Konumuz şu: Fazıl Say, ülkenin tanınmış ve gerçekten iyi sanatçılarından biri. Bir de ülkemizin birçok unvana sahip (bu nedenle hangi unvanını söylesek bilemiyoruz), unvan fethetme meraklısı Muktedir’i var.
Say, sadece sanatçıdır ve her sanatçı gibi görüşleri, topluma etki edebilecek kadar derinlikli görüşleri vardır. Fazıl Say, bu görüşlerini dile getirdiği sosyal medyada hakaretlere uğramakla kalmadı, devlet tarafından alışılagelmiş metotlarla tehdit edildi. Alışılagelmiş diyoruz çünkü, bu çok eskilere uzanır. Nâzım Hikmet, Sebahattin Ali ve diğerleri gibi. TC devletinin kodlarında vardır. Aydınları, bilim insanlarını, sanatçıları, halka olan “uyandırıcı” etkileri nedeni ile sevmezler.
Muktedir, adı üstünde, her şeye muktedirdir. Her şeyi yapabilir ve her dediği kanundur. Sultan Süleyman da halt etmiş, Abdülhamid de çok gerisinde kalmıştır. Erdoğan, yasal olarak cumhurbaşkanıdır ama birçok yerde başkan olarak da adı geçmektedir. Bu parti başkanı anlamında değil, TC Başkanı diye geçmektedir. Gerçekte böyle bir makam yok, ama ne fark eder, burası Türkiye ve bugünlerde burada her şey mümkün. Aynı zamanda AK Parti Başkanı olduğunu biliyoruz. Varlık Fonu şirketinin de başkanıdır. Çok sayıda başkanlığı vardır. Ama bunların dışında, sevenleri ve yakınları tarafından, çeşitli biçimlerde de, sıfatlarla da tanımlanmıştır. Şöyle ki; “Allahın bütün sıfatlarını taşıyan adam”, “Mevlana”, “sultan”, “halife”, “peygamber”, “ona dokunmak sevaptır” denilen adam, “kıçının kılı olayım” denilen kişi… Uzatmaya gerek var mı?
İşte biz, bu nedenle sadece “muktedir” diyelim diye düşündük.
Muktedir, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde, toplumu sindirmek için, bazı kesimlere, özellikle de adı öne çıkmış aydınlara saldırmaya karar verdi.
Hep böyledir.
Suruç ve Ankara saldırıları ve bunları izleyenler, Gezi Direnişi ile başlayan direnişin yayılması durumunu durdurmak için, kitleleri sokaktan ve direnişten uzak tutmak için yapılmıştır.
Bugün Müjdat Gezen, Metin Akpınar ve diğer sanatçılara dönük saldırı da, kitlelerin direnişini, toplumsal muhalefeti ezmek içindir. Onlar semboller olarak saldırıya uğramaktadır.
Şöyle diyelim: Mevcut iktidar, 12 Eylül rejiminin devamıdır.
Bu iktidar, bir Saray Rejimi’dir.
Saray Rejimi, ekonomik olarak rant ve yağma ekonomisine dayanır.
Dış politikası, emperyalizmin, özellikle de ABD’nin tetikçiliğidir. Bu tetikçilik, saldırganlık olarak ortaya çıkmaktadır.
İç politikada, toplumu baskı ve terörle susturmak, medya aracılığı ile, güneşin olmadığı karanlık bir ortam yaratmak, bu yolla, halkı, işçi ve emekçileri kör etmek istemektedir. Bu karanlık, Ortaçağ karanlığından kat be kat derindir.
Ve tüm bunlar, içeride ve dışarıdaki politikalar, ekonomi ve siyasal alandaki politikalar, ciddi bir çeteleşme durumu yaratmaktadır. TC devleti, baştan aşağıya çeteleşmiştir.
İşte biz buna, Saray Rejimi diyoruz.
Hepimizin gözleri önünde yaşanan Fazıl Say ve Erdoğan ilişkisine bakalım. Bu, bir anlamda, sanatçı veya aydın ile, iktidar ilişkisidir. Say, muhalif açıklamalar yaptı. Say’ın muhalifliğinin ne kadar derin, ne kadar sistemi değiştirmeye dönük olduğunu bir yana bırakalım. Çünkü, bugün Saray Rejimi için, muhalif olmanın kendisi bir suçtur ve yeterli görülmektedir.
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, sadece kendi görüşlerini ifade ettiler. Hepsi budur. Ne Akpınar, ne de Gezen, biz devrimcilerin mücadelesine açık bir destek vermediler. Yine de terörist suçlamasını, devleti silâh zoru ile devirme suçlamasını karşılarında buldular. Bu yolla, topluma bir mesaj verilmiştir, eğer sesinizi çıkarırsanız, bu tanınmış kişilere bunları yapıyorsak, size neler yaparız mesajıdır bu.
Karanlığın daimi olması için, şiddet ve devlet terörü devrededir. Her zaman olduğu gibi.
Fazıl Say, bu baskı ve terör ortamında, kendisine karşı girişilen linç kampanyalarına daha fazla dayanamamış olmalıdır.
Kendisi, annesi öldüğünde Erdoğan’dan gelen taziye dileklerine, Erdoğan’ı, konserine çağırarak jest yapmıştır. Bu daveti, açıktan kamuoyu önünde yapmamıştır. Biz bu daveti Erdoğan’ın TV’de yayınlanan konuşmalarından dinledik ve şöyle dedi: “Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak, faşistliğin dik alâsıdır.” Aşağı yukarı bu kelimelerle Erdoğan aslında bir tepki ortaya koyunca, biz de Say’ın onu konser için davet ettiğini öğrenmiş olduk. Bu davette Mozart dinlemeye zorlamak nasıl var oldu bilemiyoruz. Say, muhtemeldir ki, kendisine, Mozart dinlemek zorundasın, yoksa … diye bir tehdit savurmamıştır. Yoksa bu bir davet olmazdı.
Nihayetinde Erdoğan da konsere gitti. Bu durumda, “baskıya boyun mu eğdi” sorusu da var.
Anlaşılan Erdoğan, bu yolla, tüm kamuoyunun bu davetten haberdar olmasını sağladı. Yoksa, dün hakkında kötü hisler beslediği bir sanatçının konserine neden gitmiş olacaktı? Aslında tüm medya ellerindedir ve Say’ın Erdoğan’ı daveti, bir haber olarak da yer alabilirdi. Ama bu durum yeterince etkili mi olmazdı, bilemiyoruz.
Eleştirilere maruz kalan Say, “Erdoğan da hata yapar, Fazıl Say da hata yapar. Hatadan dönmek erdemdir.” dedi. Bu açıklama, kimin nerede ne hata yaptığını ortaya koymasa da, en azından, duruma ilişkin bir açıklamadır. Fazıl Say’ın kendisine gelen eleştirilere bir nevî yanıtı gibidir.
1- Sanatçılar, bilim insanları, aydınlar, her zaman iktidarları zorlamıştır. Toplumun önde gelen kişileri oldukları için, ne kadar karanlık bir ortam oluşursa oluşsun, halka ulaşmaları etkili olabilmektedir. Tarihte bunun çok örneği var.
2- Bu konuda, yani iktidarları zorlamak, halka yol göstermek, muhalefeti geliştirmek için, sanatçılar ve yazarlar, bilim insanlarından daha etkili olabilmektedirler. Ortaçağ karanlığında yolu bilim insanları açmıştır. Ama bilim insanları “muhalif” olarak ortaya çıkmamıştır. Daha çok sanatçılar ve diğerleri etkili olmuştur. Elbette bu bir bütündür, herkesin katkısının olduğu da açık. Ama genellersek, sanatçılar, toplumun önünü açmakta daha etkili olabilmektedirler. Tabii ki, sanat ve bilimi birbiri ile bağlı, bağlantılı gören sanatçılar. Yoksa her iktidara biat eden sanatçılar vardır ve bugün de ülkemizde bunlardan epeyce bulunmaktadır. Bu nedenle, onların sanatçılıklarını tırnak içine aldıklarını, bizzat kendilerinin bunu yaptığını söyleyebiliriz.
Sanat ve bilim, her zaman iktidarları, özellikle muktedirlik tarzında, bugünkü Saray Rejimi tarzında iktidarları hep korkutmuştur. Bilimsel gelişmelerin tarihte nasıl hasır altı edildiği biliniyor. Bugünün egemenleri, burjuvalar, tekeller, bu hasır altı etme işini daha ustaca yapabilmektedir.
Neredeyse sanatçılar ve bilim insanları, bir tür olarak, bir sınıfın diğer sınıfı ezme aracı olan devletlerin tümünde “yanlış” ve sorunlu olarak görülür. Bunu bilmeyen sanatçı, bilmeyen bilim insanı olamaz.
3- Kim olursa olsun, biat eden, her zaman iktidara hizmet için daha fazlasının istenmesine alışık olmalıdır. Fazıl Say, bundan sonra, kendisinden daha fazlasının isteneceğinden emin olmalıdır.
Say, birçok sanatçının baskı ile susturulduğu, tutuklandığı, birçok gazetecinin ve aydının hapislerde yattığı, birçok üniversite öğretim üyesinin işlerine son verildiği bir ortamda, gelişen süreci anlamakta eksiktir.
Korku böyle bir şeydir.
Korkunun üzerine gitmek esastır. Herkes korkabilir. Ama korkularımız bizi, diz çökmeye ittiğinde, her şeyimizi kaybetmeye başlarız. Senin türünden olanlara hakaretler edilirken, senin uzattığın elin sıkılması, yanlış yaptığının ispatıdır. Büyük sanatçıları büyük yapan, yarattıkları eserler kadar, toplumsal yaşamdaki duruşlarıdır da. Acaba hangileri daha belirleyicidir; yarattıkları eserler mi, yoksa duruşları mı?
Birçok sanatçı, elini iktidara kaptırdıktan sonra, “ruhunu” kaybetmiştir. Bunun sayısız örneği vardır.
Hiçbir sanatçı veya bilim insanı süpermen değildir. Barikatın karşısında, işkencede veya hapiste, diğer insanlar gibi sadece bir kişidir. Ama sanatçı, doğru duruşu ve üretimi ile kitleleri harekete geçirebilme gücüne sahiptir. Bir HES inşaatı karşısına dikilmiş onlarca, yüzlerce insanın yanında, duyarlı bir sanatçının karşı duruşu, büyük bir enerjidir.
3- Bu nedenle, biz, modern kapitalist toplumda, burjuva egemenliğine karşı mücadelede sanatçıların, bilim insanlarının, aydınların bireysel mücadelelerinin yeterli olmadığına inanıyoruz. Elbette onların her türlü mücadelesi önemlidir. Ama gerçekte, aydının işçi sınıfının mücadelesine “organik” olarak katılması gereklidir. Bertolt Brecht, Nâzım Hikmet vb. gibi. Çünkü, bugün artık bu bireysel mücadelenin sınırları gün gibi açıktır. Kapitalizm, doğrudan iktidarı hedef almayan birçok mücadeleyi hazmetmeyi başaracak kadar geniş bir mideye sahiptir.
Sanatçının, bilim insanının, yazarın yani kısacası aydının, toplumsal sorunlara duyarlı olmaması hâli, işin doğasına aykırıdır. Aydın olmak, toplumsal yaşama ve mücadeleye duyarlı olmakla ilintilidir. Yoksa tekellerin kasalarını dolduran pek çok proje, “bilim insanlarınca” üretilmektedir. Toplumsal sorunlara ve mücadeleye gözlerini kapamış biçimde aydın olmayı sürdürmek, sadece ve sadece “bitkisel hayata” sahip bir aydın olmak demektir. Sanatın salt eğlenceye, bilimin salt kârlılığı artırıcı tekniklere indirilmesi durumu budur.
4- Sanatçının, bilim insanının, yazarın, kısacası aydının, mücadele etmekten yorulması hâli, kendi yaşamını sürdürmek için “teori” bulma sonucuna varır. Halkın, “akrep gibi” olması ayrı bir şeydir, ama halka tepeden bakarak, bu halktan bir şey olmaz düşüncesi, gerçekte, toplumsal yaşamı anlamaktan uzak, yorulmuş aydının, yaşamını devam ettirmek için sığındığı “teori”dir.
Soru şudur: İşçi sınıfı, hayatı üreten olduğu hâlde, kendindeki gücü nasıl göremez? Milyonlarca işçi ve emekçi, milyonlarca insan, az sayıda egemen tarafından yönetilmeyi nasıl kabul eder?
Aydın, bu soruların yanıtını bulabilmiş olan kişidir. Ve bu yanıtları bulmak yetmez, bu yanıtların gerçeklik hâline gelmesi için mücadele etmek durumundadır. İşte mesele de burada başlamaktadır. Don Kişot’un Sanço Panço ile konuşmalarına bakıldığında, Sanço Panço’nun çok aklı başında konuştuğu ispatlanabilir. Ama mesele Don Kişot olmayı çoğaltmaktadır, aydın, bunu yapan kişi değilse nedir?
Bugün Nâzım’ın adını tarihten silmek mümkün müdür? Oysa onun döneminde onu hapislere tıkanların isimlerini ancak dosyaları açarak bulabilirsiniz.
Sınıf mücadelesini aydınlar yaratmadı. O zaten vardı. Sınıflı toplumlarla birlikte hep var olmaya devam etti. Spartaküs adını bundan dolayı hatırlarız, Baba İshak’ı, Börklüce Mustafa’yı bundan dolayı biliriz. Ama aydınlar, bu sınıf mücadelesinde, isteseler de istemeseler de taraf olurlar. Eylemleri, taraflarını gösterir. Mesele budur. Önemli olan aydının, kendi rolünü doğru oynamasının ne anlama geldiğinin bilinmesidir.
Haksızlıklara karşı çıkmak, bir tutumdur ve bütünlüklüdür.
Sıra bize geldiğinde, biz haksızlığa uğradığımızda sesini yükseltmek, her zaman bilindiği üzere geç kalmak anlamına gelmektedir. Ve kıymetli olan, bu haksızlık başkalarına yapıldığında karşı çıkmaktır.