Bir yandan, Saray Rejimi, baskı ve şiddeti sürekli artırarak, her türlü hile ve hukuksuzluğa başvurarak, varlığını sürdürmenin yollarını arıyor. Ve bugüne kadar da bulduğu anlaşılıyor.
Ama diğer yandan, işçi sınıfı, emekçiler, gençler ve kadınlar, kısacası halk, bu duruma karşı, Saray Rejimi’ne karşı direniş yolları geliştiriyor.
Erdoğan iktidarı, Saray Rejimi, gerçekte 12 Eylül karşı-devriminin devamıdır. Hem de her açıdan devamıdır.
Her ikisi de birer ABD ve NATO projesidir.
Erdoğan, 2002’de bir özel proje olarak organize edilirken, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, bir yandan Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, diğer yandan ise, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya gibi emperyalist güçler arasında gelişen yeni paylaşım savaşımının bir aracı olarak devreye sokulmuştur.
AK Parti ve Erdoğan projesi, SSCB döneminde geliştirilmiş olan “yeşil kuşak” projesinin artıkları ile devam ettirilen projelerin devamıdır. SSCB’ye karşı geliştirilen “yeşil kuşak” projesi, El Kaide, Müslüman Kardeşler, Fethullah Gülen gibi hemen her İslam ülkesinde organize edilmiş projelere dönüştürülmüştür. Bu projeler, doğrudan ABD elindedir, sahaya öyle sürülmektedir. AK Parti ve Erdoğan projesi, bu projelerle doğrudan bağlı, onların bir parçasıdır.
Saray Rejimi, egemen sınıflar için, Sabancı’lar, Koç’lar vb. için, büyük ölçüde kârlılık demektir. İşçi sınıfının bastırılması, kapitalistlerin kârlarına kâr katmaktadır. Ülkemiz, sigortasız işçi çalıştırma, ucuz emek cennetlerinden biridir. İşçi ücretleri aylık 1000 TL civarında dolaşmaktadır, ki bu 170 euro demektir ya da 200 dolar demektir. Bu nedenle, Saray Rejimi, her ne kadar bazı dinî söylemleri ve eylemleri ile endişe yaratsa da, zenginler için büyük kârlılık dönemi demektir. Tüm burjuvalar, bu nedenle Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni, bugüne kadar desteklemiştir. Son dönemde bu destek, koşullu desteğe, yarı mecburî desteğe dönüşmüştür. Bugün, bazı rahatsızlıkların dile geldiği görülebilmektedir. Yaşam tarzı, dinî alanlar vb. üzerinden dile getirdikleri rahatsızlıklar ise, artık bir anlam da ifade etmemektedir.
Saray Rejimi, açık biçimde baskı ve şiddeti sürekli tırmandırmakta, işçi sınıfı ve emekçilere karşı açık bir savaş yürütmekte, ülkede bir iç savaş organizasyonu ile ayakta durmaktadır. Sadece Kürt halkına dönük saldırı ve hukuk tanımazlığı, katliamcılığı ele alsak dahi, bunu söylemek mümkündür. Ama bu saldırı sadece Kürt halkına karşı değildir. Bu saldırı, tüm işçi ve emekçilere, tüm özgürlük, ekmek arayışına, tüm kadın ve gençlere, kısacası milyonlara, ezilen sınıflara dönük bir saldırıdır.
Saldırı sadece polis ve ordu eli ile yürütülmüyor. Bunlara ilave olarak Ergenekon-gladio tipi örgütlenmeler, bunların hem eskileri hem de SADAT gibi yenileri, bazı mafya grupları ve çeteler de bu baskı aygıtının yanında iş görmektedir.
Ve ilave olarak yargı sistemi, baskı aygıtının bir parçası hâline getirilmiştir. Öyle genel anlamı ile bir parçası değil, zaten bu anlamda hep bir parçasıdır. Burada daha özel olarak hukuk sistemi, yargı sistemi, tamamen halka karşı yürütülen “özel savaş”ın bir parçası olarak devrededir.
Basın, tamamen Saray medyası hâline gelmiştir. Tüm haber kanalları, ajanslar, TV kanalları, gazeteler Saray medyası olarak örgütlenmiştir. Bu, halka sürekli olarak karanlık pompalama makinasıdır.
Bunun üstüne, tarikatları ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da eklemek gerekir. İdeolojik saldırının, halkın yaşamına doğrudan müdahalenin, hurafeleri egemen kılmanın önemli araçlarından biri de budur. Medya kadar etkili olmaması ayrı bir konudur ama medya ile birleşmektedir ve bu durum, halkın “uyuşturulması” için büyük ölçüde iş görmektedir.
Tarikatlar, devlet aygıtının kontrolünde, modern dinî çeteler, modern dinî mafya grupları hâline gelmiştir. Tümü, kara-para ile ilgilidir ve tümünün şiddeti kullandıkları da açıktır. Bu şiddet sadece silâhlı ekipleri eli ile uygulanmıyor, bu aynı zamanda cinsel bir şiddet olarak da organize ediliyor. Bu açıdan, Gülen organizasyonunun biraz farklı versiyonları devrede, sahada ve etkindir. Sağlık bakanının Coşan tarikatından olması ya da bazı bakanlıkları mesela Menzil tarikatının ele geçirmiş olması, işin boyutlarını gösteren örneklerdir.
Bu tarikatlar, devletin yanında, işçi ve emekçilerin mücadelesine karşı, özgürlük, barış ve ekmek mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Özellikle Kürt illerinde bu tarikatlara yol açılması boşuna değildir.
Saray Rejimi, bir rant ve yağma ekonomisine dayanmaktadır. Bu durum, savaş yanlısı politikaların da bir gereğidir. ABD adına, Ortadoğu’da tetikçilik yapılması, elbette bu çeteci mantığın, bu yağma mantığının, bu rant ekonomisinin gelişimi için büyük bir destek sunmaktadır. Saray’ın ve Erdoğan’ın çevresinde kümelenmiş bir “yeni zenginler” grubu, bu rant ekonomisi ve yağma ile büyümektedir. Çeteler buradan beslenmektedir.
Bu, işin devlet, egemen sınıflar ile ilgili tarafıdır.
Ortada şöyle bir soru vardır: Bunca baskıya, bunca rüşvete, bunca hukuksuzluğa, bunca yağmaya, bunca yalana karşı işçi sınıfı ve halk neden bir şey yapmıyor? Soru budur ve hemen her düşünen insan tarafından dile getirilmektedir.
Ama diğer yandan, halkların, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, kısacası milyonlarca emekçinin bir arayışı olduğu da kesindir.
Gezi Direnişi bunun en açık ifadesidir. Gezi Direnişi, iktidarı alaşağı etme hedefini gütmemişti. Baskıya, yağmaya, aşağılanmaya, günlük yaşama müdahaleye, rant ekonomisine karşı, insanların kendiliğinden bir direnişi idi. İktidarı hedef almamış olsa da, iktidar, Gezi’yi hedef almakta çekinmedi, bugün hâlâ hedefindedir.
7 Haziran seçimlerinde, AK Parti iktidarına son veren sonuçların ortaya çıkmış olması da, bu direnişin, milyonlarca emekçideki arayışın bir sonucudur. Bu direniş, 7 Haziran sonuçları, hile ile, her türlü hukuksuzlukla ortadan kaldırıldı ve Saray, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı, gençlere karşı açık bir saldırı başlattı. 3 Kasım seçimleri, tüm bu saldırılara rağmen, hile ile gerçekleşen müdahaledir.
16 Nisan referandumu da direnişin sonuç verdiği, ama sonucun kabul edilmediği bir başka olaydır. 16 Nisan’da hayır oyları fazla çıkmıştır ve Saray, AK Parti’si, CHP’si, MHP’si ile bu sonuçları tersine çevirmiştir. 16 Nisan referandumu ile, işçi sınıfı ve halklar, açıkça, kendi karşılarında, polisi, ordusu, yargısı, YSK’si, CHP’si, AK Parti’si, MHP’si ile tüm sistemi bulmuştur. Sandığa olan inanç sarsılmıştır.
Son 24 Haziran seçimleri de, yine Saray’ın ve sistemin kaybı demektir. Ama sonuçlar tersi olarak resmîleşmiştir. Sandıklar bile sayılmamıştır. İnce ve Erdoğan ittifakı, seçimlerden Saray’ın istediği sonuçları çıkarmıştır. Sokaklarda gösteri yapmak için çıkan çetelerin, halkı kurşunlayacağı korkusu ile sonuçları kabul ettiği ileri sürülen İnce, aslında, Kalın’ın bir başka çeşididir. NATO ve TC derin devleti, Erdoğan’ı galip ilan etmiştir. Erdoğan, artık işe yarar olmaktan çıktığı hâlde, NATO ve ABD eli ile, önüne bir plan konularak iktidarda tutulmuştur. Bu plan, sadece içeride iş görmek için değil, Rusya’ya ve Çin’e karşı bir plan olarak görülmelidir. Yeri gelmişken, Türkiye ile ABD arasındaki gerilimin büyük ölçüde bir tiyatro olduğunu eklemek gerekir.
Şimdi sorumuza dönelim: Neden işçi sınıfı ve halk, tüm bu baskıya, yalana, talana, rant ve yağmaya karşı sesini çıkarmıyor?
Aslında soru yanlıştır. Sesini çıkartıyor, ama sonuç alınamıyor. Neden sonuç alınamadığı sorusu sorulabilir.
İnce’nin mitinglerine akan milyonlarca insan, gerçekte CHP seçmeni bile değildir. Ama bir şüphe ile olsa da arayış içinde olan milyonlardır.
İnce ve Kılıçdaroğlu’nun başarısı, milyonlarca küskün seçmeni, tekrar sandığa çekebilmelerindedir. Bunun zemini de vardı. Ama, bugün, İnce ve Kılıçdaroğlu, bu krediyi Erdoğan lehinde kullanmıştır. Şimdi, milyonlarca işçi ve emekçi, Erdoğan ve Saray Rejimi denildi mi, bunun sadece AK Parti ve MHP ittifakını değil, CHP ittifakını da içerdiğini anlamaya başlayacaktır.
Saray Rejimi, eğer hâlâ yerinde ise, bunun ana nedeni, işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenmesindeki eksiklik ve zayıflıktır. Yani, mesele “tepki yok” değildir. Tepki vardır. Ama tepkinin, direnişin sonuç vermesi için, işçi ve emekçilerin kendi örgütlülüğüne dayanan bir hareket içinde olmaları gereklidir.
12 Eylül ile başlayan dönemde, yani 40 yıldır, işçi sınıfı, devrimci hareketten uzak durmaktadır. Sürekli olarak yakınmakta, yerel eylemler geliştirmekte, ama hep düzen partilerinden birinin peşine takılmaktadır. Kendi bağımsız örgütlenmesini geliştirmekten uzak durmaktadır. Devrimci harekete uzak durmaktadır. Mesele bunun yıkılması ile çözülecektir.
İşçi sınıfı, her alanda örgütlenmek zorundadır.
İşçi sınıfı devrimci mücadele dışında bir yolla sonuç alamaz.
Bu sadece sandıklara güven üzerinden bir direnişle sağlanamaz.
Kurtuluş, sandıklardan çıkacak sonuçlarda değildir.
Sandıklarda hile yapmaya niyetli bir sistemi, bir devleti, engellemek mümkün değildir. Bu ancak, ileri bir örgütlenme ile olur. Bu örgütlenme, devrimci bir örgütlenme olmak zorundadır. Yani, düzen partileri ile bağını kesmiş, hiçbir burjuva partiye güvenmeyen, tersine kendi öz örgütlenmesine güvenen bir işçi sınıfı, sonuç alabilir.
Mesele bir şeyler yapmak değildir, mesele gerekli olanı yapmaktır.
Kurtuluş, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını savunan, devrimci bir eylem çizgisinde eylem yapabilmekten geçer.
Kurtuluş, işçi sınıfının devrimcileşmesine bağlıdır.
Bugün, Saray Rejimi, açık bir yönetme krizi içindedir. Geniş kitlelerin bu sistemden rahatsızlıkları vardır. Bunu dile getirme şekilleri farklı olabilir. Ama artık bu bilinmektedir. Erdoğan ve Saray Rejimi, kendi geleceğinden endişelidir. Erdoğan ve Saray Rejimi, orada, NATO, derin devlet, ABD desteği ile durmaktadır.
Saray Rejimi, içeride baskıya, daha çok baskıya, yalana, daha çok yalana, ranta ve yağmaya ve bunların daha çoğuna dayanmak zorundadır. Dışarıda ise, savaşa, daha fazla savaşa dayanmak zorundadır.
Bir bütün olarak Türkiye’deki sistem çökmektedir. Bu sadece ekonomik bir süreç değildir. Bu, sosyal, ideolojik ve siyasal bir süreçtir de.
Ve bu koşullarda tek çıkış, işçi sınıfının devrimcileşmesi yolu ile gerçekleşebilir.
Bugün, TC devleti, Saray Rejimi, giderek daha eskiye dönme isteği ile çıkış aramaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde adına “üç tarz-ı siyaset” denilen politika, bugün, bir çorba şeklinde devreye sokulmaktadır. Üç tarz-ı siyaset, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslam üzerine dayanır ve devletin bunların en az ikisini birleştirmesi ile TC devleti organize edilmiştir. Osmanlı çöktüğü için, Türkçülük ve İslam öne geçmiştir. Bugün, Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslamcılık olarak, Saray Rejimi tarafından ifade edilen “yeni ideoloji”, “yeni Türkiye” aslında bir başka çöküş sürecini ifade etmektedir.
Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslam, son 10 yılda açık olarak birbirine çorba edilerek kullanılmaktadır. Saray Rejimi, “yerli ve milli” yaklaşımı ile, bu siyasetin çökmekte olduğunu itiraf etmektedir.
Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’nun ve emperyalizmin SSCB’ye karşı ileri karakolu olarak organize edilmiştir. Kore savaşına asker gönderilmesi bu sürecin açık sonucudur.
Bu, aynı zamanda, ABD’nin siyasal egemenliği altına girmek demek idi. Öyle olmuştur. ABD, ordu, diyanet, yargı sistemi, polis gücü de dahil tüm siyasal yapıyı kontrol etmiştir. Bu soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik alanda Türkiye bir Avrupa sömürgesi olmuştur. Bu özgün durumu biz, “ortaklaşa sömürge” olarak tarif edebiliriz. Siyasal alanda ABD’nin egemenliği ve ekonomik alanda Avrupa egemenliği. Soğuk savaş dönemi boyunca bu durum, çok da problem olmamıştır. Ama SSCB çözüldükten sonra, emperyalist güçler arasında, dünyanın ve bölgemizin yeniden paylaşılması savaşı öne çıkmaya başlamıştır. Bugün, bu süreç yaşanmaktadır. Erdoğan eli ile organize edilen Saray Rejimi, bu amaca dönük bir organizasyondur.
Saray Rejimi, işçi ve emekçilere dönük, halklara dönük daha büyük baskı demektir. Bu noktada, 12 Eylül’ün tam olarak devamıdır. Ama paylaşım savaşımı açısından, ondan farklıdır. Tam bir ABD tetikçisi olarak iş görmek üzere organize edilmek istenmektedir.
İşte işçi sınıfının, halkların kurtuluş arayışı bu koşulları göz önüne almak zorundadır.
Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisi, halkların kurtuluş arayışı, kesinlikle anti-emperyalist olmak zorundadır. Bu durum, tüm bölgede süren paylaşım savaşında, doğrudan halkları muhatap almak demektir. Yani, şu ya da bu emperyalist güce güvenmek diye bir çıkış yolu yoktur. Tersine, kendi öz gücünü örgütlemek ve yine kendi özgücünü örgütlemiş halkların ortak direnişini örgütlemek temeldir.
Bölgemiz, devrimci örgütlenmeye ihtiyaç duymaktadır.
İşçi sınıfı, kendi devrimci örgütlenmesi ile, sadece kendi kurtuluşu için mücadeleyi ileri taşımakla kalmayacaktır. Aynı zamanda, tüm halkların anti-emperyalist direnişinin de yolunu açacaktır.
İşçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin bir arayışı, bir kurtuluş, özgürlük arayışı var. Bunu hem yakın geçmişte görmek mümkündür, hem de bizzat bugün. Bu arayış, elbette istenen sonucu vermemiştir. Buna bakarak, işçi sınıfı ve halkların direnişini küçümsemek aymazlık olur. Tersine bu direnişi daha da büyütmek ve bunun yolunu görmek/göstermek gerekir.
Direnişi, milyonların arayışını bu gözle ele almak gerekir.
Direniş, artık her türlü mücadele yöntemini meşru kılmaktadır. Sadece sandığa bağlı kalmak, bir sonraki sandığa kadar halka, işçi sınıfı ve emekçilere “kaderine razı ol” demek, CHP’nin, AK Parti’nin, MHP’nin vb. işidir.
Tersine işçi sınıfının örgütlenme ve direniş bağını doğru kurması gereklidir.
Akıl burada gereklidir, cesaret burada gereklidir.
Her tür örgütlenme, yol açıcı olacaktır. İşçi sınıfı kendini bağımsız ve devrimci bir sınıf olarak örgütlemeden, kendi gücünün farkına varamayacaktır.
Kitlelerin arayışının ifadesi olan eylemlerinin tümüne bu gözle bakmak gerekir.
Örgütlenme ne ölçüde gelişirse, işçi sınıfı ne ölçüde burjuva partilerin denetiminden çıkabilirse, o ölçüde sonuç alıcı direniş gelişecektir.