Kapitalizmin krizi derinleşiyor: Neo-liberalizmden yeni gümrük duvarlarına

Modern kapitalist-emperyalizm, birçok şeyle niteleniyor. Yakın döneme kadar “tek kutuplu dünya” ya da Kissinger formülü ile “imparatorluk” olarak adlandırılan ABD hegemonyası bunlardan biridir.

Bir başkası, “finansal çağ”dır. Büyük çaplı üretim, bununla birlikte yürüyen tekelleşme, modern pazarlamacılığın altın çağının sonunda, yeni aşama, finansal çağ olarak adlandırılıyor. Artık, diyorlar, kapitalist dünyanın altın çocukları olma işini, üretim mühendislerinden devralmış olan pazarlamacıların dönemi bitti ve onların yerine brokerlerin, borsacıların, hisse senedi simsarlarının devri başladı.

Ne olursa olsun, bir konuda ortaya konan bilgi, en kötü durumda bile, gerçekliğin bir parçasını içerir. Üstelik bilgiyi ortaya koyanların amacı bu bilgi kırıntılarını bile manipüle etmek olsa dahi.

Krizler de, buna uygun ele alınıyor.

1800’lerin sonlarında, daha çok 1870’lerin ortalarında ortaya çıkan kriz, kapitalist sistem içinde, tekelci egemenliğin ortaya çıkışı ve gelişimini ifade ediyordu. Nitekim, tekelleşmenin daha da gelişmesi ile sonuçlandı. Modern manifaktür, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşmasının önünü açmıştı. Ve sırada büyük fabrikalar, üretimde dev “verimlilik yaratan” üretim mühendisliğine dayalı, büyük çaplı üretim vardı. İnsanın ve doğanın tahribi, elbette son derece hızlanmıştı ve sermaye egemenliği, önündeki engelleri yıkıp atmak istiyordu. Ama bu durumun bizzat kendisi, krizi büyütüyordu.

Elbette her krizde, tekeller daha büyür, sermaye daha fazla merkezîleşir. Kapitalistlerin bir kısmı, diğer kapitalistler tarafından mülksüzleştirilir.

1929 krizinin, daha da büyük bir kriz olduğu söylendi. Ve 29 krizi, aslında, tekelci sistemin açık olarak tıkandığının kanıtı idi. 1917 Ekim Devrimi ile, kapitalist-emperyalist dünya, küçülmeye başladı. Ve Sovyetler’i boğma hevesleri, henüz, tam bir sistematik, yeni bir dünya düzeni üretmiş de değildi. Bu koşullarda, komünizmi boğma süreci sürerken, kapitalist-emperyalist dünyada, kriz daha da derinleşmekte idi.

1929 krizinin borsada çöküş ile kendini dışa vurması rastlantı değildir. Finansallaşma, işte ta o dönemden beri gelişmiştir. Kapitalizm, bugünkü gibi olmasa bile, o dönemde zaten bir dünya kumarhanesine dönüşmüş idi. Finansal sermaye, o dönemde de çok ama çok önemli olmaya başlamıştı.

Ama 1929 krizi, devletin daha fazla “ekonomik” roller üstlenmesi ile aşılmaya başlandı. Ünlü altyapı yatırımlarının gelişiminin özel bir alan hâline gelişi bu dönemde başlar. Dönemin gözde iktisatçısı Keynes, devletin harcama yapmak yolu ile, işçilerde gelir oluşumunu teşvik etmesini, böylece talebin canlanmasını, aşırı üretimin tüketilmesini ve sistemin yeniden çalışmaya başlamasını öneriyordu.

Ama gerçekte, bu, daha o dönemde, çok ama çok aşırı bir üretim olduğunun kanıtı idi. Bu aşırı üretim, tüm dünyaya eşit olarak dağıtılsa, bir sorun olmayacak, belki de dünyamız, bu denli yağmalanmayacaktı. Ama bunun için, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kalkması gerekiyordu. Üretim güçlerinin gelişimi ile, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki çelişki, şiddetli bir dibe vuruşa neden oldu. Kriz, kapitalist sistemde, “devlet”in öne çıkarılması ile aşıldı. Gerçekte bu her zaman böyledir. Her krizde, burjuva devlet, özel roller alır. Bu bazan, “devletin rolünün azaltılması” şeklinde de ifade edilebilir. Gerçekte her durumda devlet ilave roller alıyor. Tüm burjuvaların (günümüzde tekellerin) ortak komitesi olarak burjuva devlet, onlar adına, ortak noktalarda hareket geliştirmek zorundadır. Her krizde olan budur.

1929 krizi, bize Keynes denilen bir iktisatçının savunduğu devletin rolü meselesini bıraktı. Ve günümüz burjuva sosyal demokrasisi, buna hâlâ sarılmış durumdadır. Oysa gerçekte, kapitalist-emperyalist sistem, yeni duruma adapte olmakta idi.

1980’lerde, Friedman, yeni bir kapitalist kriz dalgası içinde, çözüm olarak liberal “özgürlükleri” öne çıkardı. Böylece, gümrük duvarları indirildi, “serbest” ticaretin önü açıldı. Gerçekte, kapitalist merkezler, dünyanın geri kalan ülkelerinde, yani sömürgelerinde her şeyi kapitalist pazar ekonomisine açmayı talep ediyordu. Bu nedenle, dünya çapında sermayenin hareket olanaklarının daha da artırılması gerekiyordu. İstenen buydu ve kapitalist sistemin yeni krizi, 1970’lerdeki kriz böyle aşılabilirdi.

1929 sonrasında, İkinci Dünya Savaşı vardır.

Ardından, kapitalist sitem, Sovyetler Birliği ile bir arada yaşama politikası demek olan, soğuk savaş politikasını geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı, aynı zamanda kapitalist-emperyalist dünyada, yeni bir dünya düzeni de demek idi. Başını ABD’nin çektiği emperyalist örgütlenme, sadece Bilderberg toplantılarında, Dünya Ekonomik Forumu’nda kendini ortaya koymuyordu. Aynı zamanda Dünya Bankası, IMF, Bretton Woods anlaşması, NATO vb. gibi örgütlenmelerde de ortaya koyuyordu. Siyasal olarak “iki kutuplu dünya” diye tarif edilen bu sistem, aslında soğuk savaş döneminin ta kendisidir.

Ama 1970’lere gelindiğinde, kapitalist sistem alarmlar vermeye başlamıştı. ABD, Bretton Woods anlaşmasına aykırı olarak, dünya çapında askerî operasyonları organize edebilmek amacı ile, karşılıksız paralar basıyordu. Bu aslında, diğer emperyalist güçlerce de bilinen bir gerçek idi. Ama komünizme karşı mücadelenin gereklerini kabul etmiş bu güçler, artık ABD’ye açıktan meydan okuma olanaklarından da yoksundular.

İşte, liberal ekonomik politika önerileri ile kapitalizmin 1970’lerdeki krizine çareler arayan Friedman, aslında bu dönemin politikalarının ifadecisidir.

Böylece, dünya çapında, önceleri liberal, daha sonraları şiddeti artırılmış tarzda neo-liberal politikalar ortaya konmaya başlandı. Doğanın, toplumun ve insanın daha büyük şiddetle yağmalanması demek olan bu politikalar, dünyayı “küçülttü” ve “global köy” nitelemeleri oldukça fazla ilgi gördü.

2008 krizi, bu neo-liberal politikaların sonunu ifade eder.

Bir; tek kutuplu dünya hayalleri çökmüştür. ABD egemenliği sorgulanmaya başlamıştır. Bugün, bu her iki noktada da, artık herkesçe görülecek kadar açık bir yol alınmış olduğu açıktır. Şimdilerde ABD’nin nasıl ve ne zaman dağılabileceği tartışılmaktadır. Meksika sınırına Trump tarafından inşaa edilen duvar, “duvarları yıkıp iki Almanya’yı birleştirmeyi savunan neo-liberal ruh” ile tamamen aynı şeydir. Çelişkili gibi görünmesi, günlük mantıkla ele alındığındandır. Gerçekte, ABD dün ne istiyorsa bugün de onu istiyor, tekeller dün ne istiyorsa bugün de onu istiyor. Ama durum, güçler dengesi vb. değişmiştir. Şimdi, duvar inşa eden üç ülke vardır; biri ABD’de, Meksika sınırı yeridir. Amaç Teksas’ın kopmasını önlemek midir? İkincisi İsrail’dir, yer Filistin sınırıdır, kendi varlığını korumak için midir? Üçüncüsü Türkiye’dir ve yer Suriye sınırıdır, Kürdistan’ın birleşmesi korkusundan mıdır?

2008 krizi, ünlü iktisatçıların sözleri ile, sadece hisse senetlerinin buharlaştığına sahne olmadı. Aynı zamanda, fizikî olarak ayakta duran binaların, likit olmayan varlıkların da buharlaştığına sahne oldu.

2008 krizi, özelleştirme yaygaralarının başında gelenlerin, devletin kendilerini kurtarmaları gerektiğini anlatmalarına sahne oldu. Krizden önce, 250 milyar dolar değeri olan Citi Bank, Rockefeller ailesinin ünlü bankalarından biri, CIA’nın örtülü operasyonlarında görev almış olan banka, 25 milyar dolara Çinlilere satılma tehlikesi geçirdi. Rockefeller, devleti bankayı Çinlilere satmakla tehdit etti. Ve devlet, 25 milyar dolara satılması gündeme gelen bankaya, 360 milyar dolar koydu. Banka kurtuldu, ve bugün bu banka, hâlâ aynı ailenin mülkiyetindedir.

2008’den beri 2008 krizi sürmektedir. Devletler, bu süreç içinde, neo-liberal politikacıların bir dönem önce savunduklarının tersine, banaların ve finans kuruluşlarının borçlarını devralıyor. Dikkatli olun lütfen, bankaları ve finans kuruluşlarını doğrudan devralmıyor. Onların ederlerinin kat kat üstündeki borçlarını devralıyor.

Hepsi mi?

Hayır. Hiç hepsini olabilir mi? Elbette, en gereklilerini. Tekelci kapitalizmde devlet, tüm burjuvaların ortak devleti değildir, bazılarının daha fazla ortak devletidir.

Aslında, bu önlem, krizi daha fazla artırmaz mı? Eğer bu soru aklınıza gelmiş ise, doğru noktadan yakaladınız, ama soru yanlış demektir. Doğru noktadan yakaladınız, çünkü gerçekten de artırır. Ama soru yanlış, çünkü bu önlem, krizin faturasını halka yıkmak demektir. Devlet, bu parayı ancak bu biçimde oraya koyabilir.

2008 krizinin, bugüne kadarki süreçte bize gösterdiği bir başka şey, devletlerin karşılıksız para basma hızlarının çok ama çok artmasıdır. Aslında bu karşılıksız para basma, doları dünya para birimi hâline getirmiş olan ABD’nin 1970’lerden beri uyguladığı bir şeydir. ABD, açıkça Bretton Woods anlaşmasından çekilerek, para basması için altın karşılığı olması gerektiğini zaten reddetmişti. Bu aslında, dünya çapında, uluslararası ticaret ve onun ihtiyaç duyduğu hukuk açısından gerekli olan zeminin boşaldığı anlamına gelir. Hiçbir değeri olmayan ABD dolarları piyasalarda dolaşmakta, gerektiğinde Irak operasyonunda dağıtılmakta, gerektiğinde Afganistan operasyonunda kullanılmakta, gerektiğinde Suriye’de savaşçı satın almak için kullanılmaktadır.

Burada, Erdoğan’ın mesela şöyle bir soruyu kendine sorması gerekmez mi? Adam matbaa kurmuş, habire dolar basıyor, ben Erdoğan olarak, koskoca İslam dünyasının hikmetinden sual edilmeyen lideri olarak, bu dolarları avlamak, biriktirmek vb. için çaba harcıyorum, bu saçma değil mi? Öyle görünüyor ki, Erdoğan bu soruyu kendine sormuyor. Yazık, belki de La Casa de Papel filmini de Melih Gökçek gibi fırsat bulup seyretmemiştir.

Peki bu karşılıksız basılan paralar, ilerde daha büyük bir krizi biriktirmez mi? Elbette. Ünlü iktisatçının, paranın, hisse senetlerinin buharlaştığını daha önce görmüştüm, ama 2008 krizinde binaların da buharlaştığını gördüm demesinden anlaşılıyor ki, bu para basmanın da bir sınırı var.

2008 krizi sonrasında biz, bir de en ünlüsü Bitcoin olan yeni para biçimleri ile karşılaştık. Günümüz kapitalizmine kumarhane kapitalizmi diyenleri haklı çıkaracak biçimde. Ama biraz da ilerisinde değil mi? Eğer bu elektronik paraları sadece kumarhane mantığının içinde ele alırsak haksızlık olur. Belki de kumarhanelerin de sonunun işaretidir. Şimdilerde karşılıksız basıldığı ortaya çıkan, tüm ülkelerin para birimlerinin çöküşünün ön habercisi olmasınlar? Kumarhanelerin sonu olmasınlar?

2008 krizi, aynı zamanda, negatif faiz dönemi de oldu. Elindeki fazla parayı bankalara, karşılığında bir faiz almadan koyan mudiler, mevduat sahipleri, Ricardo ve Adam Smith’in varsayımlarının tersine, “rasyonel” davranmıyorlar demektir. Öyle ya, parası olan kişi, bunu, sadece limitli bir gelire razı olacaksa, bankaya faize koyacaktır. Oysa, finans dünyası, bu faizi vermek istemiyor. Bunun yerine paranın, borsaya, birbirinden parlak gelecek vadeden kağıtlara yatırılmasını istiyor.

Ama aradan geçen 10 yıla bakıldığında bu negatif faiz uygulamasının da sonuna gelindi.

IMF, “Mali İstikrar” başlıklı bir rapor yayınladı. Raporun yayınlanma tarihi, 21 Nisan 2018. Yani yenidir. Bu raporda, işlem gören kâğıtlara ilişkin bilgiler var. Hâlihazırda, bugün itibari ile, dünyada işlem gören “türev finansal araçlar”ın toplamının 600 trilyon dolar olduğu söylenmektedir. Rapor bunu yazıyor.

Bir şirketin, kendi maddi varlığını, hisse senetleri şeklinde ortaya koyup, bunu mesela borsaya, yani kumarhaneye açması, bu kâğıtları alanlar için “kâğıtlara yatırım” olarak ele alınır. Bu işlem birinci elden bir işlemdir. Ama bir de bunu temsilen çıkarılan kâğıtlar var ki, bunlar “türev finansal araç” olarak anılırlar. Bizde ilgi çekici işlemler oluyor. Mesela, 4 proje, doğrudan hazine garantisi ile işliyor: Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü, Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Üçüncü Havalimanı inşaatı. Bu projelere kredi veren kuruluşlar, yapımcı, yüklenici firmaların varlıklarını, teminatlarını kabul etmiyorlar. Mesela Ziraat Bankası’nın verdiği teminatları kabul etmiyorlar. Devlet hazinesinin garantör olmasını istiyorlar. Bu da, elbette, hazineye akan gelire ipotek koymak demektir. Ve hükümet, bu kez, Kanal İstanbul projesini ele alıyor. Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul’u, her tarafı denizle çevrili bir şehir devlet olarak organize etmek isteyen ve böylece onun kontrolünü sağlayabileceğini düşünen proje sahipleri, aceleciler. Bunun için de Erdoğan bastırıyor. Bu işte de sonuçta büyük yağma ve rant var. Erdoğan için bu rant yeterlidir. Ve bunun için kredi gerekiyor.

Bu kez, uluslararası finans kuruluşları, bu krediyi vermek için hazine garantisini kabul etmiyorlar. Öyle ya, hazine zaten diğer kuruluşlara garantör olduğu için çökmüş durumdadır. Bu durumda ise, varlık fonu organize ediliyor. Varlık Fonu’na, gelir getiren bazı işletmeler alınıyor, mesela THY, mesela Çaykur, mesela Telekom vb. Bu işin başına da Jöleli lakaplı Yiğit Bulut getirilmiş gibidir. Belki de fikir babası odur. Ve şimdi, bunun üzerinden kredi aranıyor. Ama zaten hazine gelirlerinin bir bölümü, devlet iştirakı olan bu kurumlardan gelmektedir. İşte bu işlem aslında bir türev işlemdir. Temsilcinin temsilcisi diyebilirsiniz.

600 trilyon dolar ne demektir?

Dünyanın 190 ülkesinin milli gelir hesapları düzgün tutuluyor. Bu rakam, bugün 78 trilyon dolardır. Yani, sadece işlem gören “türev finansal araçlar”ın toplamı, fizikî gelirin 7,6 katıdır. Bu kapitalist sistemin sadece bir “kumarhane” olmadığının, aynı zamanda hayalî bir varlığa dönüştüğünün kanıtıdır.

Şimdi, 2008’de başlayan ve 10. yılını dolduran krizin ortadan kalktığını mı görüyoruz?

Hayır.

Trump’lı ABD, dünya çapında açık bir ticari savaşı ilan etmiştir. ABD, uluslararası alandaki pek çok anlaşmadan tek taraflı ve uluslararası hukuku hiçe sayarak çekilmekle kalmamıştır. Dahası, dün dile getirdikleri kuralları da değiştirme iradesini ifade etmiştir.

Davos’ta, gümrük duvarlarını yükseltme isteğini dile getirdiğinde burjuva iktisatçılar da biraz şaşırmıştı. Oysa şimdi, Trump, D7 ülkeleri ile kavgaya tutuşmuştur. Açık olarak Kanada Başbakanı’na hakaret etmiştir. Bunlar acaba sadece, Trump’ın delilikleri olarak mı açıklanacak? Yoksa, bu deliyi öne çıkartan sistemin, ABD sisteminin ihtiyaçlarını mı ifade etmektedir?

Trump ne kadar saygıyı hak etmiyorsa, Erdoğan da o kadar hak etmiyor, peki ya Macron, o saygıyı hak ediyor mu? Ya May, o hak ediyor mu? Aslında bu örnekler, dünyada yeni bir dönemin açık işaretleridir.

ABD, çelik konusunda gümrükleri yükselteceğini ilan etti ve Çin’i hedef gösterdi. Oysa Çin’den ABD’nin çelik ithalatı düşüktür. Daha doğrusu, ABD çelik ithalatındaki ilk 10 ülke arasında Çin yoktur.

6 Temmuz günü, karşılıklı olarak ABD ve Çin arasında, gümrük duvarları %25 oranında yükselmiştir. Aynı gün Rusya, ABD’ye yanıt olarak gümrük duvarlarını yükselttiğini ilan etmiştir.

İlgi çekici olan şeylerden biri de şudur: ABD, Çin’e karşı gümrük duvarlarını yükseltme naraları atarken, beklendiği gibi, çelikten söz etmiyor. Zaten etmemesi gerekir. ABD, daha çok, havacılık, iletişim ve robot teknolojilerinden söz ediyor. ABD, açık olarak, Çin’in bu alanda ilerlemesini engellelemek istiyor ve bunun garantisi alınırsa, gümrük vergilerinin düşürüleceğini ifade ediyor. ABD, bu tür şeyleri istemeye alışıktır. Mesela Türkiye’deki Saray Rejimi’ne, Cargill’in isteklerini iletip, şeker fabrikalarının tasfiyesini talep etmişlerdir. Erdoğan bunun karşılığını aldığı sürece sorun yoktur. Tarımı tümden yok etmemişler midir?

Ama sıra Çin’e geldiğinde işler değişmektedir. Çin ve Rusya’nın misillemesi ticari savaşın ne boyuta geleceğinin kanıtıdır.

Aynı süreç AB ve ABD ilişkilerinde de geçerlidir.

Tüm bu süreç, savaşın yaklaştığının kanıtıdır.

Rusya ve Çin’in, savaşı istememeleri, ABD’yi savaş olmaksızın durdurma niyetleri, görüldüğü gibi işe yarayacak gibi değildir.

Bu, kapitalist sistemin krizidir. Ve 2008’dekinden daha büyük bir dalgayı ifade etmektedir.

Kapitalist dünya sistemi, kapitalist-emperyalizm, ömrünü fazladan sürdüren, üretici güçler tarafından çoktan aşılmış olan bir sistemdir. Ömrünü fazladan uzatabilmesi, olanakları ve örgütlü gücünün eseridir. Demek oluyor ki, fazladan ömür süren bu çirkin, çürümüş, şekilsiz canavar, daha çok ama daha çok, dünya işçi sınıfının örgütlüğündeki eksiklik, dünya proletaryasının gücünün eksikliği nedeni ile hayatına devam edebilmektedir.

Kapitalizm kendi krizleri sonucu, otomatik mekanizmalarla yıkılmaz. Kapitalizmi yıkacak olan, işçi sınıfının eylemidir.

Kapitalizmi yıkmak, yeryüzünü, dünyayı bir şekilsiz canavardan da temizlemek demektir. Doğanın ve insanın geleceği açısından kapitalist sistemin her günü tahrip demektir.

Tüm dünyada, paralel örgütlenmelerin, aynı anda gelişecek eylemliliklerin önemi artmaktadır.

Dünya işçi sınıfı, enternasyonalist bir örgütlenmeyi geliştirmeyi öğrenmek zorundadır.

Dünyanın her parçasındaki işçiler, fabrikalara, çalıştıkları yerlere el koymayı, onları doğrudan yönetmeyi hedeflemek zorundadır.

Dünya çapında yükselen gerici, savaş yanlısı, ırkçı dalgayı durdurmanın, gelişen karşı-devrimi dağıtmanın yolu, dünya işçilerinin kapitalizmi yıkma mücadelesini yeniden yükseltmeleridir.