sosyal hizmetlerin yürütülmesi ve genişletilerek parasızlaştırılması vb. devreye girer. Ama aynı zamanda, hem teknolojinin örgütlenmesi hem de geliştirilmesi sorunu da son derece önemlidir. Değil mi ki kafa kol emeği ayrımına teknik gelişim sayesinde son verilebilme şansı yakalanacaktır. Öyleyse nasıl bir teknoloji sorusu kendiliğinden öne çıkacaktır. Artı-değer üretimi için değil, toplum için, üretim ve insanın özgürleşmesi için teknolojinin örgütlenmesi, geliştirilmesi gerekir. Sosyalizmi insan refahı açısından ele alanlar, onun insan refahını arttırdığını göstermek için kişi başına kaç otomobil düştüğüne veya kaç marka otomobil bulunduğuna bakarlar. Bu, gerçekte kapitalizmin tüketim toplumu ideolojisinin ve tüketici birey olarak insanın nesne haline getirilişinin yansımasıdır. Bu nedenle teknolojinin tarafsızmış, sınıfsallıktan uzakmış gibi ele alınması son derece hatalıdır.
Komünizme geçişteki siyasal görevlere gelince: Bir kere her şeyden önce sosyalizm siyasal planda, burjuva hukukunun ufkunu aşmaya yönelmelidir. Devleti ortadan kaldıracak tüm önlemleri almalıdır. Bu ise; içeride sınışarın varlığının tüm sonuçlarına karşı amansız bir saldırı yürütmek, toplumu en ücra köşesine kadar örgütlemek, bu örgütlenmeleri toplumun yönetimi açısından işlevli kılmak; dışarıda ise, dünya devrimi için mücadeleye devam etmek anlamına gelir.
Toplumun örgütlenmesi, sosyalizm kuruculuğu işinin en önemli noktasıdır. Bilinçlendirme faaliyeti buna dayanır. İnsanların giderek kendi sorunlarını çözebilmesinin yolu buradan geçer. Bu yolla siyasallaşma artar, siyasal bilinç gelişir. Dünya devrimi hedeŞ ve enternasyonalist ruh ise devrimin içerideki sürekliliğinin de garantisidir. Bu ruhu yok olmuş bir devrim yaşayamaz. Bu açıdan bugün dünya çapında sosyalizmin yenilmesinin, bu enternasyonalist ruhun yok olmuş olması ile yakından bağlantısı vardır. Nasıl ki, başka ulusları ezen bir halk özgür olamaz ise, aynı biçimde dünyanın başka yerlerindeki devrimcileri, komünistleri desteklemeyen bir ulus da sosyalist olarak kalamaz.
Kültürel plana gelince: Gerçekte bu alanda temel hedef yeni insanın, komünizmi kuracak insanın yaratılmasıdır. Bu, kapitalizmden kalan tüm pisliklere karşı savaşımla yürür. Sanatta, ahlâkta özgürleşme dönemi olmadan komünizm kurulamaz. Bu süreç aslında ileriye doğru insanı yenileştirirken, geriye doğru tarihin karanlıklarındaki insanlık değerlerinin tümünü gün ışığına çıkarır. Bu zenginlik olmadan insanlaşma tam anlamı ile gerçekleşemez.
Gerçekte bu üç alanda da atılacak adımlar sıkı sıkıya birbirine bağlıdır.
Proletarya, iktidarı aldıktan sonra, eski devlet makinesini paramparça etmek zorundadır. Onun yerine kendi devletini kuracaktır. Paris Komünü deneyimi bunun gereksinimini açık bir biçimde göstermiştir. Bu devlet ise proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya bir devlete, en genel anlamı ile yukarıda üç temel noktada toparlanan kuruculuk işini tamamlamak, sınışarın, sınıf savaşımlarının varlığına son vermek için gereksinim duyar.
Proletarya diktatörlüğünün üç temel görevi vardır. Proletarya eski devlet çarkını tümüyle imha edip kendi devletini kurduktan sonra; a) burjuvaziyi baskı altında tutmak, b) sosyalizmin ekonomik temelini kurmak ve c) devrimi içeride, dışarıda her alanda sürekli kılmak göreviyle karşı karşıyadır.
Henüz iktidarın alınması halinde, alaşağı edilen burjuvazinin direnme gücü yok olmaz. Tersine eski olanakları, bilgisi ile iktidardan düşmenin verdiği kini birleştirerek tüm gücüyle saldırıya geçer. Burjuvazi bu saldırısında uluslararası burjuvazinin desteğini de muazzam olanaklarıyla birlikte alır. Eğer birileri bize, bu aşamada proletaryanın devlete ihtiyacı olmadığını söylüyorsa, bunlar ya bilinçsiz kimselerdir ya da proleter dostu görünen burjuva ajanlarıdır. Proletarya bu noktada iktidarı, bu gücü kullanmakta bir an bile tereddüt edemez. Bu tereddütün sonucu geri dönülemez bir yoldur.
Bir yanda henüz kendisini egemen sınıf olarak örgütlemiş, henüz iktidarı almış bir proletarya, bir ezilenler kitlesi vardır; diğer yanda ise, iktidardan yeni alaşağı edilmiş, yönetmenin ve egemenliğin tüm inceliklerini bilen sömürücü bir sınıf vardır. Savaş bu koşullarda sürecektir. Burjuvazi proletaryaya karşı burjuva devlet gücünü kullanmakta nasıl tereddüt etmiyor ise, aynı biçimde proletaryanın da böyle bir hakkı vardır. Bir sömürücü sınıf, üretim araçlarını devletin denetimine vermekle, kendisini bir “işçi” durumuna getirmiş olacaktır. Hiçbir burjuvanın buna razı olmayacağı açıktır. İşte proletarya bu noktada, burjuvaziyi bastırmak için bir devlete ihtiyaç duyacaktır. Engels, Bebel’e 28 Mart 1875 tarihli mektubunda “Özgür Halk Devleti” kavramını eleştirirken şunları söylüyor: “Proletarya, bir devlet gereksinimi duydukça, bunu hiç de özgürlük için değil, ama düşmanlarını bastırmak için duyacaktır. Ve özgürlükten söz etmek olanaklı bir duruma geldiği gün de, devlet, devlet olmaktan çıkar.”
Proletarya, burjuvaziyi bastırmak için bir devlete ihtiyaç duyar. Proletaryanın çoğunluğu temsil etmesi, proletarya diktatörlüğünün ilk kez çoğunluğun devleti olması baskıyı gereksiz hale getirmez. Hiçbir kalabalık, tek başına bir şey değildir. Ancak onlar, bu çoğunluğun devletini burjuvaziyi bastırmaya, onun direncini kırmaya yönelik olarak kullanırlarsa, bir güç olurlar. Bu yolla gericiliğe korku salarlar. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın düşmanlarını kelimenin gerçek anlamında zorla bastırmasına yarar; silahlı emekçilerin burjuvaziye karşı iktidarını koruyup sürdürmesini sağlar.
Proletarya diktatörlüğünün ikinci görevi, sosyalist ekonominin temellerini kurmaktır. Bu yolda, gerçekleştirdiği kamulaştırmalar yoluyla, özel mülkiyete büyük oranda son vermiş olmakta ve büyük bir adım atmaktadır. Ancak sosyalist ekonominin temellerinin atılması, ona işlerlik kazandırılması, bir merkezi planlamanın yürütülebilir hale gelmesi, teknik temelin gözden geçirilmesi ve hemen teknolojinin örgütlülüğüne yönelinmesi, sosyal ihtiyaçların karşılanabilirliğinin gelişimi vb. bir günde gerçekleşemeyecek kadar zorlu bir iştir. Başlangıçta burjuvaziden ekonominin yönetimini devralmanın gerçekleşmesi için bir devlet gücüne ihtiyaç duyulacaktır. Ancak proletarya diktatörlüğü bu noktada sadece baskı ile iş görmez. Tersine ilk dönemler hariç ağırlıklı olarak baskının yerine işlerin koordinasyonu ve yönetilmesini geçirir. Bu noktada onun vazgeçilmez aracı, merkezi planlamadır. Merkezi planlama bu anlamıyla sadece bir teknik değildir. Onun ruhu vardır. Merkezi bir genel planın ülke ekonomisinin yönetimindeki yeri bir teknik olgu olarak ele alınamaz ve bu nedenle de onun yerine “başka teknikler” (örneğin serbest piyasa ekonomisi vb.) ileri sürülemez. Sosyalizmin çözülüşünde saldırılan merkezi planlamanın SSCB’de çoktan merkezi olma özelliğini yitirdiğini herkes biliyor. Gossplan’ın kapsamı daraltılmıştı. Kaldı ki, serbest piyasa mekanizması da salt bir teknik değildir. Onun da bir ruhu vardır ve onun ruhu her şeyin satılık olmasında ifade bulur.
Merkezi planlama henüz kamulaştırılmamış sektörleri de etkiler. Bu sektörleri tekniğin gelişimi sayesinde kamulaştırmaya uygun hale getirir. Bu açıdan merkezi planlama tüm ülkeyi kapsar. Merkezi planlamanın kapsamı yanı sıra bir önemli nokta da onun işlevi üzerinedir. Merkezi planlama sadece işlerin yürümesi için değil, kitlelerin eğitilmesi için de zorunlu bir yoldur. Yabancılaşmanın kırılması, yönetim işlerinin ayrıcalığının giderek yok olması buradan geçer. Ekonomik birimlerin arasındaki işleyişin kurulabilmesi, ekonomik hedeşerin başında gelen kafa kol emeği çelişkisinin, kent-kır çelişkisinin çözülebilmesi için tekniğin gelişimi ve örgütlenmesi son derece önemli yer tutar.
Merkezi planlama işleyiş olarak insanların tüm gönüllülükleri ile ve örgütlü olarak içine girdikleri bir öğrenme, uygulama sürecidir. Bu nedenle onu salt bir matematiksel denkleme, bir girdi çıktı matrisine indirgemek sosyalizmin ruhuna aykırıdır.
Proletarya diktatörlüğünün üçüncü görevi; proletarya enternasyonalizmi ruhunu kaybetmeden, içeride devrimi her alanda (ekonomi-teknik, siyasal, kültürel) sürekli kılmaktır. Ekim Devrimi’nin yenilgisi bize, en çok ihmal edilen noktanın burası olduğunu gösteriyor. Paris Komünü, proletaryanın sadece iktidarı ele geçirmekle yetinemeyeceğini gösterdi, proletarya eski devlet makinesini tümüyle parçalamak durumundadır. Onun yerine kendi iktidarını, proletaryanın devrimci diktatoryasını geçirmelidir. Ekim Devrimi ise, bu görevi başardı. Ama, onun çözüldüğü bugün, bizler, eski devlet makinesini parçalayıp proletarya diktatörlüğünü kuran proletaryanın, en önemli görevinin komünizme yürüyüşün sürekliliğini sağlamak olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Kapitalist sistemde süreklilik, devletin düzeni ve kendisini koruması ile sınırlıdır ve bu yeterlidir. Ama proletarya diktatörlüğü sadece kendi varlığını korumakla komünizme yürüyüşü sürekli kılamaz. Komünizme yürüyüşün sürekliliği, ülke içinde de, uluslararası alanda da kapitalizme karşı amansız mücadeleyi sürdürmekle mümkündür. Öyleyse, devrimin içeride her alanda ve dışarıda sürekliliği muzaffer proletaryanın dikkat noktası olmalıdır.

 

3- DEVLETİN SÖNMESİ

Sosyalizme komünizmden bakmanın şart olduğu ortada. Yani komünizm üzerine laf etmeden sosyalizmi tartışmak mümkün değil. Sosyalizm kuruculuğunun başladığı ilk andan itibaren atılacak her adım komünizm hedeŞ de gözönüne alınarak atılmalıdır. Bu, devlete ilişkin de böyledir.
Komünizm sınıfsız bir toplumdur. Doğal olarak burada devlet de olmayacaktır. Ama devlet birdenbire de ortadan kalkmayacaktır. Proletarya diktatörlüğü, devleti ortadan kaldırmanın biricik aracıdır. Peki o halde kendisi de bir devlet olan proletarya diktatörlüğü kendini nasıl yok edecektir?
İşte bu noktada devletin sönmesi gündeme geliyor. “Devlet söner” dahice bir analizdir. Yani devletin kendisini tüketmesini, ağır ağır yok olmasını anlatır. Aslında devletin sönmesi, bize sosyalizmin tüm yönleri hakkında doyurucu bilgi verecektir. Bir kere sosyalizmden komünizme geçiş bir altüst oluşu, bir toplumsal devrimi, bir iktidar fethini gerektirmez. Ama yine de devletin sönmesi bir niteliksel değişikliğe işaret eder. Ama eğer devlet birdenbire ortadan kalkmayacaksa, yani kendisini tüm yönleri ile koruyup sonra da artık ortadan kalkıyoruz diyemeyeceğine göre, sönme ancak proletaryanın iktidarı alıp kendi devletini kurması anından, yani en başından başlarsa başarıyla gerçekleşir.
Demek ki proletarya, iktidarı aldığı ilk günden, devletini öylesine örgütlemelidir ki, bu örgütlenme iç mantığında sönmeyi barındırmalıdır. İşte sosyalizmin daha ilk günden attığı her adımı komünizme doğru atması gereksinimi, burada devletin sönmesi olayında daha net görülebilmektedir. Devletin sönmesi en başından onun örgütleniş tarzı ile bağlantılıdır.
Bu açıdan “Komün, artık gerçek anlamıyla bir devlet değildi” sözü son derece yerindedir. Marx-Engels, Komün ile birlikte devlet sorunu üzerine yeniden eğilmişlerdir. Bu çerçevede de proleter devlet örgütlenişinin temel ilkelerini ortaya koymuşlardır.
Marx ve Engels bu çerçevede üç temel nokta üzerinde durmaktadır: Birincisi, yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi ve her an geri alınabilir olmaları, ikincisi, devlet memurlarının ayrımsız maaşlarının ortalama bir işçi ücretini aşmaması ve üçüncüsü, devlet işlerinin herkes tarafından yapılabilecek kadar basitleştirilmesi. Ekim Devrimi bu üç noktayı temel alarak örgütlenmeyi başaramamıştır. Her geçen gün bu anlamda biraz daha bu noktalardan uzaklaşılmıştır. Bürokratlaşma bu sayede, bu boşlukta gelişme olanağı bulmuştur.
Yönetenlerin seçilmesi ve her an geri alınabilirliği hiçbir burjuva devlette uygulanamaz. Geri alınabilirlik bir yana, bugün devlet çarkındakilerin seçildiğini söylemek bile abestir. Geri alınabilirlik, salt bir iyiniyetle gerçekleşmez. Geri alınabilme, ancak, seçmenlerin verdikleri oyların takipçisi olması koşulu ile gerçekleşir. Bu ise aşağıdan yukarıya bir örgütlülüğü gerektirir. Örneğin “mahalle muhtarını” seçmek için apartman yönetimleri, sokak komitelerinden oluşan bir mekanizmanın işlemesi, bu yolla mahalle muhtarı yerine mahalle komitesinin seçilerek oluşturulması durumunda, aynı mekanizma, sadece seçim dönemlerinde kurulu olmadığı için görevden alma için de işleyebilir. Böylesi bir örgütlenme olmadan geri alınabilmeden söz edilemez. Geri alınabilmenin ayrımsız uygulanması gerekir. Aşağıdan yukarıya, direkt temsilcilerini seçmek yoluyla oluşan bu mekanizma, devlet örgütlenmesine egemen olmalıdır. Sovyetler ve Komün bu türden özgün biçimlerdir. Böylesi devrim organları, devrim sırasında, iktidarın alınışı sırasında nüveler şeklinde oluşurlar. Proletaryanın partisi bu organları geliştirmek, yaşama şansını arttırmak ve yaygınlaştırmak göreviyle karşı karşıyadır. Parti, kendisini bu organların yerine koymamalıdır. Zira bu durumda parti, Şili olarak yönetecek ve yönlendirme işlevi geri düşecektir. Burada yönlendirmenin çok daha geniş bir perspektiŞ içerdiği, siyasal ve ideolojik yönelimleri içerdiği açıktır.
Komün, bu organları yaygınlaştıramadı. Sovyetler Birliği’nde ise, 1920’de içte açlık ve iç savaş altında zaten Şili olarak dağılmış olan Sovyetler, emperyalist kuşatmanın da baskısı ile resmi olarak da dağıtılmış ve yerine parti örgütleri geçirilmiştir. Her ne kadar bu karar geçici bir karar olarak alınmış ise de, bir daha asla Sovyetlerin yeniden inşasına gidilmemiştir.
Öte yandan iç savaş ve kuşatma, zorluklar, devrimi yaşatmak için “yetenekli, eğitimli” insanların yönetim kadrolarına girmesine neden oldu. Trotsky, Çar’ın subaylarını bu zorluklar nedeniyle göreve aldı. Böylece bu uzmanlar kadrosu bürokrasinin yerleşmesinin de garantisi olmaya başladı.
Sovyetler, komün vb. organlar olmadan, bu organlar tüm ülke genelinde yaygınlaşmadan, düzenli işleyen komiteler kurulmadan bürokrasinin gelişiminin önü alınamaz, geri çağırma mekanizması işlemez.
Bu noktada devlet memuru olmanın ayrıcalıklarının yok edilmesi gerekir. En üstten en altına kadar devlet makinesindeki her memurun maaşı, ortalama işçi maaşını aşmamalıdır. Bu yolla devlet ayrıcalıklar elde etmenin kapısı olmamalıdır. Sovyetlerde bir yandan devlet ayrıcalıklar elde etmenin kapısı oldu, öte yandan parti de bu devlet yönetiminde ilerlemenin şaşmaz aracı haline getirildi. Komünist Parti, bu ayrıcalıkların karşısında olacağına, kendisi ayrıcalıklar elde etmenin altın basamağı olmuştur.
Üçüncü olarak, eğer devlet işleri sıradan her vatandaşın yapabileceği ölçüde basitleştirilmezse, görevden geri çağırma mekanizması işlemez. Yani görevden alacağınız insanın yerine o görevi yapabilecek kadar “bürokrasi” bilgisi, uzmanlığı vb. gerekli hale gelirse, pratik olarak görevden alma işlemez. Bu nedenle, devlet işlerinin basitleştirilmesi sıradan bir ilke değildir. Öte yandan bir basitleştirme olmadan devlet memurları kadrosunun sürekli büyümesi önlenemez. Bu nedenle de devletin sönmesi ile işlerin giderek basitleştirilmesi birbirinden koparılamaz.
Bu mantık olarak da böyledir. Sağlık hizmetlerinin parasızlaştırıldığı bir yerde sosyal sigorta işlemlerine gerek kalmaz, bu ise koca bir kurumu (herhangi bir kapitalist ülkeyi düşünün) gereksiz kılacaktır. Bugün herhangi bir kapitalist ülkede varolan vergi daireleri içinden çıkılmaz labirent gibidir. Bunu pek çok kurum için de söylemek mümkündür. Tüm bu çerçeve akılda tutulunca, devlet işlerinin basitleştirilmesinin önemi kavranacaktır.
Ancak tüm bu önlemler, bir örgütlülük üzerine yükselirse anlamlıdır. Yine, bu çerçevede komünist partisi bu ana hattın hayata geçirilmesinde yönlendirici bir role sahip olacaktır. Parti siyasal faaliyetini, ideolojik faaliyetini bu çerçevede etkili kılmalıdır.
Devletin örgütlenmesinde kapitalizmden devralınan kurumların kullanımı aynı biçimde olanaklı değildir. Örneğin; sendikaları ele alalım. Sendika, kapitalizmle birlikte, modern sınışar (proletarya ve burjuvazi) arasındaki savaşımla birlikte doğmuştur. Sendika, ekonomik mücadelenin en gelişmiş örgütüdür. Ancak sosyalizmde sendikalar ne işe yarayacaktır? Sosyalizmde sendikalar işçi sınıfının ekonomik hakları için mücadele edemezler. Zira bu, işçilerin kendi devletlerine karşı mücadelesi gibi saçma bir sonuç doğurur. Örneğin; bu mücadele grev hakkını içermediği sürece, sendika ne işe yarar? Öyleyse, ya grevsiz bir sendika (ki bu saçmadır) ya da sendikaların varlığının tartışılması ile karşı karşıyayız. Çünkü grev olmayınca adı sendika da olsa bu örgütlenme başka bir işleve sahip olacaktır. Öte yandan Sovyetler veya komün biçimindeki örgütlülüğün genişlemesi ve yaygınlaşması hedeşenecekse, sendika hangi biçim altında olursa olsun bu örgütlülük ile bağlantılı olarak tartışılmalıdır.
Dikkat edilsin, bir örgütlülüğün yok edilmesi gibi bir şeyi savunmuyoruz. Tersine devlet örgütlenmesi içinde bu örgütlülüklerin işlevlerini eski biçimde koruyamayacağını tartışıyoruz. Bu durumda fabrika komiteleri, ki bunlar tüm fabrikayı yönetecektir, komün veya sovyet biçimindeki örgütlülüğün temelini oluşturacaktır. Elbette bu komiteler sektörel bazda, giderek tüm ekonomi bazında işlev görmelerinin yanı sıra, doğrudan, bulundukları yerel birimlerde siyasal bir işleve de sahiptirler. Elbette amacımız burada bu örgütlenmeler için modeller sunmak değildir. Böylesi model önerilerini hayatın zengin pratiği, donuk öneriler olarak karşılar. Ama en azından şu anlaşılmıştır; sosyalist devletin örgütlenmesi, sosyalizmin örgütlenmesi ile yakından ilişkilidir ve burada ülke koşulları, devrimin gelişim yolundan bağımsız evrensel örgütlenme modelleri olamaz. Bu nedenle komünizme geçişin en yaratıcı evresi devrimin hemen sonrasında başlayan kuruluş evresidir.
Giderek bu örgütlülükler, yukarıda anlatılan ilkeler çerçevesinde oluşan devletin, teknik ve ekonomik gelişime, kültürel gelişime de bağlı olarak görevlerini devralmaya başlamaları ile devlet giderek gereksizleşir. Ama bu süreç sadece bir teknik süreç, bir örgütlenme tekniği süreci olarak algılanmamalıdır. Tersine bu süreç komünist bilincin belirleyici olduğu bir süreçtir. İşte partinin asıl rolü de buradadır. Parti, komünizme yürüyüş ve komünist bilinçlendirme yoluyla, geçmişin, yıkılmış toplumun sosyalizme sızan tüm değerlerine karşı yoğun bir savaş yürütür. Bu sürecin çetin sınıf savaşımları süreci olduğu düşünülürse, partide başlayacak her bozulmanın karşı devrimin işini nasıl kolaylaştıracağı ortaya çıkacaktır.
Proletaryanın devlet içinde varlığı (etkili varlığı), devletin komün ve sovyet biçiminde organlara dayanması ve partinin devlet kurumlan ile çakışmaması komünizme yürüyüşün garantisidir.
Komün veya sovyet vb. biçimindeki sınıf ve kitle örgütlülüğünün (bir siyasal örgütlülükten söz ediyoruz) önemi düşünülürse, devrim öncesinde ve devrim sırasında sınıfın örgütlülüğünün önemi de açıklık kazanacaktır.
Bu çerçevede proletarya diktatörlüğü; seçimler, siyasi partiler, parlamento biçiminde burjuva diktatörlüğünü gizleyen mekanizma ile benzer bir yanı olmayan bir devlettir. Burada parlamento, sınıfın ve kitlelerin örgütleri aracılığı ile direkt seçtikleri ve her an görevden alabildikleri temsilcileri aracılığıyla oluşur. Yani siyasi partiler hükümet etmezler. Yönetim tümüyle bu örgütlülüğün üzerinde yükselen bir organın işidir ve bu organın en tepesindekiler dahil, ayrımsız herkes geri alınabilir.
Proletarya diktatörlüğü üzerine söylediklerimizden anlaşılmaktadır ki; birincisi, devletin sönmesi, daha iktidarın ele geçirilişi ile başlayan, yeni devletin kuruluşu ile başlayan bir süreci kapsar. İkincisi bu süreç sınışarın ortadan kalkması ile tamamlanacaksa, ekonomik-teknik, siyasal, kültürel alanlarda bir süreklilik içinde sönme ağır ağır gerçekleşir.
Nihayet devletin sönmesi, tek bir ülke sınırları içinde olanaklı değildir. Emperyalizmin dünya egemenliği söz konusu olduğu sürece, bir ülkede zafere ulaşan proleter devrim, başka ülkelere yayılmadıkça, yukarıda özetlenen rotada sağlıklı biçimde ilerleyemez. Çünkü o, bir yandan sosyalizmin kuruluşu için çalışırken, diğer yandan emperyalist ablukaya karşı önlemler almak durumundadır. Emperyalist abluka, hem ülke içinde ileriye gidişe harcanacak enerji ve maddi kaynağı emecek, hem de devrimin önüne, tek ülkede kaldığı sürece aşılmaz engeller dikecektir. Bu noktada ülke içinde, emperyalist burjuvaziden büyük destek alacak olan küçük burjuvazi, devrime karşı daha sinsice ve daha güçlü bir savaş yürütmeye başlayacaktır.
Ekim Devrimi deneyimine bu gözle bakmak gerekir. Ancak yine de bu yeterli değildir. Çünkü 1940’lara kadar Ekim Devrimi dünyanın tek proleter devrimi idi. Bu dönem bu ablukanın etkileri anlaşılırdır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Doğu Avrupa, Çin, Vietnam, Küba başta olmak üzere pek çok ülke bu yola yönelebilmiştir. İşte bu noktada, SSCB-Çin çatışmasının yıkıcı etkisi açığa çıkacaktır. Sosyalist ülkeler, enternasyonalizmin yerine milliyetçiliği geçirmeye başlamışlardır. SSCB, İkinci Dünya Savaşı sonlarında gelen ve Yunanistan, İtalya, Fransa’da yüzeye çıkan yeni dünya devrimi dalgasına sırtını çevirmiştir. Çin Devrimi hariç, o tarihten sonra, devrim olana kadar hiçbir ülkeyi desteklememiştir. Ve genellikle zafere ulaşan çizgiler, resmi Sovyet çizgisinin dışında çizgilerdir. Ancak devrimi gerçekleştirdikten sonra, SSCB yardıma yönelmiştir.
1970’lerde gittikçe büyüyen sosyalist topraklarda, daha köklü bir anlayış ile komünizme yürüyüşe yönetebilmek olanaklı idi. Bu yıllarda, emperyalizmin kuşatma politikası o ölçüde etkili değildi. Ama SSCB’nin statükocu politikası, emperyalist kuşatmanın etkisini bin kat, onbin kat arttırmıştır.
Devletin sönmesi, devrimin içeride ve dışarıda sürekli kılınması ile olanaklıdır. İçerisi üzerinde dururken, dünya devrimi perspektiŞni atlamamak bu nedenle çok önemlidir. Komünizme geçişin dünya ölçeğinde olacağı buradan da çıkmaktadır. Uluslararası boyut unutularak, 1960’larda, 1970’lerde SSCB’de olduğu gibi, bir ülkede komünizmi ilan etmek, proletarya diktatörlüğünden “tüm halkın devletine” geçişi ilan etmek büyük tahrifattır. Bu anlayış birincisi, sosyalizmden komünizme geçişi bir ulus içinde ele alıyor. Komünizm savaşımının enternasyonalist ruhunu boşaltıyor. Kitleleri aldatıyor. İkinci olarak, “tüm halkın devleti” nedir? “Tüm halkın devleti”, sınışarın kalktığını mı işaret ediyor? Bu durumda niye bir devlete, hâlâ gereksinme var? Ayrıca, sınışar kalkıyor ise, tüm halkın devleti ne işe yarayacaktır? Nitekim görülüyor ki, “tüm halkın devleti” proletarya diktatörlüğünün reddine götürüyor ve “tüm halk” içinde ciddi biçimde burjuvazinin boy atışı gerçekleşiyor. Bugün bunu anlamak çok daha olanaklı. Devlet, sınışarın varlığının itirafıdır. Devlet ile halk sözcüğünü binbir yolla çiftleştirerek hiçbir sorun halledilemez. Tersine sorunların üstü örtülür. Olan da budur.

4- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDE
PARTİNİN GÖREVİ

Proletarya diktatörlüğünde partinin görevinin ne olduğuna ilişkin yukarıda genel bir çerçeve çizilmiştir. Ancak yaşanan sosyalizm deneyimleri bizim önümüzü de aydınlatmaktadır. Bu nedenle konu üzerinde biraz daha durmakta yarar var.
Önce konuyu biraz daha somutlayalım: Soru şöyledir; proletaryanın öncü partisi ve proletaryanın devletle ilişkisi nasıldır? Ya da sosyalizmde sınıf, parti, devlet ilişkisi konusunda neler söylemeliyiz?
Yukarıda gördük ki; 1) Proletarya sınıf olarak bu devletin (kendi devletinin) bizzat içinde yer almalıdır. Onun burjuvazinin burjuva devlet ilişkisindeki gibi özel mülkiyet sahibi olmaktan gelen bir sonsöz söyleme hakkı kendiliğinden yoktur. Bu nedenle, sınıfın ve kitlelerin örgütlülüğü son derece önemlidir. Proletaryanın, devlet çarkı içinde bizzat varlığı zorunludur. 2) Proletarya diktatörlüğü bir yarı-devlet olarak, en başından sönmeye dönük örgütlenmelidir. Komünizm perspektiŞ gereği, bu böyledir.
Bu iki nokta, proletarya diktatörlüğünün, komün, sovyetler vb. biçimlerinde de görülebilir. Yeri gelmişken, proletarya diktatörlüğünün komün, sovyet vb. biçimleri vardır. Ama halk demokrasisi adı verilen ucube biçimleri hiç yoktur, olamaz. Doğu Avrupa ülkelerindeki halk demokrasileri proletarya diktatörlüğünün biçimleri olarak ele alındılar. Gerçekte halk demokrasisi teriminin kendisini, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya kabul edebilirdi. Proletaryanın kendi özgücüne dayanmayan, ondan çok, muzaffer Kızıl Ordu’nun gücüne ve varlığına dayanan bu devrimler, bu zayışıkları nedeniyle proletarya adına iş yapan, onunla ilişkisi daha çok ideolojik bağlılıkta yatan devletler ortaya çıkarmışlardır. Elbette böylesi bir yapı, sınıf (yani öz) adına hareket eden bürokratların yetişmesini ve giderek sınıfa tümden yabancılaşmasını koşullamıştır.
Sosyalist devrimden sonra proletarya, iktidarı aldığına göre, o, neden bir öncü partiye ihtiyaç duyar? Proletarya diktatörlüğü koşullarında partinin yönlendiricilik rolünün anlamı nedir? Bu rol olmadan komünizme neden yürünemez?
Bu sorulara doğru bir yaklaşımın ilk koşulu devletin tutucu karakterinin anlaşılmasıdır. Tarih boyunca tüm egemen sınışar iktidarı alırken tarihsel ilerlemenin motorunu ateşlemişlerdir. Ama egemen sınıf durumuna geldikten sonra kurulu düzenin devamını güvence altına almak zorundadırlar. Hele varlığı bir başka sınıfın (sömürülmesinin) varlığına bağlı olan sınışar için bu çok açıktır. Proletarya, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan tek egemen sınıf olacaktır. İktidarını, bu nedenle, tüm sınışarın ortadan kalkması için kullanacaktır.
Ancak proletarya diktatörlüğü de bir devlettir, bir yarı-devlet olsa da, bir devlettir. Sistemin ayakta tutulması onun da görevidir. Elbette onun görevi bu kadar dar kapsamlı değildir. Onun görevi, komünizme yürüyüşün sağlanmasıdır. Ama her devlet gibi proletarya diktatörlüğü de, sisteme dönük saldırıları göğüslemek durumundadır.
Sanırız üzerinde daha fazla durmaya gerek yok; her devlet tutucudur. Özü gereği bu böyledir.
Parti, sosyalizmde kendisini devletle özdeşleştirmeden, komünizme yürüyüşe teori ve pratiği ile önderlik eden bir örgüttür. Devletin bilŞil ulaşım sorununu çözme vb. günlük işleri vardır. Ama parti, ulaşım sorununun komünizme yürüyüşe uygun olarak çözümü için çaba gösterir. Ama bunun için, devlet ile partinin aynılaşmamış olması gerekir. Yoksa parti bu rolünü oynayamaz. Devrimci öncü parti, proletaryanın nihai çıkarlarının savunucusudur. Toplumun en ileri unsurlarını bağrında toplamış bir gönüllüler ordusu olarak o, yol açıcıdır. Parti ne sınıfın kendisidir, ne de devlettir. Parti toplumun her alanında komünizm kuruculuğunun öncüsüdür.
Devlet, proletaryanın anlık ve uzun vadeli çıkarlarını birlikte gözetirken, her durumda anlık olanlara takılıp kalma çelişkisini yaşar. Ancak parti, konumlanışı gereği proletaryanın uzun vadeli çıkarlarının savunucusu olabilir. Bu çerçevede parti ile devletin öze ilişkin bir çatışması yaşanmaz.
Örneğin; devrimin hemen sonrasındaki eğitim organizasyonunu ele alalım. Komün tipi örgütlülük üzerine yükselen proletarya diktatörlüğü eşit eğitim olanaklarının örgütlenmesine yönelir, özel okulları kapatır, eğitim sistemini değiştirir. Ancak bir yönetim organı olarak o, pek çok sorun içinde bu soruna ilişkin doğru kararlar alsa da, attığı adımların uzun vadeli hedeşer ile ilişkisinin zayıf olacağı kesindir. Parti, böylesi bir sorun karşısında kendi üyelerini geniş bir eğitim seferberliği için harekete geçirir, eğitim politikalarının saptanmasında sanayinin işgücü talebinin yanı sıra yeni insanın yaratılması hedeŞni de gözetir vb..
Anlaşılacağı üzere, devlet ve parti arasında bir amaç karşıtlığı konulmuyor. Tersine her birinin görevi netleştiriliyor. Parti, mutlaka yönetim durumunda değildir, ama mutlaka yönetmek durumundadır. Partinin bu yönlendiriciliği ise onun teori ve eyleminin doğruluğundan, otoritesinden gelir. Bu durum partinin devlet yönetimine çıkış için bir kapı olmasını önleyecektir. Parti, gerçek komünistlerden oluşacaktır. Toplumun komünistçe örgütlenmesini savunacak, kitleleri devlet aygıtı dışındaki araçları da kullanarak bilinçlendirmeye çalışacaktır. Sınıfın devlet çarkı içinde yer etmesini gözetecektir. Belli bir anda devlet, işleri yürütebilmek için yetenekli kişileri göreve çağıracaktır. Parti bu durumda, bu kişilerin ayrıcalıklı konum elde etmelerine karşı savaşacak, onların yürüttüğü işlerin herkes tarafından yapılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasını savunacaktır.
Elbette tüm bu örnekler, parti ve devletin aynı şey olmadığını göstermek için veriliyor. Onların konumlanışlarının farklılığı, amaç birliğine rağmen varolacaktır. Ne zaman ki; proletaryanın öncü partisi kendisini devlet yerine koymaya başlar, o zaman devletin sınıf ile bağlarını teorik-ideolojik bağ haline getirmeye başlar. Parti tutuculaşır.
Partinin devlet mekanizması ile aynı olmamasının gereği sanırız anlaşılmıştır. Devlet statükoculuğa açıktır, belli bir anda yönetme durumundadır. Oysa parti, komünizm kuruculuğu hedeŞni gözetir.
Buradan çıkan sonuç, devlet örgütlenmesinin sınıfın örgütlenmesi üzerine yükselmesi gerektiğidir. Bunun sayısız biçimi olabilir. Komün ve sovyetler bu biçimlerdendir.
Ancak, sosyalist toplumda da sınıf savaşımı sürer ve burada da devletin şekillenişinde sınıf savaşımının belirleyici etkisi vardır. Ekim Devrimi ülkesinde, devrimin hemen arkasından başlayan emperyalist kuşatma ve dünya gericiliği ile bağlı iç savaş koşulları, partinin sovyetlerin yerine geçmesinin yolunu açmıştır. Bu geçici önlem kalıcılaştıkça partinin bilŞil yönetme işlevi dışında uzağı gören gözü, kör olmuştur.
Demek ki; parti ile devlet ilişkisinin doğru konması yetmez. BilŞil içinde yaşanan ve savaşılan koşulların etkileri yabana atılmamalıdır. Sınıf savaşımının sürdüğü her yerde, egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletin de biçimlendiricisi sınıf savaşımı olacaktır. Eğer devlet, proletaryanın elinde bir silah olarak burjuvaziyi sınıf olarak yok etmek ve sosyalist ekonomiyi kurmak, kültürel, teknolojik alanda eski sisteme savaş açmak görevini yerine getirmek için varsa, en başta bunu yapacaktır. Ancak, yine eğer komünizme yürüyüşün adımları daha ilk günden atılacaksa devlet kendi sönüşünün adımlarını da ilk anda atmalıdır. Bu iki yan arasında kısa ve uzun vadeli olmalarından gelen bir çelişki vardır. Hele sosyalist devrimin ardından gelecek olan dünya burjuvazisinin saldırıları, devrimin yayılışını engeller hal alırsa, ister istemez “güçlü bir devlet” gereksinmesi pratik bir olgu haline gelecektir. Amacı yeni toplumu ayakta tutmak olan devlet, bu noktada günlük davranmak durumundadır. Günlük davranıştaki ağırlığın artışı, komünizm hedeŞnin her adımda gözetilmesini engeller. İşte parti bu nedenle hâlâ öncüdür, hâlâ yönlendirici, yol göstericidir. Parti statükonun korunması ile uğraşmaz, hep ileri bakar. Artan tehdit karşısında devlet savunmaya çekilebilir, parti en iyi savunmanın saldırı olduğunu unutmaz.
Bir yarı-devlet olan proletarya diktatörlüğünün sönmeye dönük adımlar atabilmesi, bir yandan partinin ayrı varlığını, diğer yandan, kitlelerin ülkenin en ücra köşesine uzanan örgütlülüğünün gelişimini öngörür.
Çalışmamızın bundan sonraki iki başlığı polemiğe ayrılmıştır. Birinci olarak Kenan Somer’in proletarya diktatörlüğüne ince yollu saldırılarını ele alacağız. İkinci olarak ise sosyalist demokrasi üzerinde duracağız.

5- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN REDDİNE
BİR ÖRNEK
YA DA KENAN SOMER KAUTSKY’İ DİRİLTİYOR

Türkiye’de yeni kuşaklar, henüz sosyalizmi öğrenmeden onun eleştirisini okuyorlar. Bu elbette dünyanın pek çok ülkesinde bir ölçüde var. Ama ülkemizin özgünlüğü 1980 sonrası kuşağın yaklaşık bir 20 yıl Marksizm-Leninizm’e uzak kalmış olmasıdır. Bugün 30 yaşında olan bir insan, 1980’de 17 yaşındaydı. Ve bu insanlar, yaklaşık bir 5 yıldır sosyalizm eleştirisi okuyorlar. Bu nedenle de bazı sözde Marksistlerin işi çok kolaylaşıyor. Onlar aslında Marx’ın şöyle demediğini, Lenin’in böyle demediğini söyleyerek, kendi görüşlerini Marx, Engels ve Lenin’e atfediyorlar. Kenan Somer pek çok eserin Türkçe’ye kazandırılmasında çalışmış, Marx, Engels, Lenin’in pek çok kitabını çevirmiştir. Şimdi Kenan Somer, Marksizm-Leninizm’i iyi bilmez mi? İşte o da bu imajı değerlendirip, Marksizm-Leninizm’e saldırıyor.
Herkesin Marksizm-Leninizm’in öldüğünü söylediği bugün, Marksizm-Leninizm’e saldırmak da pek zor görünmüyor. Ama görüntüye bu kadar güvenmemeli.
Tarihin her döneminde Marksizm-Leninizm, sözde yandaşlarının saldırısına uğramıştır. Oportünizm binbir maske altında, devrimci tarihe saldırmış, onun içeriğini boşaltmaya çalışmıştır. Ama aslında saldırı hep biçimi değişse de aynı içerikle yapılmıştır. Sınıf savaşımının proletarya diktatörlüğüne varmak zorunda olduğunun reddi, devrimci bir geçişin reddi en temel iki saldırı noktasıdır. Lenin, “sınışar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir…” derken tam da bu noktalardan birine parmak basıyor.
Tarihi boyunca oportünizm hep bu iki noktadan saldırmıştır. Bernstein da, Kautsky de bu noktaya saldırmıştır, şimdi bu saldırıyı sürdürenler de bu iki noktaya saldırıyor. Sadece biçim değişiktir. Ama bu biçim değişikliğine bile ihtiyaç duymuyorlar. Kenan Somer, proletarya diktatörlüğüne saldırırken böylesi bir biçim değişikliğine ihtiyaç duymadan Kautsky’nin söylediklerini söylüyor. Anlaşılan okuyucusunun Kautsky okumadığını, Marx-Engels-Lenin okumadığını düşünmüş olacak ki, oldukça rahat yazıyor. Kautsky’nin yazdıklarını yeniden önümüze sürüyor.
Böyle olunca, biz önce Kautsky ile başlamalıyız. Her düşüncenin orijinal halini görmenin çok büyük faydası olacağı kesin. Kautsky yüzyılın ilk 10 yıllarında çark ederken, savaşta (bu Birinci Dünya Savaşı öncesidir) proletaryanın devrimi hedeşememesi gerektiği, onun yerine, kendi ülkesinin burjuvazisi ile “vatan savunması” savaşımına girişmesi gerektiğini ortaya attı. Bu sosyal-şoven çizgi, çeşitli ülkelerin işçi sınışarının taraf olmadıkları bir savaşta birbirlerini boğazlamaları gerektiğinin ötesinde, savaşın iç savaşa dönüştürülmesinin doğru çizgisinin de reddi anlamına geliyordu. Böylece Kautsky, kritik bir dönemde devrime yüz çevirmişti. Bu çerçevede olmak üzere, bir “teorik yapı” kurmayı da ihmal etmedi. “Ultra-emperyalizm teorisi” onundur ve bu çabanın ürünüdür. Kautsky, barışı, emperyalist tekellerden birinin dünyaya hegomen olacağı bir güne bırakarak, emperyalizmin savaş kundakçılığı olmadan hatta barışın neredeyse tek güvencesi olarak varolabileceğini anlatmaya başladı.
Ama elbette işin bu yönü bizim, en azından bu yazıda ilgi alanımızın dışındadır. Yine de Gorbaçov’un “emperyalizm militarizmsiz olabilir mi, emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan var olabilir mi” şeklinde dile getirip, olabilir yanıtını verdiği sorularını hatırlatmadan geçemeyeceğiz. Çünkü bu sorular, yüzyılın başında Kautsky’nin sosyal-şoven politikasının çok özgün savunusundan başka nedir ki? Çok özgün, çünkü koşullar özgündü, Gorbaçov SSCB’nin başındaydı. Onun görevi bu soruları kapitalist restorasyon için sormaktır.
Oportünizm, aynı tarz saldırıyı, koşullara uydurarak yenilemektedir.
Şimdi de Kautsky’nin proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşlerine bakalım. Kenan Somer’i çalışmamıza konuk eden şey Kautsky’i diriltme çabası olduğundan Kautsky’i kendisinden dinlemek faydalı görünüyor.
Kautsky, Paris Komünü’nde tüm sosyalist eğilimlerin varolduğunu, oysa Ekim Devrimi’nde “Rusya’yı yöneten sosyalist parti ise öbür sosyalist partilerle savaşarak erke gelmiştir. Öteki sosyalist partileri yönetim organlarından dışlayarak, erkini yürütmektedir” diyerek, bunun olmadığını söylüyor. Sosyalist harekette iki eğilim konusunda Bernstein’in yaptığı ayrım “yıkıcı Marksizm-yapıcı Marksizm” şeklindeydi. Elbette Bernstein; “yapıcı” bir Marksist olarak, “hareket her şeydir, nihai amaç ise hiçbir şey” diyordu. Kautsky’de bu ayrım demokratik ve diktatoryal yöntem biçiminde var. Yine elbette, Kautsky bir demokratik yöntemci Marksist olmaktadır. Şöyle yazıyor: “İki sosyalist eğilim arasındaki uzlaşmazlık küçük kişisel kıskançlıklara dayanmıyor, temelden farklı iki yöntem arasındaki uzlaşmazlıktır bu: Demokratik ve diktatoryal yöntemler arasındaki uzlaşmazlıktır.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 107).
Elbette oportünistlerin bu ince ayrımları, bugün de var. Oportünizm tüm tarihi boyunca Marksizm’e hep aynı noktalardan saldırmıştır. Çağa göre biçim değiştirmiştir; o kadar. Bu nedenle Kautsky üzerine tartışmaya değer.
Bir, “Demokrasi olmadan, proletaryanın kurtuluşuna dönük bir araç olarak sosyalizm düşünülemez.” (Kautsky, age, s. 105). İki, “sosyalizm olmadan da, demokrasi pekâla mümkündür.” (Kautsky, age, s. 105). Peki nedir demokrasi? Üç, “demokrasi çoğunluğun yönetimini anlatır. Ama, bundan daha az olmamak üzere, azınlığın kazanmasını da anlatır.” (Kautsky, age, s. 117).
Demek ki; demokrasi olmadan sosyalizm düşünülemiyor. Yani sosyalizm demokrasisiz olmuyor, ama demokrasi sosyalizmsiz oluyor. Amaç demokrasi ise sosyalizm ne işe yarıyor? Ama daha da önemlisi demokrasi tariŞdir. Lenin yanıt versin: “Hayır. Demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109).
Ama, dil dişin ağrıdığı yere gider. Kautsky boşuna demokrasiyi kaşımıyor. Onun derdi zor yolu ile devrimdir. “Önceleri burjuvazi tarafından yönetilen demokratik bir devlette, sosyal demokratların parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanmaları olanağı varsa, yönetici sınışarın, demokrasinin yönetimini engellemek için ellerindeki tüm zor araçlarını kullanacakları ileri sürülmüştür. Bu yüzden proletaryanın demokrasi yoluyla değil, ancak devrim yoluyla politik erki kazanabileceği iddia edilmiştir.” (Kautsky, age, s. 108). İşte demokratik ve diktatoryal yöntemler ayrımı, şimdi, demokrasi yoluyla veya devrim yoluyla politik erki ele geçirme ayrımında ifade ediliyor. Kautsky kendini ele veriyor. Yanıt yine Lenin’den: “Zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 34). Kautsky, şunları da yazıyor, devrim ve demokrasi konusunda: “Despotik yönetimden farklı olarak, demokraside proletarya sürekli devrimle meşgul olmaz.” (Kautsky, age, s. 113). Peki Kautsky hangisini tercih eder, proletaryanın devrimle meşgul olmayacağı bir “demokrasi”yi mi? Reformizm başka ne olabilir? Demek ki Kautsky birinci olarak devrim, zor yoluyla devrim noktasına saldırıyor.
İkincisi, proletarya diktatoryasına saldırıyor. Onu izleyelim. Bir, “Yazık ki, bu diktatoryayı nasıl düşündüğünü Marx kesin olarak dile getirememiştir.” (Kautsky, age, s. 120). İki, “Marx’ın proletarya diktatoryası, yani tek bir kişinin değil de, bir sınıfın diktatoryası anlatımını kullanması onun, sözcük anlamında bu diktatoryayı kastetmediğini açığa kavuşturmaktadır.” (s. 120). Kautsky, önce bize Marx’ın diktatorya ile neyi kastettiğini “yazık ki” diyerek, açıklamamış olduğunu söyleyerek ortalığı bulandırıyor. Sonra bulanık suda balık avlıyor ve bize bir sınıfın diktatoryasından söz edildiği için gerçek anlamda bir diktatoryadan söz etmediğini yazıyor. Ona göre diktatorya kişinin diktatoryasıdır. Sınıfın olunca olmuyor. Buna göre bizlerin Hitler’i bir kötü ruh olarak ilan etmemiz gerekir. Kautsky devlet öğretisinin çanına ot tıkamaya çalışıyor.
“Bu sorunu incelerken, bir durum olarak diktatoryayı bir hükümet biçimi olarak diktatoryayla karıştırmamak için dikkatli olunmalıdır… İlk durumda, bir hükümet biçimi olarak diktatoryadan söz ederken, bunun bir sınıfın diktatoryasını kapsayamayacağını, çünkü, zaten görmüş olduğumuz gibi, bir sınıfın yalnızca yönetebileceğini, ama hükümet edemeyeceğini belirtmek gerekir.” (Kautsky, age, s. 121-122).
Demek ki şimdi de Kautsky bize iki tip proletarya diktatörlüğünden söz edildiğini (Marx’ın bundan söz ettiğini) söylüyor. Bir durum olarak diktatorya ve ikincisi bir hükümet biçimi olarak diktatorya. Bir sınıf yönetebilir ama hükümet edemez. Demek ki kim hükümet eder: “Partiler”. Peki partiler nedir ya da partiler hükümet ederken sınıf yönetmiş olmaz mı? En önemlisi proletarya diktatörlüğünde hükümet etmeyle sınıfın yönetmesinin ayrımı nedir? Kautsky buralarda susar, çünkü onun derdi başkadır, o, bu satırları, Ekim Devrimi zaferinden sonra, SSCB’ deki devleti suçlamak için kaleme alıyor.
“O (Marx) burada hükümet biçiminden değil, ama proletaryanın siyasal iktidarı eline geçireceği her yerde zorunlu olarak ortaya çıkacak bir durumdan söz eder. İngiltere ve Amerika’da geçişin barışçıl olarak, yani demokratik yoldan gerçekleşebileceğini düşünmesi de, Marx’ın burada bir hükümet biçimi düşünmediğini tanıtlar.” (Kautsky’den aktaran Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Beşinci Baskı, s. 19).
Kautsky’nin görüşleri bunlar. Peki Kenan Somer ne diyor? Kenan Somer’i dinleyelim.
Somer şöyle yazıyor: “Ama hangi proletarya diktatoryası? Çünkü Marksist düşüncede ardışık iki proletarya diktatoryası anlayışı var: Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası (buna PD no 1 diyelim) ve devlet biçimi olarak proletarya diktatoryası (buna da PD no 2 diyelim).” (Kenan Somer, “Proletarya Diktatoryası ve Marksizm”, Yeni Marksizm ve Gelecek, Sayı 1(6), 1993, s. 38-39). Şimdi okur dikkat etmelidir, Somer henüz hiçbir zahmete katlanıp ispatlama gereği duymadan PD 1 ve PD 2 biçiminde simgeleştirdiği iki ayrı proletarya diktatoryası anlayışı keşfetmiş. Kautsky de iki ayrı proletarya diktatörlüğü anlayışı keşfetmişti. Kautsky bunları egemenlik durumu olarak ve hükümet biçimi olarak ayırmıştı. Kenan Somer böyle yapmadığına göre haksızlık yapmış olmayalım? Dinleyelim.
“Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası derken, iktisadi ilişkilere ve toplumsal yapıya ilişkin bir durumu, sınıfsal bir egemenlik durumunu düşünüyorum.
Devlet biçimi olarak proletarya diktatoryası derken, siyasal yapıya, yani devlet aygıtının örgütlenmesine ve hükümet biçimine, siyasal rejim ve siyasal dinamiğe ilişkin bir durumu, devrimci bir zor durumunu ya da devrimci bir devlet terörizmini düşünüyorum.” (K. Somer, age, s. 39). Somer düşünüyorum derken haksızlık yapıyor, en azından Somer, Lenin’in “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky” isimli kitabının çevirmenidir ve o iyi bilir ki Lenin, Kautsky’nin görüşlerini eleştirir. Elbette Somer Lenin’in eleştirdiği bu görüşleri savunabilir ama bu durumda dürüst bir yazar kendi Şkirleriymiş gibi Kautsky’nin Şkirlerini sunmaz. Bu en azından ustasına haksızlık olur. Sonra Somer, bu durumda Lenin’in Kautsky’e yanıtlarına yanıt yazmalıdır.
Somer egemenlik durumu olarak proletarya diktatoryasını kabul edecek. Ama “devrimci devlet terörizmi” olan PD 2’yi kabul etmeyecek. Bu, anlatışından belli. O, proletarya diktatörlüğünü reddetmek için önce onu ikiye ayırıyor, sonra onu soyut olarak kabul edip somut olarak reddediyor.
Bir devlet, mutlaka somutta vücut bulur. Proletarya diktatörlüğünün “tipleri” bugüne kadar komün, sovyet tipi olarak ortaya çıkmıştır. Ama bu bir hükümet biçimi değildir. Her şeyden önce egemenlik durumu ile hükümet biçimi ayrımı saçmadır. Sonra K. Somer, egemenlik durumu olarak kabul ettiği proletarya diktatoryasının hükümet biçimini ne olarak öneriyor?
İsterseniz, bu konuda bir de Lenin’i dinleyelim. Elbette Lenin, Kautsky’e yanıt veriyor. “Kautsky diktatoryayı bir ‘egemenlik durumu’ (bir sonraki sayfada, s. 21’de kullandığı deyim tıpatıp bu) olarak sunma gereksinimi duyar; çünkü o zaman devrimci zor, zorlu devrim ortadan kalkar. ‘Egemenlik durumu’ herhangi bir çoğunluğun… ‘demokrasi’ altında varoluşunu içeren bir durumdur! Bu hileli el çabukluğu sayesinde devrim düpedüz yok olur.
“Ama hile çok kabadır ve Kautsky’e hiçbir yardımı olmayacaktır. Diktatoryanın, bir sınıfın bir başka sınıfa karşı -dönekler için öylesine tatsız- bir devrimci zor ‘durumu’nu içerdiği ve böyle bir devrim anlamına geldiği, ‘göz çıkaran’ bir gerçektir. ‘Durum’ ile ‘hükümet biçimi’ arasındaki ayrımın saçmalığı apaçık ortaya çıkar. Burada hükümet biçiminden söz etmek alıklığın daniskasıdır, çünkü her yumurcak, krallık ile cumhuriyetin iki ayrı hükümet biçimi olduğunu bilir. Bu iki hükümet biçiminin her ikisinin de, kapitalist rejimdeki bütün öbür geçici ‘hükümet biçimleri’ gibi, burjuva devletin, yani burjuvazi diktatoryasının çeşitlerinden başka bir şey olmadığını Bay Kautsky’e tanıtlamak gerek.
“En sonu, hükümet biçimlerinden söz etmek, burada hükümet biçiminden değil, ama açık açık devlet biçimi ya da tipinden söz eden Marx’ı budalaca, ama çok kaba bir biçimde çarpıtmak demektir. Burjuva devlet makinesini zorla yıkmadan ve onun yerine Engels’e göre ‘artık sözcüğün gerçek anlamında bir devlet olmayan’ bir yenisini geçirmeden proleter devrim olanaksızdır.
Kautsky bütün bunları el çabukluğuna getirme, soysuzlaştırma gereksinimi duyar. Dönek konumu bunu böyle gerektirir.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 21-22). Bu kitabın çevirmeni Kenan Somer’dir. Lenin sanki Kautsky’e değil de Somer’e yanıt veriyor. Peki Bay Somer bunları bilmiyor mu? Bal gibi biliyor. Onun dönek konumu böyle davranmasını gerektiriyor.
Somer devam ediyor: “Çünkü devlet, proleter devlet de olsa burjuva bir örgüttür.” (age, s. 40). Bu yanlıştır. Niye devlet burjuva bir örgüt olsun? Devlet tüm sınışı toplumlara ait bir örgüttür ve bu çerçevede proleter devlet, hâlâ burjuva hukukunun bir ölçüde geçerli olduğu sosyalizmin, geçmişin izlerini taşıyan aşamanın, geçiş toplumunun proleter örgütüdür. Ama onun sınıfsal bir olgu olmasından hareketle, ona burjuva damgasını vurmak, kaşla göz arasında bir üçkâğıttır. Böylece Somer okuyucusuna aslında burjuva örgüt olan proleter devletin pek önemli olmadığını, yani Somer’in proletarya diktatörlüğüne saldırmasını hoşgörmemizi öneriyor.
İnsan bir kere aklına proletarya diktatörlüğüne saldırmayı koydu mu, tüm çarpıtmaları kendine hak görüyor olmalı. İşte size inciler: “Burjuva örgüt, yönetim modeline dayanan ya da yönetim işlevinin bürünümü olan her türlü çağdaş örgüte verilmesi gereken ad ya da sandır. Tam komünizme, yani sınıfsız ve devletsiz topluma kadar bütün örgütler, öyleyse proleter örgütler de, tanım gereği ‘burjuva örgüt’ olmak zorundadır. Zorundadır, çünkü kafa emeği ile kol emeği arasında ve yöneten ile yönetilen ikiliğine yol açan ayrılığın ancak komünist toplumda ortadan kalkacağı ve birliğe dönüşeceği, parçalanmış bir dünyadan birleşmiş bir dünyaya geçileceği öngörülmektedir. Öyleyse yalnız burjuvazinin sendika, parti ve devlet gibi örgütleri değil, proletaryanın sendika, parti ve devlet gibi örgütleri de ya ‘burjuva örgüt’ olmak ya da hiç olmamak zorundadır. Çünkü proletarya bir sınıftır ve sınışar varoldukça yönetim ilişkisi de varolacaktır.” (age, s. 41).
Somer diyor ki; 1- Proletarya bir sınıftır, sınışar varoldukça yönetim ilişkileri de varolacaktır. 2- O halde bu çerçevede varolan burjuva örgütler de, proleter örgütler de burjuvadır.2 3- O halde, ey proleterler boşuna “sendika, parti ve devlet” kurmayın. Siz, zaten burjuva örgütler kuracaksınız, öyleyse, burjuvazinin örgütlerine girin.
Haksızlık etmeyelim. Somer, bu son satırları açıkça söylemiyor. Peki söylese ne olurdu? Söylese, hiçbir kıymeti harbiyesi kalmazdı. O, Kautsky’i diriltmesi durumunda işin içinden çıkacağını düşünüyor. Peki niye, Kautsky’e yanıt yazan Lenin’e açıkça saldırmıyor? Çünkü o hâlâ bir Marksist olarak görünmek istiyor da ondan. Dinleyelim.
“Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası (PD no 1) kurumsal bir zorunluluktu. Ancak devlet biçimi olarak proletarya diktatoryasının (PD no 2) tarihsel zorunluluk durumuna gelip gelmemesi, Marksizm çerçevesinde bırakılıp bırakılmaması, gerçeklikte kapitalizmden sosyalizme devrimci dönüşüm ve buna karşılık düşen siyasal geçiş dönemlerinin, proleter devlet tipinin kurulması anlamına gelen sosyalist devrimden (siyasal sosyalist devrimden) önce başlayıp başlamamasına bağlıdır.” (K. Somer, age, s. 43). İşte proletarya diktatörlüğünü reddetmenin kurnazca yolu, ama “devrimci dönüşüm”den hiç söz etmese daha rahat olmayacak mıydı?
“Eğer söz konusu ‘geçiş dönemi’ (geçiş dönemleri) siyasal sosyalist devrimden, proleter devlet tipinin kurulmasından önce yani burjuva demokratik devlet çerçevesinde başlarsa, PD no 2 tarihsel bir zorunluluk olmaktan çıkar. Marksizm çerçevesinde bırakılabilir.” (K. Somer, age, s. 43). Bakla burada ağızdan çıkmıştır. Demek ki Somer’in derdi, siyasal devrimden önce, zora dayanan devrimden önce geçişin kapitalizm içinde (pardon, Somer, burjuva demokratik devlet çerçevesinde diyor ve altını çiziyor) başlaması durumunda proletarya diktatoryasının gereksiz olacağını (pardon PD no 2’nin gereksiz olacağını) söylüyor. Aslında o, zora dayanan devrimi reddediyor. Kautsky gibi ya da daha yakın tarihimizdeki Avrupa Komünizmi gibi. Üstelik bu sayede proletarya diktatoryasını Marksizm çerçevesinde ‘bırakabiliyor’. Şu kelimelerdeki zerafete bakın, bırakabiliyor! Hangi çerçevede? Marksizm çerçevesinde. Bu liberal bunları yazarken Marksist olduğuna kimi inandırabilir?
Bu noktada Somer ile Kautsky arasında ilişki kurmakla yetinirsek, Bernstein mezarında bizi kendisini unutmakla suçlayacaktır. Bakın Bernstein ne yazıyor: “Yahut örneğin, her yerde sosyal demokrasi temsilcilerinin pratikte, parlamenter çalışma tabanı üzerinde, her türlü diktatörlükle çelişik, yüksek sayıda halk temsilcileri ve halk yasalarına dayandıkları bir zamanda, proletarya diktatörlüğü lafı üzerinde durmanın anlamı var mı? Bugün bu (proletarya diktatörlüğü kastediliyor -D.A) o kadar aşılmıştır ki, ancak gerçek anlamından çıkartılıp herhangi bir zayıf anlam verilerek gerçek ile uzlaştırılabilir.” (E. Bernstein, “Sosyalizmin Varsayımları ve Sosyal Demokratların Ödevleri’nden”, Mete Tunçay, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi III, Teori Yayınları, s. 177).
Bernstein, bize proletarya diktatörlüğünün gerçek anlamından çıkartılarak gerçekle uzlaştırılması gerektiğini öğütlüyor. Somer, bu öğüde uyarak, proletarya diktatörlüğünü gerçek anlamından çıkartma işine girişiyor, ama bunu Bernstein gibi açıkça yapacağına, ustası Kautsky gibi dolaylı yollarla, proletarya diktatörlüğünü “ikiye” ayırarak, iki ayrı proletarya diktatörlüğü keşfederek yapıyor.
Bernstein, “her türlü diktatörlük” derken, nasıl da devletin sınıfsal niteliğini gizliyor ve demokrasiyi sınıfsızlaştınyor. Devlet ve demokrasi konusundaki bu sığ görüş tüm oportünist eğilimlerin, tüm döneklerin ortak özelliğidir.
“Bir zamanlar Avrupa Komünizmi adı verilen bu Marksist akımın proletarya diktatoryasını ‘bırakmak’tan anladığı şey de devlet biçimi olarak proletarya diktatoryasmı (PD no 2) bırakmaktan başka bir şey değildi.” (K. Somer, age, s. 47). İşte şimdi diyebiliriz ki Somer hem Kautsky’i diriltmeye çalışıyor (adını anmadan), hem de Avrupa Komünizmi’ni. Zaten zahmet etmesin, ikisi birbirinin aynıdır. Biz yine de çevirisini Kenan Somer’in yaptığı kitapta Lenin’in Kautsky’e yanıtını dinleyelim. Somer, çalışmasının bundan sonrasında, hegemonyanın fethi ve barışçıl geçiş konusunda Marx ve Engels’in yazdıklarını açıklama işine girişiyor. Lenin, Kautsky’i kastederek, “bakın ne seŞl kaçamaklara başvuruyor” diyor ve devam ediyor: “Birinci kaçamak… İngiltere ve Amerika’dan geçişin barışçıl olarak, yani demokratik yoldan gerçekleşebileceğini düşünmesi de, Marx’ın burada bir hükümet biçimi düşünmediğini (Somer buna PD no 2 diyor -D.A.) tanıtlar.” (Kautsky’den aktaran Lenin, age, s. 22).
“Hükümet biçiminin burada hiçbir ilgisi yok, çünkü burjuva devletin belirleyici niteliği olmayan, örneğin kendilerini militarizmin yokluğu ile gösteren krallıklar vardır; ve onun bütün belirleyici niteliklerini, örneğin militarizm ile bürokrasiyi taşıyan cumhuriyetler vardır. Herkesçe bilinen tarihsel ve siyasal bir olgudur bu ve Kautsky bunu çarpıtmayı başaramayacaktır.” (Lenin, age, s. 22-23).
“Ve bilerek, asıl niyetini açığa vurduğuna dikkat edin: Şöyle yazmış ‘barışçıl olarak, yani demokratik yoldan!!’
“Diktatoryayı tanımlarken, Kautsky bu kavramın egemen özelliğini, yani devrimci zoru, tüm gücüyle okurdan saklamaya çalışmıştı ve gerçek şimdi ortaya çıkar; söz konusu olan şey, barışçıl devrim ile zorlu devrim arasındaki karşıtlıktır.
“Zurnanın zırt dediği yer, işte burası.” (Lenin, age, s. 21) Hem Somer, hem Kautsky, bir yandan proletarya diktatörlüğüne, diğer yandan zora dayanan devrime saldırıyorlar. Her ikisi de bunu yaparken demokrasiden söz ediyorlar. Kautsky’i iyi bilen Somer niye bunları, açıkça Kautsky ile beraberliğini söylemiyor? Onu korkutan bir şey mi var?
Somer bize, ahlâksızca “devrimci dönüşüm”den söz ediyor. Onun ağzında devrim sözü bile iğreti duruyor. Bir diktatorya düşmanı, bir otorite düşmanı (anti-otoriter), devrimden söz etmemelidir. Zira devrim en otoriter şeydir. Engels, Komün üzerine ‘arı demokrasi’ konusunda şunları yazıyor ve Lenin aktarıyor: “Bu baylar (anti-otoriter-Lenin) hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim, herhalde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir bölümünün, tüfek, süngü, top gibi söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden çok tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız?” (Aktaran Lenin, age, s. 25).
Somer tüm bunları bilir. Ama o, biraz 12 Eylül sonrası yetişen kuşağın bunları bilemeyeceğine güveniyor olmalı. Üstüne üstlük sosyalizmin çözülüşü, ona bu saldırıları için güç veriyor olmalı. Devletin önümüzdeki yıllarda hareketleneceğinin işaretlerini veren yığınların, devrime yürümelerini, devrimci saşarla tanışmalarını engellemek için ihtiyaç duyduğu SÜBAP, bu saldırılarla yeni bir kıpırdanışa yöneliyor. Kautsky’nin “Proletarya Diktatoryası” broşürünü yeniden basıp, olduğu gibi katılıyoruz, diyeceklerine, bu “zahmetlere” katlanmaları bundandır. İşlerini ciddi yapmak istiyorlar. Ama onlar içinde yaşadıkları toprakları yeterince tanımıyorlar.
Somer, proletaryanın mevcut devlet makinesini ele geçirmekle yetinmeyip onu parçalayarak, onun yerine kendi devleti olan proletarya diktatörlüğünü koymasına karşıdır. Ona göre, burjuva demokratik devlet (bu tarih olmuş, artık yeryüzünde hiçbir yerde varolmayan devlet) kullanılmalıdır. Değil mi ki “devlet bir burjuva örgüttür” öyleyse, ha burjuva demokratik devlet, ha proleter devlet ne fark eder? İşte kurumuş yürek ile boş kafatası bir insanda aynı anda varsa, durum böyle olur.

6- SOSYALİST DEMOKRASİ TARTIŞMASI:
KAPİTALİZMDEN SOSYALİZME BAKMANIN SINIRLILIĞI

Sosyalist demokrasi tartışmasının özü buradadır. Yani kapitalist değerlerden, kapitalizmden sosyalizme bakmak. Biz ise tersini savunuyoruz; kapitalizmden komünizme geçiş süreci olan sosyalizme ve bu dönemin proleter devletine, komünizmden bakmak gerekir. Aynı şeye farklı yerlerden bakmanın sonucunun ne olduğunu birlikte göreceğiz.
Sosyalist demokrasi tartışması ülkemiz hareketinin gündemine, esas itibariyle SSCB’nin çözülüşü sonrasında girdi. Ancak daha öncesinde, özellikle “IV. Enternasyonal” yanlılarınca uluslararası alanda gündemdeydi. Ülkemizde artık kendilerine Troçkist demelerinin de anlamı olmayan gruplar, Kurtuluş başta olmak üzere, Gelenek, Dev-Yol ve daha pek çokları sosyalist demokrasi kavramının etrafında dolanıyorlar. Gerçekte, bu tartışma Avrupa Komünizmi’nin özgün biçimidir. Ülkemizde bu tartışma çevresinde yol arayan grupların SBP ve TBKP’den farklılıkları biraz daha utangaç oluşlarıdır.
Sosyalist demokrasi tartışması, tek partinin varlığı altında sosyalizmin bilinen günahlarını işleyerek özgürlükleri kısıtlamış olduğunu ileri sürüyor. Biz bu konuya ilişkin en bütünlüklü çerçeveyi IV. Enternasyonal belgelerinde bulabiliyoruz. “IV. Enternasyonal Belgeleri, Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Yeniyol Broşür Dizisi 6” isimli çalışma Yazın Yayıncılık tarafından basıldı. Bu nedenle tek bu kaynağı kullanmamız yeterli olacak. Diğerleri aşağı yukarı bu çerçeve etrafında dolaşıyor. Elbette tartışmanın başlığının (“sosyalist demokrasi”) cazibesine kapılan kişi ve gruplar şimdilik tartışmamızın dışındadır.
Önce bakışı izleyelim. “Sosyalist devrim, insanlığın ekonomik ve toplumsal gidişinde kör bir anarşik düzenleme yerine bilinçli bir düzenlemeye doğru dev bir adım atılması olasılığı anlamına gelir. Bu süreç ancak dünya çapındaki bir sosyalist toplumda tam ve uyumlu bir tamamlanışa ulaşabilirse de, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, yani proletarya diktatörlüğü döneminde, toplumsallaştırılmış ekonominin bilinçli bir biçimde planlanmasıyla başlar.” (IV. Enternasyonal Belgeleri, Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Yeniyol Broşür Dizisi 6, Yazın Yayıncılık, s. 13). Bu masumane görünen satırların dikkatle okunması gerekiyor:
Bir, “sosyalist devrim… bilinçli bir düzenlemeye doğru dev bir adım atılması olasılığı” anlamına geliyor. Burada olasılık ne demektir? Bir akademisyen “titizliği” mi, yoksa ileride tarihin kendilerini haksız çıkarmaması için uydurulmuş bir temkinlilik mi? Sosyalist devrim, bunun için yapılır. Artık burada olasılık sözü bilimsellik adına bir özgüven eksikliği değil midir? IV. Enternasyonal, kendisini acaba şöyle mi örgütlüyor, “bir devrim olasılığı için örgütlenelim.” Bu durumda ister seyirci olsunlar, ister eylemci kimse onların yanlış bir şey yaptıklarını ispatlamamış olacak.
İki, “dünya çapında bir sosyalist toplum”, kelimenin gerçek anlamıyla komünizmdir. Belgeler komünizm yerine sosyalist terimini kullanıyor. Ama iş burada bitse sorun yok, tersine iş burada başlıyor ve şöyle deniyor; “kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, yani proletarya diktatörlüğü döneminde.” Şimdi, belgeler, kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemine proletarya diktatörlüğü diyor. Belki de kapitalizmden komünizme geçiş dönemi diyeceklerdir. Hayır. İşte komünizmden söz etmemelerinin nedeni budur. Dikkatle okunduğunda görülecektir ki, belgeler, önce bir proletarya diktatörlüğü, ardından sosyalizm, ardından da dünya çapında sosyalizm aşamalarını öngörüyor. Çalışmamız içinde bu konunun yeterince açık olduğu kesindir.
Belgelerin sahipleri, demokrasi tutkunudurlar. Şöyle yazıyorlar:
“Örneğin Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Japonya’da ve Avustralya’da kapitalist egemenler, işçilerin ve yoksul kitlelerin gözünde ‘demokrasi’ şampiyonu olarak görünmek isterler, bu, faşizmin ve Stalinizm’in olumsuz deneyleriyle güçlendirilmiş bir görünüştür.” (age, s. 28). Demokrasi şampiyonluğu, Ekim Devrimi’nin zaferi sonucunda, özellikle de SSCB’nin faşizmi yendiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında devrimin yayılmasını önlemek, devrimci etkiyi azaltmak için öne çıkartılmıştır. Biraz tarih bilgisi olan herkes bunu bilir. Ama IV. Enternasyonal bunu bilmezlikten gelir. “Küçük insanlar iyi ya da kötü duygularını bir sürü küçüklüklerle duyurma eğilimindedirler.” Faşizm ve Stalinizm kelimelerinin art arda gelişi, insana Balzac’ın bu sözünü hatırlatıyor.
Sosyalist demokrasi yanlıları Sovyetler’i neden eleştiriyor? Dinleyelim: “Tek bir partiye ya da bu tek parti denetimindeki sözde ‘kitle örgütleri’ne ya da ‘mesleki dernekler’e (yazarlar birliği gibi) baskı makinelerini, radyo, televizyon ve öteki kitle iletişim araçlarını kullanma tekeli bahşetmek, aslında çağdaş burjuva demokrasilerinde varolan haklara kıyasla proletaryanın demokratik haklarını genişletmek değil, kısıtlamak demektir.” (age, s. 12). Burjuva demokrasilerinde varolan haklar! Bir Marksist “kimin için hak” sorusunu sormadan haklardan söz edemez. İnsan niceliklerle uğraşırken, niteliği bir yana bırakırsa, elinde sadece bozuk bir pusulanın rakamları kalır. Şunu da dinleyelim: “Bu nedenle, emekçilerin demokratik haklarının gelişmiş burjuva demokrasisi koşulları altında zaten kullanılabilenlerin ötesinde bir genişlemesi, programatik ve ideolojik zeminlerde politik gruplar, eğilimler ya da partiler oluşturma hakkının kısıtlanmasıyla uyuşmaz.” (age, s. 12-13). İşte niceliksel hesaplar. “Burjuva demokrasisi koşulları altında zaten kullanılabilenlerin!” İşte bu sözler, 1980’lerde yazılıyor. 20. yüzyılın sonunda burjuva demokrasisinde zaten kullanılabilen hakların ötesinde haklar isteniyor. Nerede? Sosyalizmde, proletaryanın iktidarı aldığı yerde. Kimin için, muhtemelen işçi sınıfı için. Ama hayır, IV Enternasyonal üyeleri buna kızarlar, “tüm insanlar için” demezsek kızacakları kesin. Biraz uzun olacak ama aktarmak gerekiyor.
“Dördüncü Enternasyonal ceza yasaları ve adalet anlamında burjuva demokratik devrimlerin en ilerici konumlarının savunusundan ve genişletilmesinden yanadır, bunların sosyalist anayasalara ve ceza yasalarına dahil edilmesi için savaşır. Bunlar şöylesi haklar içerir;
a) Yeni yasanın zorunluluğu ve suçun geriye işlenmesinin önlenmesi, kanıt yükümlülüğünün, suç kanıtlanana dek suçsuzluğun kabulü.
b) Tüm bireylerin kendi savunmalarının niteliğini eksiksiz belirleme hakkı; duruşmalarda yapılan savunmanın herhangi bir ifadesi ya da satırı için takibata karşı avukatlar için tam kişisel dokunulmazlık.
c) Bireysel cürümler için toplumsal grupların vb. kollektif sorumluluğu anlayışının reddi.
d) İşkencenin ya da şiddet yoluyla baskı yaparak itiraf ettirmenin her biçiminin kesinlikle yasaklanması.
e) İç savaş ve savaş durumları haricinde idam cezasının kaldırılması.
f) Yasa önünde aynı haklara sahip kişilerden oluşacak jürilerce halka açık yargılanmanın yaygınlaştırılması ve genişletilmesi.
g) Tüm yargıçların demokratik olarak seçilmesi ve emekçiler kitlesinin seçilmiş yargıçları geri çağırma hakkı.” (age, s. 49-50).
Tüm bunlarla niye uğraşılıyor? Şeytanın cinsiyeti konusunda IV. Enternasyonal’in görüşü nedir?
Açıktır ki, Dördüncü Enternasyonal nitelik tartışmasını feda ediyor. Proletarya diktatörlüğünün neden azgelişmiş demokrasi olduğunu, niye bir yarı-devlet olduğunu atlıyor. Çünkü, bunlar komünizmden bakılınca görülür. Ama eğer kişi kapitalizmin dar ufkundan bakıyorsa, yazdığı sosyalist demokrasi metni, gerçekte “burjuva demokrasisinin” yüceleştirilmesi, övülmesi sonucunu doğurur. Böylesi bir belge kapitalist devletin ve proleter devletin niteliklerini es geçer. Demokrasi adı altında modern “Batı Demokrasisi”ne3 övgüler dizilir. Gerçekte buradaki savunular burjuva demokrasisinin dar ufkudur. Dördüncü Enternasyonal, Trotsky’nin adını da kirletmiyor mu?
Şimdi de sendika ve grev konusuna geçelim. Dördüncü Enternasnonal belgelerinde şunları okuyoruz. “Bağımsız sendikalar ve grev hakkını güvenceye alan bir çalışma yasası, bu anlamda, işçi konseylerinden alınacak herhangi bir karara, özellikle yönetim organlarının herhangi bir keyŞ ve bürokratik adımına karşı işçilerin ihtiyaçlarının ve yaşam düzeylerinin savunusunu güvenceye almak için gereklidir.” (age, s. 14). Söyleme dikkat edilsin, işçiler iktidarı alıyor, proletarya diktatörlüğü var ve işçiler kendi devletlerine karşı, yaşam düzeylerini savunmak için sendika ve grev hakkına sahip olacaklar. Yani işçiler, kendi devletlerine karşı grev hakkına sahip olacaklar. O halde niye devlet kuruyorlar, iktidara geliyorlar? Açıktır ki, hâlâ kapitalist dünyanın ufkundan sosyalizme bakılıyor. Dördüncü Enternasyonal savunucuları bize diyecektir ki, ya işçi devleti bürokratikleşirse o zaman ne olacak? Evet biz bu her şeyin önlemini alan baylara sormalıyız; peki o halde neden bürokratikleşmeyi önleyecek anlayışı aramıyorsunuz da, habire “bürokratik işçi devleti”ne önlem olsun diye burjuva demokrasisinin dar ufkunu sosyalizme taşıyorsunuz? Evet, işte sosyalist demokrasi tartışmasının özü bu sorudadır. Siz, Dördüncü Enternasyonal üyeleri, sosyalizmdeki bozulmadan yararlanıp, burjuva demokrasisinin savunusunu yapıyorsunuz.
“Yönetim personeli teknik uygunluk ve profesyonel deneyim ölçütlerine göre seçilmelidir. Yönetimin yüksek kademelerince değil, ilgili konseylerce atanmalı ve bu konseylerce görevden alınmalıdır.” (age, s. 17). Bu satırları sanki bir şirkette yöneticilik dersi veren, bir şirket içi eğitim uzmanı profesör söylüyor. Eğer, “yönetim personeli teknik uygunluk ve profesyonel deneyim ölçülerine göre” seçilecekse, Paris Komünü’nden çıkan ilkeler ne olacak? Bu anlayış açıktır ki, yönetim işini elit bir kesimin işi haline getirir. O zaman ücretlerin ortalama bir işçi ücreti düzeyini aşmaması ve devlet işlerinin herkes tarafından yapılabilecek ölçüde basitleştirilmesi anlamsızlaşır. Bu durumda atamayı kimin yaptığının önemi kalır mı? Hem sonra bu durumda görevden almak olanaklı mıdır? Eğer profesyonel deneyimi ve teknik uygunluğu olan adaylar yok ise, bu özelliklere sahip olduğu için “atanan” yönetici nasıl görevden alınabilir? Bir de kelimelerin üzerinde duralım; “yönetim personeli”, “ilgili konseylerce atanmalı” gibi bulanık sözler ne işe yarıyor? SSCB’de atamaları ilgili olmayan bir kurumun yaptığını kim söyleyebilir? Bir yukarıdaki alıntıda da, yaşam düzeylerinin savunulması sözü geçiyor. Oysa biz, başkaları için çalışmayı ahlâk edinen, karşılıksız çalışma bilincine sahip insandan söz ediyoruz. Acaba çözülen sosyalizmde hangisi eksikti, insanların yaşam düzeyleri mi geriydi? Bunu kabul eden birisi, modern tüketim toplumu ufkunu aşamamış demektir.
Gelelim sendikalara: “Her ne kadar devrimci Marksistler ilkesel olarak sınıfın tek bir demokratik sendika örgütlenmesini savunurlarsa da sendikal çoğulculuk hakkına karşı çıkmamalıdır.” (age, s. 14).
Birincisi, sendikalardan söz ederken bu bizim “devrimci Marksistler”imiz nedense sendikanın başına bağımsız veya demokratik sözcüklerini koyuyorlar. Onlar karar vermiş, işçilerin aldatılmasına her yerde karşı duracaklar, kötülükler düşmanı “devrimci Marksist”lerimiz, bilmezler mi ki tüm kapitalist ülkelerde burjuva ideologları bağımsız ve demokratik sendikalardan yanadırlar? Peki kimden bağımsız? Politikadan uzak sendikalardan mı söz ediyorlar? Bu işçileri aldatmak değil mi?
İkincisi, IV. Enternasyonal tek bir sendikadan yanadır ama “sendikal çoğulculuk hakkı”na karşı değildir. İnceliğe dikkat. Sendikal çoğulculuğa mı, yoksa sendikal çoğulculuk hakkına mı karşı değiller? Ne zamandan beri “sendikal çoğulculuk” (siz bunu işçi sınıfının ekonomik anlamda parçalanmışlığı olarak okuyabilirsiniz) bir hak oluyor? Anlaşılan odur ki; “devrimci Marksistler” bizi demokrasinin her türlü çoğulculuk olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bunu yapmaya hakları var, ama bir şartla, devrimci ve Marksist sıfatlarını bir yana bıraksınlar ve bize kendilerini Liberal Enternasyonal olarak tanıtsınlar.
İşte şimdi konunun özüne geliyoruz: Politik çoğulculuk. Yani çok partili sosyalizm meselesi. Liberal Enternasyonal belgelerinde şöyle buyuruluyor: “Tarihsel deney şunu da kanıtlamıştır ki, politik çoğulculuk olmaksızın gerçek işçi demokrasisi olmaz.” (age s. 25). Liberal Enternasyonal üyeleri çok partili bir sosyalizmden yanadırlar. “Üye çoğunluğu işçi olan ama burjuva ideolojisine sahip partiler yasaklanacak mı?4 ‘Burjuva program’ ile ‘reformist ideoloji’ anısındaki ayrım çizgisi nedir? O halde reformist partiler de aynı şekilde yasaklanacak mı? Sosyal demokrasi bastırılacak mı?” (age, s. 23). Bu sorular ne büyük alıklık göstergesidir? Anlaşılan kendilerini, kurulacak bir sosyalizmde muhalif olmaya aday olarak gören bir liberaller grubu konuşuyor. Şu uyarıya da kulak verelim: “Eğer devrimci parti sosyal demokrat ya da ötesi reformist oluşumların bastırılmasına yönelirse, kendi saşarında eğilimlerin özgürlüğünü sürdürmesi ya da hiziplere tolerans tanıması bin kat daha zorlaşacaktır.” (age, s. 24). Demek ki, birincisi, eğer “sosyal demokrat ve öteki reformist” oluşumlara izin verirsek, kendi partimizde de hiziplere tolerans tanımakta bin kat zorlanırmışız. Eh ne diyelim. İkincisi, proletaryanın devleti, yasaklama ve bastırmalara yönelmemelidir.
Liberal Enternasyonal bize iki uyarıda daha bulunuyor. Birincisi parti üyeliği ile ilgili: “Parti üyeliğinde herhangi bir kısıtlandırma, proletaryanın politik iktidarı kullanma özgürlüğünü kısıtlandırır; yani işçi demokrasisini kısıtlandırır ki bu, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına… aykırı olacaktır.” (age, s. 22). Bu ne demektir? Parti üyeliğinin kısıtlanması proletaryanın politik iktidarı kullanma özgürlüğünü niye kısıtlasın? Acaba 4. Enternasyonal, parti ile politik iktidarı aynı şeyler olarak mı görüyor? Proletarya, sovyet, komün vb. biçimindeki örgütlülüklerle iktidarı kullanır. Parti, proletaryanın yol göstericisi, öncüsüdür. Parti, elbette, adı üstünde herkesi üye almaz. Eğer onun bir program ve tüzüğü var ise, bunları kabul edenler üye olur. Bu bir kısıtlamadır. Eğer bu olmazsa parti de olmaz. Ancak daha da önemlisi 1919 yılında Lenin partiye yeni üye alınmasına karşı çıkıyor. Lenin, böylesi dönemlerde bütün çapulcuların partiye üşüşeceğini söylüyor. Liberal Enternasyonal öylesine liberaldir ki, önce parti üyeliğinden söz ediyor, sonra onun herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmasına karşı çıkıyor. Liberal Enternasyonal gerçekte Lenin’in 1919’daki tavrına karşı çıkıyor. Liberal Enternasyonal belgeleri “Leninist Kitle Partisi” (bakınız, s. 30) sözünü kullanırken de Lenin’e saldırıyor.
İkinci uyarıları ise şöyle: “Eğer devrimci Marksistler, proletarya diktatörlüğü altında işçilerin politik özgürlüklerinin -hükümeti eleştirme özgürlüğü, muhalif partilere ve muhalif basına özgürlük dahil- burjuva demokrasisi altında varolandan daha dar olacağı yolunda en ufak bir izlenim bırakırlarsa, parlamenter yanılsamaları yayanların alt edilmesi için verilen mücadeleler, yenilgiye mahkûm olmasa da ölçüsüz derecede zor olacaktır.” (age, s. 32). Pes doğrusu! “Devrimci Marksist’ler, “proletarya diktatörlüğü5 altında işçilerin politik özgürlüklerinin burjuva demokrasisi altında varolandan” daha dar olmasını tartışıyorlar. Bu ne menem bir özgürlük kavramıdır? Her sınıf iktidarda iken, kendi devletini kurar ve kendi devleti kendi özgürlüklerini içerir. O halde hiç bir sınıf kendi iktidarı koşulunda sahip olduğu özgürlüklere, bir başka sınıfın iktidarı koşullarında sahip olabilir mi? Özgürlük anlayışları da liberaldir.
Şimdi sorunun özüne gelelim. Proleter devlet, burjuva devlet gibi siyasi partiler, onların oluşturduğu bir parlamento üzerine yükselmez. Tersine, proletarya diktatörlüğü sovyet veya komün gibi örgütlenmeler üzerine yükselir. Dolayısıyla sosyalizmde siyasi partilerden oluşan bir parlamento yerine, bu aşağıdan yukarıya örgütlülükle gelen, geri alınabilmeleri olanaklı temsilcilerden oluşan bir “parlamento” vardır. Bu durumda siyasi partiler, eğer çok sayıda olsalar bile, hükümet etmek şansına sahip olmayacaktır. Bu, her şeyden önce çok sayıda partinin varlığı ile “demokrasi” olacağı varsayımını yıkar. Çok sayıda parti, ancak onlardan oluşan bir parlamento, genel oy sistemi ve yasama (parlamento), yürütme (hükümet) farklılığının korunduğu koşullarda anlamlıdır. Bu ise bilinen biçimiyle bugün tümüyle göstermelik hale gelen, arkasındaki devlet çarkını örten bir şal olan burjuva parlamentarizminin kendisidir.
Lenin, “parlamentarizmin ortadan kaldırılması” başlığı altında Devlet ve İhtilal’de Marx’tan iki aktarma yapıyor. Birincisi şöyle: “Komün parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci, hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 62).
İkinci aktarma ise şöyle: “Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halka -herhangi bir işverenin kişisel seçimi gibi- bu işletmeler (komünler) için işçiler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 62).
Atina’da köleci devlet, köle sahipleri için bir demokrasi idi. Atina demokrasisi doğrudan (temsilcileri aracılığı ile değil) demokrasi idi. Yani bir alanda toplanan yurttaşlar (köle sahipleri ve özgür yurttaşlar) isteklerini herkese, direkt bildirebiliyordu. Ama o genel değildi, sadece köle sahiplerinin oy kullanma hakkı vardı. Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Atina demokrasisinden farklı olarak, burjuva demokrasisi genel oya dayanır. Ama doğrudan demokrasi yoktur. Siyasi partiler içinden temsilciler seçme yoluyla, genel oy kullanılır. Proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) ise örgütlenmiş kitlelerin genellik ilkesini kapsayan doğrudan yönetimleri, hem yasama hem yürütmeyi birleştiren hareketli bir gövdedir. Bu noktada demokrasinin varlığını (ki burjuvalar için proletarya diktatörlüğünde demokrasi yoktur. Her sınıfın devleti kendisi için demokrasidir. Proletarya diktatörlüğü üretim araçlarına el koymuştur ve bu durumda üretim araçları ile birlikte tüm ayrıcalıklarını kaybetmiş burjuvalar için özgürlükten söz etmek saçmadır) çoğulculukta (çok parti, çok sendika vb.) görmek, burjuva demokrasisi ufkunu aşamamaktır.
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek; yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 63).
Sosyalist demokrasi adı altında çok partililiği tartışmak, gerçekte bir yandan burjuva demokrasisini övmeye, diğer yandan ise komün ve sovyet vb. biçiminde örgütlenmeyi gözden uzaklaştırmaya yarıyor. Sözü Lenin’e bırakalım: “Burjuva toplumunun iliklerine dek çürümüş, satılık parlamentarizmi yerine, komün, düşünce özgürlüğü ve tartışmanın yutturmaca halinde yozlaşmadığı örgenlikleri koyar. Bu örgenliklerde, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşamaz; çünkü parlamenterler (bu örgütlere seçilenler) kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. Temsili örgenlikler kalır; ama özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 64).
“Sovyetler, emekçi ve sömürülen yığınların, devleti kendi başlarına örgütleme ve onu her araçla yönetme olanağını kolaylaştıran dolaysız örgenliklerdir… Proleter demokrasi, herhangi bir burjuva demokrasisinden bir milyon kez daha demokratiktir; Sovyetler iktidarı, burjuva cumhuriyetlerinin en demokratiğinden bir milyon kez daha demokratiktir.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 33).
“Sovyetler proleter diktatoryasının Rus biçimidirler.” (Lenin, age, s. 43). Ama kafasını burjuva demokrasisine gömmüş bir liberal topluluk bunu anlayabilir mi, parlamentarizminden, çok particilikten kopabilir mi?
Tam bu noktada sosyalist demokrasi yanlıları, ama SSCB örneği, diye yakınmaya başlayacaktır. Ama onlar bu deneyi, bu tarihsel mirası ciddi biçimde inceleselerdi, bozulmanın Stalin’in kişiliği veya parti sayısından kaynaklanmadığını görebileceklerdi. Sosyalist demokrasi savunucuları komün ve sovyet vb. biçimindeki örgütlenmeleri yadsımadan çok partiden boşuna söz etmiş olurlar. Ama onların yaptığı da bu örgütlenmelere saldırıdan başka nedir ki? Bu haliyle sosyalist demokrasi, proletarya diktatoryasına saldırmanın biçimlerinden biridir. Köklerinin Kautsky’e kadar uzandığı da kesin. Yine bu noktada, Bernstein’in “bana haksızlık yapıyorsunuz, bu işin babası benim, Kautsky de kim oluyormuş” diyen sesini işitir gibi oluyoruz. Bernstein şöyle yazıyor: “Fakat çağımızda demokratik olarak bir toplum çoğunluğunun, kişisel hakları devamlı zedeleyen yasalar yapmaması gerektiği hemen hemen mutlak olarak kesindir. Çünkü bugünün çoğunluğu yarının azınlığı olabilir ve böylece, azınlığa baskı yapan bir yasa, ileride bugünün çoğunluğu olan kişileri tehdit edebilir.” (E. Bernstein, age, s. 173-174). Bir de şunu dinleyelim: “Demokrasi, ne kadar topluma mal edilir ve kamu bilincine egemen olursa, herkes için o ölçüde en yüksek özgürlük anlamına gelir.” (age, s. 173).
Demek ki Bernstein’a göre demokrasi bir sınıfın diktatörlüğünü anlatmıyor. İki, o, her zaman azınlık haklarının korunmasını istiyor. Sosyalizmde, proletarya diktatörlüğü koşullarında azınlık kimdir? Elbette Bernstein proletarya diktatörlüğünü reddettiği için bu soruyu ona soramayız. Ama bizim Liberal Enternasyonalimize sorabiliriz. Çünkü onlar bize, proletarya diktatörlüğü koşullarında azınlık haklarını korumayı anımsatan bir durumdan söz ediyorlar. Niteliği bir yana atıyorlar. Sosyalist demokrasinin yasalarını tartışıyorlar. Çok partili sosyalizmden söz ediyorlar. Bize, kibarca, biraz da utangaçça, burjuvaların haklarını korumaktan, onlara seçme, seçilme hakkı tanımaktan söz etmiş oluyorlar.
“Demokrasi,” diyor Bernstein, “aynı zamanda hem araç, hem amaçtır. Hem sosyalizm uğruna savaş aracı, hem de sosyalizmin gerçekleşmesi şeklidir.” (Age, 174) Şimdi, sosyalist demokrasi yanlıları, bize Bernstein ile farklarını anlatmalıdırlar. Bernstein proletarya diktatörlüğünü reddediyor ve sosyalizmin gerçekleşme şekli olarak demokrasiden söz ediyor. Sosyalist demokrasiyi bayrak edinen IV. Enternasyonal, sosyalist demokrasinin, zaten burjuva demokrasisinde kullanılabilen haklardan geri haklar vermemesi gerektiğini söylüyor.
“Demokrasi,” diye yazıyor Bernstein, sınışarı kaldırmasa bile, sınıf egemenliğini kaldırır… Demokraside partilerle bunların arkasında bulunan sınışar kudretlerinin sınırlarını öğrenir ve yalnız,… durum ve koşullara göre akla uygun olarak gerçekleştirmeyi umut edebilecekleri şeylere kalkışırlar… (Çünkü demokrasi, bir uzlaşmalar yüksek okuludur).” (Bernstein, age, s. 175). Liberal Enternasyonal belgelerinde partilerin kapatılmasına şiddetle karşı çıkılıyor. Sosyal demokrat partilerin, işçiler içinde örgütlenmiş partilerin varlığını koruması isteniyor. Modern kapitalizmde her parti işçi sınıfının oylarına göz diker. Acaba bu partileri kapatırsak, onlara oy vermiş işçi yığınlarının iradelerini diktatörce tanımazlık etmiş olmaz mıyız? Biz, IV. Enternasyonal’i Kautsky’e bağlarken, bize kızan Bernstein haklıymış.
Tüm bunları yeterli görmeyenler için Bernstein’ın aynı makalesinden iki alıntı daha yapılabilir: “demokrasiyi savaşarak gerçekleştirmek, demokrasinin siyasal ve ekonomik organlarını, geliştirmek, sosyalizmin gelişmesi için kaçınılmaz önkoşuldur.” (age, s. 188). Ama Bernstein’dan sosyalizm sözünü bu kadar duyduğumuza göre, onun sosyalizmden ne anladığına da bakmamız gerekir. “Bu anlamda sosyalizme, örgütlenmeci liberalizm de denilebilir, çünkü sosyalizmin istediği, ısrarla istediği örgütler iyice incelenirse görülür ki, onları dıştan görünüşleri bakımından benzeri feodal kurumlardan her şeyden önce ayıran, liberalizmdir, yani demokratik yasası, herkese açıklığıdır.” (age, s. 181) Bernstein’ı sosyalizmden, Marksizm’den ayıran, dıştan görünüşü bir yana, özü açısından onun liberalizmidir. IV. Enternasyonal’i liberal yapan da, onun “sosyalist demokrasi”nin nicelikleri ile uğraşması, tüm burjuva liberal önlemleri sosyalizme taşımasıdır.
Ekim Devrimi’nden öğrenmek isteyenin gözü komünizm için savaşta olmalıdır. Gönlünde böylesi bir savaş için hiçbir şey taşımayanın, beyin hücreleri bu yolda, öğrenmeye yönelmez. Biz yine de henüz gönlünde bir şeyler taşıyanlar için Lenin’den son bir aktarma yapalım.
“Proleter devrim, yalnız Avrupa’da değil, tüm dünyada gözler önünde olgunlaşıyor, ve onu kamçılayan, hızlandıran ve destekleyen de, proletaryanın Rusya’daki zaferidir. Bütün bunlar sosyalizmin tam zaferi için yeterli midir? Elbette hayır. Bir tek ülke, daha çoğunu yapamaz. Bununla birlikte, Sovyetler iktidarı sayesinde, bu ülke tek başına o denli çok şey yapmıştır ki, dünya emperyalizmi, diyelim Alman ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin bir anlaşması ile, yarın Rus Sovyet iktidarını yıkacak bile olsa, hatta bütün olasılıklar içende en kötüsü olan bu olasılıkta bile, Bolşevik taktik sosyalizm için en büyük yararı sağlamış ve yenilmez dünya devriminin büyümesine yardım etmiş olmaktan gene de geri kalmazdı.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 81).
Paris Komünü’nün bıraktığı yerden Ekim Devrimi yükseldi. Ekim Devrimi, 70 yıllık bir deneyimi bize miras bıraktı. Paris Komünü iktidar sorununun altını çizdi. Ekim Devrimi içeride ve dışarıda devrimin sürekli kılınmasının zorunluluğunu öğretti. Ekim Devrimi sosyalizmin, komünist bilince sahip yeni insanla kurulacağını gösterdi. 70 yıllık emsalsiz bir mirasın üzerinde ileri sosyalizm boy atacaktır.

Sonraki Bölüm: Ekim Devrimi Deneyimi Üzerine