Adına “seçim” denilebilir mi?
7 Haziran 2015’ten bu yana, Saray Rejimi, seçim sistemini toprağa gömmüştür. 7 Haziran’da, “iktidarı” kaybeden AK Parti, iktidarda kalabilmek için, yasa ve hukuk tanımadan, baskı ve şiddeti devreye sokarak, bu iki yolla, iktidarda kalmanın gereklerini yerine getirmek için uğraştı. 7 Haziran seçimlerinin ardından, parlamentoyu feshederek, seçimleri “yok” hükmünde ilan etti. “Millet iradesi” diye nutuk atan tüm burjuva partiler, AK Parti’nin arkasına yerleşti ve yasalar altüst edilerek, yeni seçim süreci başlatıldı. Ve Kasım seçimlerine kadar, büyük bir baskı ve şiddet politikası devreye sokuldu.
Bu baskı ve şiddet politikası, bu hukuk tanımazlık, basının da kontrolü ile desteklendi ve ortaya Saray Rejimi çıktı.
“Kürtlere karşı savaş” cephesi içinde tüm burjuva partiler, CHP’si, MHP’si ve diğerleri, Saray Rejimi’ne dayanak oldular.
O günden bu yana, her seçim, ister genel seçim olsun, ister cumhurbaşkanlığı seçimi olsun, ister yerel seçim olsun, tümü, tam bir baskı ve şiddet gösterileri, yalan ve iftira kampanyaları, tutuklamalar vb. eşliğinde yürütüldü.
31 Mart 2019 yerel seçimleri de böyle oldu.
Her seçimde bu hukuk tanımazlık, bu baskı ve şiddet, bu yalan ve karalama daha da ölçüsüz hâle getirilmeye çalışıldı. 31 Mart seçimlerinin süreci de böyle oldu.
Ama her şeyin bir sonu vardır. 31 Mart seçimlerinde, AK Partili Saray Rejimi, geriletildi.
Anlamak için, önce 24 Haziran seçimlerine bakmalıyız.
Erkene alınan, doların hızla tavan yapması ile krizin açığa çıkmasından önceye alınan seçimler, başkanlık sistemi ya da Türk usulu başkanlık sistemi için, MHP-AK Parti ittifakının zaferi ile sonuçlandı.
Ne zafer ama?
Soru şudur: Neden seçim yapıyorlar?
Seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı (AA) önceden ilan edebildiğine göre, neden seçim yapmak gereği duyuyorlar?
Sistem, kendi iradesini zorla “halka kabul ettirme” aracı olarak seçimleri kullanmaya başlamıştır. Artık, seçimler, halkın oyları ile tüm bağlantısını kesmiştir. 24 Haziran seçimleri bunun en somut kanıtıdır.
24 Haziran seçimlerinde sandıklar dahi sayılmadı.
AB ve ABD ittifakı olarak NATO kararı ile seçimler organize edilmiş, sonuçları buna göre ayarlanmıştı.
AB ve ABD, başkanlık sistemi denilen sistemi istemiş ve geçirmişlerdir. Ve üstelik kesinlikle ve net olarak, halkın tersi yönde iradesine rağmen. Bunun altını, özellikle aydınlar için çizmek istiyoruz. 24 Haziran seçimleri meşru değildir ve seçimle bir şey değişmeyeceği hâlde, seçimlerde akıl almaz hileler devreye sokmuşlardır. “Bu halktan bir şey olmaz” diyenler, bu sonuçlara bakarak bunu söylüyorlarsa, ne seçim sistemini ne de bugünkü rejimi bir dirhem anlamıyorlar demektir.
AB ve ABD, ortaklaşa, anlaşarak, “başkanlık” sistemi değişikliğini onaylayacak adımı atmışlardır. Bu her ikisinin de çıkarınadır.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, özellikle bu dönemden bu yana, tam bir “ortaklaşa sömürge”dir. Siyasal olarak (yani ordusu, polisi, yargısı, partileri vb. ile) ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise AB’ye.
Bugün, AB ve ABD arasında bir savaş, bir paylaşım savaşı var.
Ama buna rağmen, “başkanlık sistemi” her ikisinin de ortak çıkarınadır. Bir sürü ayrıntı ile uğraşmak yerine, bir adamla, son derece pratik bir biçimde, bir şirketi yönetir gibi Türkiye’yi yönetmeleri bu sayede olanaklı olacaktır. Birçok ayak bağından kurtulmuş olacaklardır. Ve bunu yaptılar.
Erdoğan ve Saray Rejimi, bu sistemin gereği olarak “zafer” ile sonuçlanan bir seçim organize etti. Gerçekte, kaybettikleri seçimi, hile ile kazandılar. Bu hile işinde Erdoğan’a, MHP ve Perinçek partisi açıktan, CHP ve İYİ Parti dolaylı destek verdiler. “Zafer” dedikleri şey, Erdoğan kadar İnce’nin, AK Parti ve MHP kadar İYİ Parti ve CHP’nin eseri olmuştur. Sandıktan hayır çıktığı o kadar belli idi ki, sandıkları bile saymadılar. Kendi hukuklarını ayakları altına aldılar.
Yoksa seçimle bir şey değişmez.
Eğer seçimle bir şeyler değişecek olsa idi, emin olun, sistem seçimleri yasaklardı.
31 Mart seçimleri ise, farklı sonuçlandı.
“Kudüs”ü kaybetmek gibi denilen yerleri AK Parti kaybetti. İstanbul ve Ankara’yı kaybetti.
Sahi, acaba gerçekte, değil demokratik bir seçim olması, bunu bir yana bırakalım, bu anti-demokratik seçimde dahi, gerçek anlamı ile sandıklar sayılsa idi, acaba AK Parti’nin oyu %25’i ne kadar aşardı? İstanbul’u bir yana bırakalım, mesela Şırnak’ı, Muş’u almışlar mıdır? Kesinlikle alamamışlardır.
Acaba Bursa, AK Parti’nin zaferi mi demektir? Sandıklar, sadece sandıklar hilesiz sayılsa idi, AK Parti çok daha fazla ili kaybetmiş olurdu.
Bir ileri adım daha atalım. Acaba, gerçekten demokratik bir seçim olsa idi, mesela basın herkese eşit davransa idi, mesela Kürtler ve devrimciler tutuklanarak hapislere atılmasa idi, mesela Demirtaş dışarıda olsa idi, mesela yalan ve iftira kampanyaları yapılmamış olsa idi, mesela devlet, bizzat tüm olanakları ile bir taraftan yana olmasa idi vb. acaba AK Parti, %10’ları bulabilir miydi?
Demek ki, seçimlerin oylarla, halkın iradesi ile bir ilişkisi, bir alâkası, bir örtüşme noktası vb. yoktur.
31 Mart seçimlerini anlamak için, resmi biraz büyütelim.
Üç güç, bu seçimlerde etkili olmuştur. İlk ikisini önceden biliyoruz, AB ve ABD. Bu seçimlerde bir de, 460 milyar dolar alacağı olanlar, yani Türkiye’ye borç verip fonlamış olanlar da bir güç olarak devreye girmiştir.
Saray Rejimi ve Erdoğan, bu seçimlerde, Ankara ve İstanbul’u almış olsa idi, ne olacaktı? Bu sadece bir zafer olmayacaktı. Bu aynı zamanda, Saray Rejimi’nin, bazı sermaye kesimlerini de içine alacak şekilde saldırılar yapacağı bir dönem olacaktı.
Elbette Kürtlere, devrimcilere, işçilere, halka saldıracaklardı.
Bunu, bu iki ili kaybetmiş ve “geriletilmiş” olsalar da yapacaklar. Saray Rejimi, yine, işçi ve emekçilere, Kürtlere, devrimcilere saldırcaktır. Bu değişmez. Bu durum ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de uluslararası sermayenin derdidir. Kürde saldırı, işçi ve emekçilere saldırı, devrimcilere, Gezi’ye saldırı her durumda hepsinin ortak noktasıdır.
Ama ekonomik kriz koşullarında, rant kapıları kesilmiş bazı kesimlerin Saray Rejimi ile olan bağları, iş dünyasını da içine alacak bazı saldırıları gerçekleştireceği açık idi. Bu durum, AB ve uluslararası sermayenin umurunda idi. AB, kendi sermayesini korumak ve konumunu bozmamak istiyor, uluslararası sermaye de hem borçlarını alabilmek, hem de AB’nin kaygıları nedeni ile bu durumu umursuyordu. Her ikisine göre, Erdoğan’ın frenlenmesi, biraz zayıflaması gerekiyordu, ki söz dinlesin.
Bu durum ABD’nin pek de umurunda olmazdı. Zira ABD için önemli olan, Ortadoğu’da Türkiye’ye verdiği işlerin yerine getirilmesi ve S-400 gibi arayışların son bulması idi. Bunları yapmaları için Erdoğan’ın mutlaka zayıflaması gerekli, şart değil idi. Bu iki şeyi, yaptırabileceklerini biliyorlardı. Sermaye meselesi, özellikle ABD için yakıcı değildi.
Uluslararası sermayenin ana derdi, verdikleri borçları geri alabilmek, bu geri ödemeyi garanti altına alacak bir sistem kurmaktır. IMF, bunun için önemli bir araçtır. IMF, hem belli bir miktar fonlama ile sistemin tıkanmasını önlemek, hem de “kemer sıkma” olarak adlandırılan acı reçete ile tüm gelirleri, borçları ödeyecek şekilde dizayn etmek için vardır. Bunu yapabilmesi için, Damat’ın yerine bir yeni “Derviş” gerekli idi. Damat’ı vermek, seçim öncesinde yapılan tartışmalarda Erdoğan’a ağır gelmiştir.
Ve Damat, “yağma, rant ve savaş” ekonomisi için gerekli idi.
AB de bu yönde isteklere sahip idi. Belki bu isteklere, biraz hukukî reformlar da ekleyeceklerdir. Hukuk, sermayenin geleceğini garanti altına almak, ülkede bulunan yabancı yatırımcıların güvende hissedecekleri bir ortam oluşturmak için şarttır. Bu nedenle, AB’nin istekleri, biraz daha kapsamlıdır.
Demek ki, AB ve “alacaklı olan finansörler”, birbirine paralel, ABD ise daha farklı bir tutumda idi. Ama ABD’nin olmazsa olmazları daha azdır demeliyiz. Çünkü, yerel seçimler aracılığı ile bir tokat yiyerek zayıflatılmış olan Erdoğan’dan, yine istediklerini alabilirler. Yani, ABD için, başkanlık sistemi ve Saray Rejimi’nin varlığını koruması yeterlidir. Kazansa da, az biraz kaybetse de çok büyük farklılıklar ortaya çıkmayacaktı. ABD cephesinin durumu budur.
İşte İstanbul ve Ankara’nın AK Parti denetiminden çıkışının ana nedeni bu tablodur.
Gerçekte, sadece Ankara ve İstanbul değil, daha pek çok il çıkmıştır ve AK Parti, çok ciddi güç kaybetmiştir. Sadece, durumu bu noktada tutma kararı verilmiştir.
Bu nedenle seçimlerde yine de hile vardır. Seçimler zaten baştan aşağıya anti-demokratiktir. Ama sayım yine de hilelidir. Fakat bu hile, AK Parti’nin, tümden güçsüzleşmiş olmasını önlemek içindir. Nihayetinde, bir iktidar değişikliği, ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de alacaklı sermayenin işine gelmemektedir.
Burada bir geniş paranteze ihtiyaç vardır. Bizim Saray Rejimi adlandırmamız son derece yerindedir, başka türlü sistemi analamak mümkün değildir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir, onunla birlikte, burjuva partilerin tümüdür, farklı rollerde olmaları koşulu ile.
İkinci vurgumuz, “yağma, rant, savaş ekonomisi” vurgusudur. Yerindedir ve hayat bizi doğrulamaktadır. Bu, tespiti biraz açmalıyız.
Erdoğan ile başlayan süreç, bir yerden sonra, tam bir yağma, rant ve savaş ekonomisine dönüşmüştür, ki Saray Rejimi’nin ekonomisi budur.
Yağma, uluslararası sermayenin de isteğidir. Bu yağma, özelleştirmelerle, Cargillerle, tarım politikaları ile, üretimi yok eden uygulamalarla vb. ortaya konan ekonomik yapının adıdır. Doğanın, kaynakların, insanın yağmasıdır bu.
Rant, bu yağma ekonomisine bağlı, onunla bütünleşmiş bir ekonomik gerçekliktir. İnşaat sektörü, bu işin lokomotifidir. Rant üretmek, Erdoğan’ın Gezi sürecinde ağzından kaçırdığı ana görevidir.
Ve savaş ekonomisini anmamak, bu tabloyu eksik ele almak olur. ABD emireri, tetikçisi olarak bölgede oynadığı rol, yağma ve rant ekonomisi ile birleşen bir savaş ekonomisi yaratmaktadır.
Şimdi, konumuza dönebiliriz. Demek ki, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”, mevcut durumun bilimsel tanımlanması olarak ortadadır.
31 Mart yerel seçimlerinde, rant kaynaklarının önemli ölçüde zarar görme ihtimali vardı. İşte, Erdoğan’ı esas telâşlandıran da budur. Daha doğrusu, Saray Rejimi’nin çevresini sarmış sermaye çetelerini, devlet içindeki çeteleri telâşlandıran gerçek şey bu rant kapılarının kapanma ihtimalidir. Bu rant, şimdi, CHP’li belediyeler eli ile yeniden biçimlendirilecektir. Bu da, Saray çevresindeki bazı sermaye gruplarının ve çetelerin zararınadır.
Erdoğan’ın “kaybettik” açıklamasına rağmen, “kazandık” diye çırpınanlar, aslında daha çok bu çevrelerdir. Bunlar, Erdoğan’dan korktuklarından değil, bu rant olanaklarını kaybetmekten korktuklarından ve gelecekleri hakkında derin endişeler hissettiklerinden bu tutumu almaktadırlar.
Seçimin bir numaralı sonucu budur, rant ekonomisinde bir değişim gerçekleşecektir.
Seçimin iki numaralı sonucu, AK Parti’de bir çözülme yaratacak olmasıdır. Zaten bu çözülme, başkanlık sistemi nedeni ile başlamıştı. Bu çözülme artacaktır.
Seçimin en önemli siyasal sonucu, tüm baskı ve şiddete rağmen, tüm aymazlığa ve kuraldışılığa rağmen, tüm yalan ve iftiraya rağmen, Kürt illerinde HDP’den alınıp kayyum atanan illerde, “kayyum” politikalarının çökmüş olmasıdır. Bu durum, yeni kayyumların oluşumunu engellemeyebilir. Ama, ne olursa olsun, bu politika çökmüştür. Kayyum ile yönetilen illeri kaybeden Saray Rejimi, belediye binalarını yağmalamakta, binaları kolluk kuvvetlerine bağışlamaktadır. Bu, “yağma” politikasının siyasal alanda devreye girişidir. Gerçek anlamda çöküşün de ifadesidir. Seçimin en net siyasal sonucu budur.
Seçimin net siyasal sonuçlarından biri de, kitlelerde, işçi ve emekçilerde Saray Rejimi’ne karşı birikmiş öfkenin ortaya çıkmasıdır. Bu açıdan AK Parti’nin ve onunla birlikte MHP’nin oylarının, gerçek anlamda %30-35 aralığında olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bu büyük bir gerilemedir. Direniş ve mücadele, Saray Rejimi’ni geriletmiştir. Bu gerilemenin tescil edilmesi, gerçekte, sandıkların sayılması ile ortaya çıkmış değildir. Hayır. Bu gerileme, sandıklarda ne hile yaparlarsa yapsınlar ortaya çıkmış gizlenemez bir durumdur. Uluslararası durum, bunun İstanbul ve Ankara’ya yansımasına olanak vermiştir. Gerileme daha büyüktür.
Seçimin önemli siyasal sonuçlarından biri, HDP ve Kürtlerin yok sayılarak siyaset yapılamayacağıdır.
Seçimin önemli sonuçlarından biri, devlet çarkının, Saray Rejimi’nin nasıl çözüldüğünün ortaya çıkmış olmasıdır. AA’nın tutumu, AA’nın seçim gecesi “hikâyesi”, içler acısı değil ise, bir komedi değil midir? “Sahadan veri alamadığımız için veri veremiyoruz” sözleri, acaba, nasıl yorumlanabilir? Devlet çarkı çürümüş, çeteleşmiştir. Erdoğan’a rağmen seçim sonuçlarını kabul etmemek, aslında çetelerin ne kadar derin çıkar çatışması içinde olduğunun da kanıtıdır.
Şimdi, Saray Rejimi, kendi önlemlerini almakla uğraşacaktır.
Bir yandan anlaşılıyor ki, “belediyelerin” terk edilmeden yağmalanması, evrakların yok edilmesi süreci işleyecektir. Bu korku, gerçekte, hızlı bir dağılma sürecinin işaretidir. Önümüzdeki dönemde, itiraflar ortaya dökülecektir. Saray çevresinde, paçasını kurtarma yarışı devreye girecektir. Kaybetmekte olandan uzak durma anlayışı gelişecektir.
Elbette Saray, önce bu kesimlere karşı saldırıya geçecektir. İktidar ellerindedir ve gereğini yapacaklarından şüphe duymamak gerekir. Ama bu durum da çözülüşü durdurmaya yetmeyecektir.
Erdoğan, konuşmasında, kendisine telkin edilen programı açıklamıştır. Erdoğan’ın, yenilgiyi bu denli çabuk kabul edişi, AK Parti ve Saray çevrelerinde endişe ile karşılanmaktadır. Erdoğan’ın, balkondan “yalnız adam” görüntüsü ile, kendi taraftarlarına seslenmesi, allaha şükrediyorum ki, bana sizin gibi taraftarlar verdi demesi, destek isteğidir. Çözülmeyi önleme isteğidir, beni anlayın deme isteğidir.
İnce’nin 24 Haziran seçimlerinde, gece ortadan kaybolması ve “tehdit edildi” söylentilerinin çıkmasına benzer bir durum mu yaşandı ki, Erdoğan, hızla ikna oldu? Yoksa, kayıplar çok ama çok büyük mü idi ki, İstanbul ve Ankara’yı vermeye razı oldu? Bunu bilemiyoruz. Ama Yalnız Adam balkonu adımlarken, kendisine verilmiş bir programı okudu. Bu kesin.
Bir, serbest piyasa ekonomisinin kuralları içinde kalacağız. Bunu söyledi. İlk madde budur. Bu, uluslararası sermayeye sesleniştir. Dediklerinizi kabul edeceğiz, demektir. Buna, en çok Aydın Doğan mı sevinmiştir, yoksa TÜSİAD mı?
İki, ekonomik reformlar yapacağız. Bu ikinci maddedir. Yalnız Adam balkonda, programı okuyor. Bu, IMF’ye giden kapının açılması ve Damat’ın değiştirilmesi süreci midir? Damat, uygun bir tarzda, kenara mı çekilecektir? İstanbul sonuçlarına karşı çete hareketlerini devreye sokanlardan biri Soylu, diğeri Damat mıdır?
Ve elbette, reformlar, sadece ekonomik olamaz. Hukukî bazı adımların da atılması gereklidir. Bunu da yapacağını ifade ediyor gibidir. Hapishanelerden bazı isimlerin bırakılması da dahil midir? Bilmiyoruz. Ama sermaye, hukuk da ister, hak değil, adalet değil, ama hukuk ister. Bu da Soylu’nun gidişi midir?
Bu ekonomik reformlar, işçiler ve emekçiler için, daha fazla zam, daha fazla hayat pahalılığı, daha fazla işsizlik, daha fazla çalışma, daha fazla açlık, daha çok kemer sıkma vb. demektir. IMF budur. Bu durum, işçilere, devrimcilere karşı şiddet politikalarının devamının geleceği demektir. Ve CHP, bu konuda Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.
Üç, Yalnız Adam modu ile çıkılan balkondan, “beka meselesi anlaşıldı” diye söylendi. Erdoğan, bununla Kürt meselesini anlatıyor. Şırnak, güvenlik güçleri yığılarak AK Parti’ye verilmiştir. Bu, bir seçim değil, operasyondur. Muş, hile ile AK Parti’ye verilmek istenmektedir. Iğdır aynı şekilde. Böylece, Kürt illerinin tümünün HDP’yi seçmediği ortaya konularak, yeni başkanlık sisteminde, oradan ortak bir iradenin olmadığı gösterilmek istenmiştir.
Bu, Kürtlere karşı savaş politikalarının devamı demektir. Ve bu konuda, CHP, İYİ Parti vb. aynı dili kullanacaklardır. Bu tescilli bir gerçektir. Savaş politikalarının devamı istenmektedir. Katliam politikalarının devamı istenmektedir. Balkondan söylenen budur.
Dört, Suriye meselesi ve savaş meselesi. Erdoğan, açık olarak, savaş politikalarına devam edileceğinin, ABD’nin emireri olunacağının mesajını vermiştir.
Elbette S-400 meselesinin ne olacağı da buradan çıkıyor. Bu durum, yakın zamanda Suriye sahasında işlerin yeniden karışacağı anlamına da gelir. İdlib meselenin çözümünün acilleşmesi, bunu desteklemektedir.
Saray Rejimi’nin geriletilmesi, bir adım da olsa sağlanmıştır. Bu, esas olarak, direniş çizgisi ile sağlanmıştır.
Şimdi, bu direnişi daha da genişletmek, daha da güçlü ve kararlı hâle getirmek zamanıdır.