Sizin de aklınıza takılmıyor mu? Bu kadar pespayelik, bu kadar kibir, bu denli zorbalık, bu kadar korkaklık, bu denli açgözlülük, bu kadar sinsilik, bu denli yozlaşma, bu denli dini kullanma, bu denli yalan, bu kadar karanlık, bu kadar köhnemişlik, bu denli pis koku, nasıl oluyor da, bugünlerde, zirve yapıyor?
Bu sorunun yanıtını belki bulamayız.
Ama, ortaya konan saray soytarılığını, peş peşe izleyebiliriz. Eğer birkaç olayı peş peşe, alt alta yazıp üzerine düşünürsek, belki de başka bir şey görme olanağımız ortaya çıkar. Gelin bunu deneyelim.
Bu saray soytarılığı mıdır, kibir midir, korku mudur anlamaya çalışırız.
Bu, halkı koyun yerine koymak mıdır, halktan korkmak mıdır, yoksa her ikisi birden bir arada mıdır, öğrenmeye çalışalım.
Bir seçme yapacağız.
Elbette, bu seçmeler içinde daha absürtleri, daha fazla cahillik korkanları, daha tuhafları, daha kibirlileri vardır. Eksik kalacağı kesin. Öyle ise, belki de siz de, yaşınız, işiniz ne olursa olsun, benzer bir kayıt tutar ve bize de yansıtabilirsiniz.
1- ABD, Kürtlere saldırmayın, diye uyarıda bulunuyor. Her timsahın yemeği sindirirken gözyaşı akıttığını biliriz. Eğer her gözyaşı akıtanın üzüldüğünü ezberlemiş olursak, timsah konusunda yanılmış oluruz. Hisli hayvan baksana, diye düşünürüz.
ABD, Kürtleri mi düşünüyor? Bin kere hayır.
Erdoğan ve Trump, ABD ve Türkiye, aralarındaki bakış açısı farklılığına rağmen, aynı takımın oyuncularıdır. ABD, Türkiye’yi Kürtlerin üzerine bir tehdit olarak sürüyor ve Kürtlere de gelin bana sığının, sizi ben korurum diyor.
Oysa biz, Barzani’yi biliriz. Barzani ve onun efendileri, Kürt halkının ağalık, feodalite, esaret, sömürge olarak kalma dönemini, geçmişini yansıtır. Kürt zenginlerinin Barzanici olması boşuna değildir. Barzani işbirlikçidir, her zaman öyle olmuştur.
Bir de Kürtlerin özgürlük ve sosyalizm için savaşan ana kitlesi vardır. Bugün, tüm Ortadoğu halklarının cephesinde olan, geniş Kürt emekçileri var.
ABD’nin neler yaptığını çok iyi biliyoruz.
Cumhurbaşkanlığından Altun, ABD’ye yanıt olarak, “Türkiye Kürtlerin düşmanı değil, hamisidir” demiş. Hami, koruyucu demektir.
Sizce bu kişi dalga mı geçiyor? Kürtleri salak mı sanıyor?
Sizin korumanız, kentleri yerle bir etmek, soykırım, çocukların öldürülmesi, ninelerin kurşunlanması, ölü bedenlerin sokaklarda sürüklenmesidir.
Kendine hami diyen, gerçekte ABD’nin emir eridir.
Sen kendini “hami” ilan etmeden, bir de Kürtlere sor.
Olay bu kadarla bitmedi.
Trump, tweetledi. İnsanoğlunun böyle bir kuş görmüşlüğü yoktur, ama doğrusu iyi tweetliyor. Şöye dedi: “Kürtlere saldırırsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz.”
Ve Erdoğan, ertesi gün Trump’la telefonda görüştü: “Trump’la anlayış birliğine vardığımıza inanıyorum” diye açıklama yaptı.
- Trump ve Erdoğan, iyi rol yapabiliyorlar. Çünkü, her yaptıkları hata olduğundan, hata yaptıklarında seyirci bunu umursamıyor. Trump, “ekonomik olarak mahvetmek”ten söz ettiğinde, ağır konuşuyor gibidir. Ama bu efendinin uşağı, sahibin tetikçiyi azarlamasından başka bir şey değildir. Yoksa ortak işlerini yürütürler.
Trump’ın açıklaması planlara uygun olmalıdır. ABD yeni bir saldırı için geri çekiliyor, hepsi budur. Bu arada Türkiye’ye bazı görevler veriyor ve doğrusu Kürtleri de “sizin koruyucunuz benim” ile oyalamaya çalışıyor. Trump, Türkiye ile, bölgede korku salmaya çalışıyor. Ve emin olun, Türkiye’nin başını bir yere sokacaktır.
- Erdoğan, acaba Trump’la anlaştı mı, yoksa anlaşmadı mı? Erdoğan anlayış birliğine vardığına inanıyor.
- Tampon bölge konuşulmuş: Kürtlere karşı mı, yoksa Kürtleri korumak için mi? Öyle ya, IŞİD artık orada yok, kime karşı tampon bölge kurulacak. Acaba Erdoğan ne dediğini biliyor mu?
- Tampon bölgeden çok söz edince, acaba Hatay bir tampon bölge haline gelir mi?
2- Bu birincisi çok ciddi oldu. Gelin ikincisine bakalım.
“Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir.”
Bu sözler, Cumhurbaşkanı’na aittir.
Bu kadar cehalet, ancak eğitimle sağlanabilir. Bu söz, tam da yerini buluyor.
Kaçıranlar için olay şöyledir. 1- Yılmaz Özdil, Cumhurbaşkanı bira içse iyi olurdu tarzında bir şeyler söylemiş. Cumhurbaşkanına bira içmeyi önermiş mi bilemiyoruz, ama zorladığına şahit olan yok. 2- 5 Ocak 2019’da gazeteci Alev Gürsoy Cimin, Rutkay Aziz ile röportaj yapmış. Sormuş: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fazıl Say’ın konserine gidecek. Fazıl Bey’in daveti bir adım değil mi sizce?” Ve yanıt almış: “Tabii canım bir adımdır. Atılsın yeter ki, gitsin Cumhurbaşkanı bir Mozart bir Beethoven dinlesin. Belki iyi gelir.” Burda da bir zorlama yok gibi, öyle değil mi?
Erdoğan, hemen kürsüde mikrofonu kapmış ve “Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir” diye buyurmuş.
- Demek ki, Erdoğan, bira ve Mozart konusunda çok hassas, birisi önerdiğinde, bunu doğrudan zorlama olarak algılıyor. Bir tip, baştan çıkarıcı teklif gibi olmalı.
- Bira içmek anlaşıldığına göre, meşrebine uymamaktadır.
- Mozart dinlemek meşrebine uymamaktadır.
- Ama Beethoven konusunda bir şey söylemediğine göre, Rutkay Aziz, bir cesaretle, Beethoven dinlemeye “zorlamalı”dır.
- Bira, zorlamak, Beethoven, Mozart, müzik, faşistlik konusundaki bilgileri yanlıştır, eksiktir. En önemlisi, bunun farkında bile değildir.
3- Ulukışla ilçesinde, seçmen sayısı birden bire 5900’e çıkmıştır. Her yerde hile yapıldığı için, bunun da anlaşılması zor diye düşünmüş olmalılar. Ama o da ne, ilçenin nüfusu 5800. Yani ilçede hiç çocuk yok, herkes 18 yaşından büyük, demek ki ilkokul vb. de yok. Tamam ama yine de 100 kişi fazla.
Yakalandılar.
Ertesi gün, ilçe nüfus tabelası değiştirildi: 7300. Sayım mı yapıldı? Hayır. Ama tabela değiştirildi ve nüfus yükseldi. Konu milli gelir hesapları ve kişi başına düşen milli gelir olursa, o zaman da düşürecekler.
Öyle anlaşılıyor, TC devletinin nüfus müdürlükleri artık seçim öncesi seçmen işlerine özel olarak “bakıyor”lar. Soylu da buna uygundur. Soykırım planları için de nüfus kayıtları önemlidir.
Bu kadar da değil.
Bir evde en çok kaç seçmen bulunabilir. Her gün bu rakam yükseliyor, 18 ile başladık. Yetmedi, 30’a çıktı olmadı, 108’e çıktı olmadı. 300’ü geçti olmadı. En son 2 bin kişiyi aştı. Bir evde 2000 kişiden fazla olunca, o evin bir ilçe olması gerekir. Evin kaymakamı, evin belediye başkanı, evin karakol komutanı, evin jandarma bölüğü, evin müftüsü, evin milli eğitim müdürü vb. olması gerekir. Bu 2000’i aşkın kişiye hizmet verecek hastahane, eczane lazımdır. Bu 2000’den fazla kişi, 3 odalı bir evde, tüm yıl tuvalet sırasına girse, alt katta yaşayanların hâli nice olur?
4- Binali Yıldırım, öteden beri biraz komiktir. Komedi demeyelim de, traji-komik daha uygun düşer. Eminim, hiç kimse Samsun’da, eşinin lokantanın bir köşesinde yalnız ve kader mahkûmu gibi oturtulmasını unutamaz. Başörtülü hanımlara hakaret diye söze girenlere, bunun bir hakaret olup olmadığını sormak gerekir. Bu olaya gülen olmuşsa bile, sonra içi burkulmuştur.
Ama bu bir yana, Binali Yıldırım, AK Parti, İstanbul adayıdır. İstanbul için anketler yapılmış, Bilal Oğlan’ın seçilemeyeceğine karar verilmiş ve Binali Yıldırım seçilmiştir. Aday olmuştur.
Kendisi meclis başkanıdır ve meclis başkanının siyasi parti faaliyetlerine katılması yasaktır. Böyle olunca, normalen istifa etmesi gerekirdi. Oysa istifa etmemektedir.
- İlk açıklaması, bu sorunun muhatabı ben değilim şeklindedir. Yani, bu soruyu Erdoğan’a sorun diyor. Erdoğan da, istifa etmesi gerekmez, diyor.
- Binali, istemeyerek aday olmuştur. Erdoğan bunu farketmiş ve Binali’yi İzmir’de kendisine biatının sürdüğüne dair konuşturmuştur.
Binali aday olduktan sonra sorular gelmiştir, yanıt, “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”
İşte size altın söz “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”
- Peki eğer seçim bir siyasi faaliyet değilse nedir? Mesela bir spor olabilir mi? Acaba seçim bir sanat dalı mıdır? Yoksa seçim, bir hile oyunu mudur? Binali’nin bildiği nedir de bunu söylüyor?
- Binali, neden bu denli saçma bir yanıt veriyor? Acaba, istifa etmemek için sıkışmıştır da, tuvalete gitmeden önce mi bu yanıtı alelacele vermiştir? Yoksa Binali, “ben zaten aday olmak istemiyordum, durumu Kılıçdaroğlu’na bile anlattım. 3 saat görüştük. Beni başkan seçtirip, sonra Bilal’i benim yerime geçirecekler. Ben bu arada niye meclis başkanlığından istifa edeyim. Tüm bunları Kılıçdaroğlu’na anlattım. O da gitti Erdoğan’a anlattı. Ben oynamak istemiyorum” diyerek ne zaman ağlayacaktır.
- Sahi, Kılıçdaroğlu, 3 saat boyunca Binali ile ne görüşmüştür? Özgür Özel, bunu neden açıklamamaktadır?
- Acaba, Orhan Gencebay, “sanatta siyaset olmaz” derken, Binali’ye mi yanıt vermiştir, yoksa Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Deniz Çakır, Fazıl Say, Rutkay Aziz’e mi laf atmıştır? Orhan Baba, “sanatta siyaset olmaz” ise Saray’da işiniz ne, sizi kullanıyor olmasınlar, aldığınız paralar neyin karşılığı?
5- Binali Yıldırım’dan devam edelim.
Demiş ki, “herkes istifa etsin, biz de edelim.”
Binali, yine anlamamış ya da öyle yapıyor. Cehalet midir bu?
Yasaya göre meclis başkanı bağımsız olmalı imiş ve dahası açıkça yazılmış ki, meclis içinde ve dışında siyasi faaliyetlere, parti toplantılarına vb. de katılamazmış. Zaten öyle olduğu için Binali, mecliste oylama olursa oy kullanamamaktadır.
Yani, meclis başkanı, biraz “özel” gibidir.
Gerçekte hiçbir rolü kalmamış bir meclisin başkanının “tarafsız” olması da tuhaf. Hatta bir başkanı olması da tuhaf. Ama durum bu.
Binali Yıldırım, meclis başkanlığının kendisine sağladığı zırha, pek yakında ihtiyaç duyacağını düşünüyor olmalı ki, istifa etmek istemiyor.
Bizce yerden göğe haklıdır.
6- Erdoğan, ilginç sözler ediyor. Acaba, Merve Kavakçı ailesinden birisi mi sözlerini yazmaya başladı?
“Bu kapitalizm nelere kadir” demiş Erdoğan. Doğayı, ormanı, mormanı her şeyi yok ediyor diye buyurmuş. Biraz hata varsa kusura bakmayın, bir Gezici olarak, bu sözlere fazlası ile dikkat kesildim.
- Kapitalizm nelere kadirmiş. İşte veciz söz budur. Erdoğan, cebindeki, evindeki, kasalardaki, İsviçre’deki vb. paralara bakıyor ve kapitalizmin nelere kadir olduğunu anlıyor.
- Erdoğan, doğaya zarar verenin, ormanları kesenin, kapitalizm olduğunu söylüyor. Demek Erdoğan, kitleleri, sokağa, isyana çağıracak, işçileri greve çağıracak, halkları mahalle mahalle doğayı korumaya çağıracak, mesela sadece Karadeniz’de yapılmakta olan yüzlerce HES’i engelleyecek. Öyle mi acaba?
7- Ethem Sancak, namı değer “Şems”. Erdoğan’ı Mevlana’ya benzetirken, kendini de Şems olarak ilan eden âşık.
Hızla yükseldi.
Nihayet BMC’yi aldı. BMC’yi alınca, Erdoğan, Türkçe BMC demek yerine, ‘bi em si’ demeye başladı. Mevlana-Şems ilişkisinde Türkçe yerine İngilizce kısaltma okumak yok ama, bu kadarı “kadı kızında” da var.
Şems Ethem, Sakarya’daki tank palet fabrikasını da aldı. Üstelik tuhaf bir özelleştirme ile. Ne ihale var, ne teklif. Şems, Savunma Sanayi Zirvesi’nde, Ocak ayı ortasında, şunları anlatmış:
“Liderimiz bana dedi ki ‘Sen o otomotiv şirketinin altından kalkabilir misin?’ Valla ne emrederseniz onu yaparım. Ama buna gücüm yetmeyebilir. Elimdeki varidatım bu. Savunma sanayiine girmek o gün için bir macera. Ben de eski sosyalist yeni bir Müslüman olarak kardeşlerim arasında adil bölüşmüştüm serveti. 16’da bir parçası kalmıştı. Dedim, bu para var. Bununla alınabiliyorsa ihaleye gireyim. Ama diyelim ki aldım. Bunu emrettiğiniz gibi güçlü bir sanayi şirketi haline getirebilmem için güçlü bir fon olması lazım arkamda. ‘Ne yaparız” dedi. Sizin büyük ferasetinizle Arapların onurlu bir bölümünü kendine getirttiniz. Katar’la neredeyse tek millet iki devlet hâline geldik. Allah da gani gani para vermiş Katar’a. Emir de sizi kırmaz. Katar devletini ve silâhlı kuvvetlerini bana ortak ederseniz bu işin altından kalkarız. Sağolsun Sayın Emir’i aradı, o da kırmadı. BMC’nin yüzde 50 eksi birini Katar ordusuna sattım. Tek başına yapmak istemiyordum. Benim gibi deli bir Laz ortak da önerdi bana Sayın Cumhurbaşkanım. Onu da yanıma aldım; Talip Öztürk, eşit bölüştük.”
İşte size Şems olma hâli.
Demek ihale sistemi budur.
Demek, Katar bağlantılarını Şems emrediyor da Cumhurbaşkanı kuruyor.
Demek, Katar ile bir millet iki devlet hâline geldik, ama Katar’ın haberi yok.
Demek eski sosyalist, yeni Müslüman olununca, BMC ‘bi em si’ oluyor ve bütün yollar Katar’a çıkıyor.
İyi ama, tüm bunlar, Mevlana-Şems ilişkisini tekzip ediyor.
Eski sosyalist, yeni Müslüman, erkenden itirafname yazmaya başlamış gibidir.
Sizce, tüm bunlar, absürt güldürü olarak mı önümüze konmaktadır?
Sizce Saray Rejimi, lime lime dökülmekte midir?
Sizce, Saray’ın her yanını, devletin her katını saran çeteler, derin bir korku içinde midir?
Sizce tüm bunlar cehalet midir?
Cahil, önüne öğrenme fırsatı geldiğinde öğrenebiliyorsa, bunun için istek ve irade geliştiriyorsa, kabul edilebilir bir cahildir. Bu cehalet giderilebilirdir.
Eğer cahil, her şeyi bildiğini sanacak derece cahil ise, bu noktada iş zordur.
Eğer, cahil, eğitilerek cahilleştirilmiş ise, işte o bir felakettir.
Bunca cehalet, bu boyutta cehalet, boylarını aşan kibirle birleşmiş bu cehalet, ancak eğitimle verilmiş olan cinsindendir. Eğitimle verilmiş cehalet, halk için tehdittir. Eğitimle verilmiş cesaret, yıkıcıdır, kıyamcıdır. Eğitimle verilmiş cehalet, rant ve yağma üzerine bir düzen kurmak isteyenler için büyük bir olanak demektir.