Leyla Güven, HDP milletvekilidir. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da süren tecridine son verilmesi için açlık grevine başlamıştır. Bu yazı Kaldıraç sayfalarında yer aldığında, muhtemelen 90. gününü açlık grevinde geçirmiş olacaktır. Tabii, bu noktaya gelmeden önce, Öcalan’a uygulanan tecrit sona ermemiş ise. Ya da 90. gününe sağ çıkabilmiş ise.
İnsanın, kendi vücudunu açlığa bırakması, tarihte ilk değildir. Öncesi vardır ve mutlaka sonrası da var olacaktır.
Bu yazının amacı ise, eylemin ne denli büyük bir irade ile başladığını anlatmak değildir. Eylemin kendisi zaten kendini gösteriyor. Dahası Leyla Güven’in başlattığı eylem, çok farklı yerlerden katılımlarla, Türkiye’de ve Avrupa’da sürüyor, büyüyor. Bizim burada amacımız, şu ya da bu nedenle, bu eyleme yeterince dikkat etmeyen Türkiye sol kamuoyuna seslenmektir.
Birçok farklı nedenden dolayı, bu eyleme yeterince duyarlılık gösterilmediği bir gerçek. Açık olmak gerekir. Nedeni ne olursa olsun bu duyarsızlık, devrimcilik adına iyi bir duruma işaret etmez. Ne enternasyonalist bir ruhu ifade eder, ne de devrimci olmayı.
Nedenler çok farklı. Biz de bu solun içindeyiz ve bu nedenleri biraz olsun yakından biliyoruz.
İlki, gündemin yoğunluğu ve Kürt hareketinin zaten kendi işini görebilecek kadar güçlü olduğu düşüncesidir. Gerçekten de gündem yoğundur. Açlık grevi, bir yandan artan saldırılara, bir yandan yerel seçim gündemine denk gelmiştir. Ama doğrusu, bu ülkenin gündemi hiçbir zaman “sakin” ve “durgun” olmayacaktır. Gündemin yoğunluğu bir gerçek. Evet, yine Kürt hareketinin kendi işlerini görebilecek kadar gücü olduğu da bir gerçektir. Birçok durumda biz, Kürt hareketinin desteğine ihtiyaç duyarken, böyle düşünmek, anlaşılır ama kabul edilebilir değildir. Anlaşılırdır, yapacak bir şey varsa onlar yapardı, diye düşünmek, aslında “az düşünmek” ya da “düşünmemek”tir. Ama hiçbir durumda kabul edilebilir değildir. Değildir çünkü, bu konuda bir kamuoyu yaratma çabası, zaten eylemin amacına da son derece uygundur. Bu nedenle, nedeni ne olursa olsun sessizlik, bir anlamda egemenlerin görmek istediği tabloya yardımcı olmaktır.
Bu en hafif olanıdır.
İkincisi, solun bir kesiminde yaygın olan, kendini PKK ile aynı safta, aynı yerde görmeme veya göstermeme isteği nedeni ile “uzak durma” hâlidir. Bu, devrimcilikle hiçbir biçimde bağdaşmayacağı gibi, insan olma durumu ile de bağdaşmaz. Akıl karışıklığının ifadesidir. Şöyle ki, eğer devrimci isek, dünyanın, coğrafyamızın başka bir yerinde, bizimle aynı şeyleri düşünmese de bir devrimci ile aynı safta görünmek, bize nasıl “zarar” verebilir? Bu yere batası kibir nedendir? Dünyanın başka uzak coğrafyalarında, bizimle aynı fikre sahip olmasa da direnen devrimcileri selâmlamak ile burnunun dibinde, seninle aynı sahada, aynı yerde direneni sahiplenmek arasında farkı nasıl buluyorsunuz? Yoksa, seninle aynı topraklarda direnenleri selâmlamanın maliyetleri olduğundan mıdır? Öyle ise bu, ucuz bir solculuktur. Ucuz solculuk, herhâlde, egemen sınıfın değerleri ile bakmak ile örtüşüyor. En ucuz, en maliyetsiz yaşama yolu, egemen sınıfın bakış açısı ile yaşamaktır. İyi ama bunun devrimcilikle alâkası yoktur.
Üçüncüsü, PKK gibi düşünmediği için, onunla aynı yerde kendini görmediği için, sessiz kalma hâlidir. Bu da kötü bir ruh hâlidir. Biz, devrimci dayanışmayı, bizimle aynı şeyi düşünen, yani aynı örgütsel yapının içinde yer aldığımız kişilere karşı mı göstereceğiz? Kimisine göre, PKK yeterince Marksist-Leninist değildir. Varsayalım ki doğru, bu, tecride karşı çıkmayı nasıl engeller? Bu Leyla Güven’in direnişini desteklemeyi nasıl engeller? Kaldı ki, biz Türkiye sol hareketi onlarca farklı yapıdan oluşuyoruz ve son derece az sayıda konu üzerinde fikir birliğine sahibiz. Bu durumda, biz de birbirimizin eylemlerine “bu benim eylemim değil” diyerek destek vermekten çekinecek miyiz?
Öcalan yıllardır hapistedir. Son yıllarda geliştirilen tecrit politikası, gerçekte, ABD öncülüğü ve emri ile başlayan, Kürt hareketine karşı ve Kürt halkına karşı kıyım politikasının bir devamıdır. Görüşme masasını Erdoğan ya da TC devleti, kendi iradesi ile devirmedi. ABD, bu masanın devrilmesini emretti. Masa devrildi ve Kürt halkına karşı katliamlara varan özel bir saldırı başlatıldı. TC eli ile bu saldırı geliştirilirken, ABD, arkadan, PKK’nin ve tüm Kürt hareketinin kendisine “sığınmasını” bekledi. Bunun için yolları açtı. Suriye’de Irak’ta, bu oyun tekrar edildi. Şengal saldırısı, Rojava’ya karşı saldırı, bunların hepsi, bir yandan kaç, diğer yandan gel benim kollarımın altına sığın, taktiğinin uygulamaları idi. TC devleti, azgınca bir saldırı ile, Kürt il ve ilçelerini yıkmaya başladığında, beklenen Kürtlerin, ama en çok da PKK’nin, ABD’ye sığınması idi.
Öcalan’a uygulanan tecrit, bu saldırının bir başka boyutudur.
Aynı anda, bu katliam politikası, Batı tarafında büyük bir baskı ve şiddeti beraberinde getirmiştir. Bu, azgınca, Saray Rejimi’nin oturtulması girişimidir. Bu, işçi ve emekçilerin soluksuz, sessiz bırakılması girişimidir. Bu, halkların, Kürt halkı seçilerek direnişinin kırılması girişimidir. Biz buna Saray Rejimi diyoruz.
Saray Rejimi’ne karşı her türlü direnişi saygı ile karşılıyoruz.
Kaldı ki, Kürt halkının direnişi olmamış olsa, içinde bulunduğumuz topraklarda, daha zulmün kaç türünü daha göreceğimizi düşünmek bile zordur. Kürt halkının direnişi, tüm toplum için, tüm Türkiye halkları için, işçi sınıfı ve emekçiler için bir umuttur.
Bugün, tüm bölgemizi sarmakta olan bir direniş vardır.
Suriye halkının, halklarının direnişi, tüm bölgede önemli sonuçlar doğuracaktır.
Tüm bölgede gelişen bu direnişin en örgütlü parçası Kürt halkıdır. Bu nedenle, Kürt halkına karşı saldırılar, sadece Saray Rejimi için değil, tüm dünya gericiliği için sürekli gündemdir.
Leyla Güven, İmralı’da süren tecridi dünyanın dikkatine taşımak için bedenini açlığa yatırmıştır. Bu direniş, bir kere daha göstermiştir ki, İmralı tecridi, Kürt halkının mücadelesini durdurmak için geliştirilen bir saldırıdır. Ve bu saldırı, Saray Rejimi’nin içte ve dışta yürüttüğü saldırgan politikanın, kanlı politikanın, katliamcı politikanın bir parçasıdır.