Tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, Soçi’de imzalanan Türkiye-Rusya anlaşması ile birlikte, İdlib sorunu zamana yatırıldı. Tansiyon düştü. Suriye sahasında, savaş, daha düşük bir seyir izlemeye başladı. 15 Ekim’e kadar, Türkiye, operasyonların olmaması karşılığında, çetelerin ağır silâhlarını teslim edecekleri ve silâhsızlandırılmış bir bölge oluşturacağı sözünü verdi.
Tahran’da gerçekleşen üçlü toplantı, bu sürecin ilk adımı oldu. Türkiye, devlet olarak IŞİD, Nusra vb. çetelerle bağını itiraf etti. Onların adına “ateşkes” talep etti. Böyle olunca, Türkiye’nin ilişkilerini kullanarak, bu çeteleri bölgeden çıkarma planı için Rusya ile bir anlaşmaya varmasının yolu açıldı.
TC devleti için açık sorudur: Suriye’den çıkartılan bu çeteler, Türkiye’ye getirildikten sonra, ne oldular? Bunlar, içeride devletin çıkarları için kullanılmak üzere mi organize ediliyor, yoksa başka ülkelere, ABD tarafından verilen adreslere mi teslim ediliyor?
Tahran toplantısı ve İdlib süreci, sadece Türkiye’nin çeteler ile olan ilişkilerini itiraf etmesi ile sınırlı kalmadı. Bu itirafla Türkiye, çetelerin gerçek sahibi olan ABD, İngiltere ve İsrail’i yükten de kurtarmış oldu.
Ama ikinci bir gelişme daha ortaya çıktı. TC devletinin tüm dış politikası, her ne kadar Rusya-İran hattı ile ilişkileri olsa da, her ne kadar S-400 sistemlerini almak gibi işlere girişilse de, tüm dış politikası, Washington’un açık talimatlarına bağlı olmaya devam etmektedir. İdlib süreci bunun en açık kanıtıdır.
Muhtemelen Ruslar, kendilerini tekrar kandırılmış hissetmektedir. McKinsey’e ekonominin teslim edilmiş olması, zaten bunun gereği idi. Rusların bunu görmemiş olması mümkün değil. McKinsey anlaşmasının tazelenmesi 2017’de olduğuna göre, bunu olsa olsa sadece Türkiye halkları bilmiyordu. Öyle ise, Türkiye bir kere daha Rusları kazıklamışa benzemektedir.
Ve buna rağmen, Suriye sahası anlamsız bir sakinlik içindedir. Elbette sahada çok şey oluyor, ama tansiyon düşük seyretmektedir. Ve dahası, İdlib meselesi olduğu gibi durmaktadır. Suriye için, öncelik İdlib meselesi olmak üzere, Kürt meselesinin de ana noktasını tuttuğu, yeni anayasa sürecinin başlatılması sorunu var. İdlib ne kadar uzarsa, tüm bunlar da o kadar uzamaktadır.
Suriye’nin, tüm yabancı güçler çekilsin açıklamalarının aksine, ABD, arkasında NATO desteği ile, bölgede daha da yerleşik bir hâl almaya, Kürtlerin alanları başta olmak üzere, Rakka çevresine yerleşmeye çalışmaktadır.
Tam bu süre içinde 6 Kasım’da ABD seçimleri vardı. Ve 5 Kasım’da ABD, yeni İran ambargosunu uygulamaya koydu.
Yeni İran ambargosunun açık bir haydutluk olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Zaten bir ABD tutumu olarak bu durum biliniyor. Türkiye, HalkBank davasında, “senin ambargondan bana ne” diye nutuklar atıyordu. Oysa yeni ambargo sürecinde, ABD’den, muafiyet talep etti. Öyle anlaşılıyor ki, bazı limitli muafiyetler de aldı.
Bu hâli ile İran ambargosu, hiçbir sonuç vermeyecek, etkisiz kalmaya mahkûm, ABD’nin haydutluğunun göstergesi olarak kalacaktır. İran’ın bu yolla diz çökmeyeceği açık olsa gerek. Ama yine de bölgede, nükleer anlaşma sonrası oluşan rahatlama, tamamen ortadan kalkacaktır.
İsrail, İran karşıtı cepheyi oluşturmak için, epey bir çaba sarfetmişti. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün vb. bu cephenin içinde yer aldıklarını açıklamıştı. İşte İsrail, bu ambargonun gelmesi sürecinde, Arap ülkeleri ile açıktan, Filistin karşıtı ve İran karşıtı ilişkiler kurduğunu ilan etti. İsrail, peş peşe, Ekim sonu, Kasım başında, Umman, BAE, Dubai, Çad gibi ülkeleri açıktan, gizlice değil, duyurularak, fotoğraflanarak ziyaret etti.
Ambargo, belki en çok bu işe yaramıştır. İsrail, Araplar nezdinde açık bir tanınma, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi süreci tamamlama, Filistin meselesini “yüzyılın anlaşması” adını taktıkları anlaşma ile tamamlama sürecini hızlandırmıştır.
Tüm bunlar İran’ın etki alanını kırma girişimleridir. Ve elbette Türkiye, bundan çok ama çok hoşlanmaktadır.
İşte tam bu noktada, Türkiye, Rusya-İran ile oluşturdukları ittifakın dışına çıkıp, ABD emirleri çerçevesinde hareket edeceğini ortaya koymaktadır. ABD, bu durumu Kürt kartı ve ekonomik krizi kullanarak mı yaptı? Kanımızca, böyle düşünmek, Türkiye’deki ABD varlığını eksik anlamaktır. TC devleti, doğrudan ABD emirleri ile davranmaktadır, bu yeni değildir. Bu, on yıllardır böyledir. NATO, bunun ana mekanizmasıdır. Sadece, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kontrolü konusunda bir çatışma vardır ve SSCB dağıldıktan sonra bu “ortaklık” çatlamıştır. Bunun etkileri dışında bir başka süreç görünmemektedir. Türkiye’nin bağımsız davrandığı ya da davranacağı düşüncesi doğru değildir.
Evet Türkiye’nin bir şark kurnazlığı vardır. Bu durum, ABD’nin Türkiye’ye bölge için verdiği roller nedeni ile “fırsatlar” gören TC yönetiminin, en başta da Erdoğan ve Genelkurmay’ın, “bağımsız” bir ülke süsü ile davranıp, pay kapma kurnazlığıdır. Bu “kurnazlık” da ABD denetiminden uzak değildir. Suriye savaşında, Suriye’nin ve Suriye’deki halkların, en başta da Kürtlerin IŞİD çetelerine karşı direnişi, Suriye savaşının ABD ve müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanması, Türkiye’nin Rusya ve İran’a yakınlaşmasını doğurmuştur. Bu bir tercih değildir. Ve ABD açısından, sınırları belli bir davranış modudur. Bu kadar.
Elbette, ekonomik kriz ve Kürt meselesi, ABD tarafından kullanılmıştır. Zaten Türkiye, bu pazarlığa çoktan razıdır.
Tam bu noktada, ve bu çerçeve içinde, ABD, Suriye’deki Kürt hareketini kontrol edebilmek için, Türkiye ile işbirliğine razı olacağı izlenimini vererek, Türkiye-İran-Rusya ilişkilerini bir anda kesebilir konumdadır. Türkiye de buna çoktan hazırdır. Erdoğan, sahibi tarafından affedilmiş olmanın heyecanını yaşamaktadır. Durum böyle gelişirse, olacak olan da budur.
İşte ABD’nin, PKK yöneticileri için para ödülünü koyması, tam da bu anlamda bir mesajdır. ABD, PKK olmaksızın, Suriye’de bir tarz Barzani yönetimi oluşturmak istemektedir. TC devleti ile ABD arasında var olan sorunları çözmek adına, şimdi, İran’a karşı cepheyi daha da büyütmek istiyorlar.
Türkiye, İran’a karşı savaşta açıktan roller almayı kabul etmiştir. Bunun karşılığında ne kadar para alacağını bilmiyoruz. Ne kadar ileri gidebileceklerini de. Ama İdlib meselesinin uzatılmasının ana nedeni böylece ortaya çıkmaktadır. İdlib meselesi, İran’a karşı operasyonlarda zaman kazanmak için uzatılmak istenmektedir.
Erdoğan, bu sürece uygun olarak, artık ne Şangay Beşlisi’nden söz ediyor, ne de S-400’lerden. Artık, gündemde Ukrayna ziyareti ve Ukrayna ile askerî işbirliği projeleri, Kırım meselesi vb. var. Bu durum, Rusları “kazıklamak” denilen sürecin bir tekrarıdır. Görünen budur.
Öte yandan, bu sürecin, önceden, Ruslar tarafından, İran tarafından görülmeme ihtimali yoktur. Ne İran, ne Rusya, Türkiye’ye derin bir güven duymamıştır. Türkiye’nin, herkesi memnun etme, herkesi uyutma, herkesi idare etme, herkese kazık atma politikası olarak tarif edilen şark kurnazlığı ile elde edeceği sonuçları hep birlikte göreceğiz.
Tüm bunlar, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesi sürecidir. Kaşıkçı cinayetini Suudilere karşı halifelik alanında önalmak için kullan, diye öneriler dinleyen Erdoğan’ın İran ile çatışmaya aynı tarzda girmesinin sonuçları acaba ne olur? Acaba, bunca yıldır hiçbir sınır savaşına girmemiş bu iki gücün savaşı, kime kazandırır? İsrail ve ABD planlarının bu tarzda Türkiye içinde etkili olması, sadece bağımsız bir ülke olmama durumunu göstermez, aynı zamanda, tetikçiliğin ileri boyutlarına delalettir. Türkiye, emperyalist planlar çerçevesinde, kendisine dahi kurşun sıkan bir boyuta getirilmiştir.
Bu durum, “ulus devletler” önemini kaybediyor tezini, emperyalist versiyon açısından doğrular. Elbette, söz konusu olan bir sömürgeleşmiş devlet ise, önemini kaybetmiştir. Ama söz konusu olan bir ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olunca, “ulus devlet” tüm ağırlığı ile yükselmektedir. İşte bu tezin gereği olarak, Türkiye, bu bölgedeki emperyalist paylaşım savaşımında tetikçi olmayı kabul ederek, kendini “önemsiz” hâle getirmiştir. Türkiye’nin yönetenleri, kendilerini, kendi devletlerini, ancak emperyalist efendileri onlara “siz önemlisiniz” dediklerinde ve o ölçüde önemli görebilmektedir. Artık, tetikçilik, “ben gerekliyim” mesajını vermenin aracı hâline gelmiştir. Efendileri adına, neler yapabileceklerini göstererek, onaylanmak istemektedirler.
Bu nedenle, tüm komşularına karşı saldırgan bir dış politika sürdürüyorlar. Bu dış politikanın sahipleri, tıpkı McKinsey gibi “yerli”dirler. Türkiye’nin dış politikası, NATO üyeliğinden bu yana, asla ve asla kendisi tarafından oluşturulmamıştır. Hele 1980 sonrasında bu politikalar, daha çok ABD’ye bağlanmıştır ve AK Partili dönemde, doğrudan, bir ABD memuru tarafından organize edildiklerine şüphe yoktur.
ABD’nin planı açıktır.
Suriye yenilgisini kabul edip, alıp evine dönmeyecektir.
ABD, savaşı büyütmekten yanadır. Evet ABD içinde de farklı gruplar vardır. Ama bugün görünen, İran’a karşı cepheyi genişletme politikasıdır. Bunun için, Türkiye’yi yönlendirmeleri de zor değildir. Elbette, İran, Suriye kadar kolay bir “lokma” görünmemektedir. Hele ki, Suriye’nin ne kadar kolay bir lokma olduğu, yenilgi ile anlaşıldıktan sonra. Ama bu ABD’nin sorunu değildir. Yeni ABD Dışişleri Bakanı’nın, “Ankara’nın NATO’dan çıkmamasını ümit ettiğini” söylemesi, aslında yol ayrımının yaklaştığını göstermektedir.
Türkiye, içinde Astana süreci de dahil, Rusya ve İran ile ilişkilerini değiştirme noktasındadır.
Bu noktada yeniden İdlib meselesi önem kazanmaktadır.
Öyle görünüyor ki, taraflar, özellikle Rusya-İran-Çin tarafı, süreci hızlandırma peşinde değildir. Bu nedenle tansiyonu düşürdüklerini görebiliyoruz. Ama aynı şey, ABD, İngiltere, İsrail cephesi için söz konusu değildir. Tersine onlar, daha atak davranma peşindedirler.
Önümüzdeki aylar, cephelerin netleşeceği bir süreçtir.