Son yıllarda, Saray Rejimi, toplumu sindirme, bastırma politikaları ile ayakta duruyor. TC devleti, tüm tarihi boyunca, şiddeti, baskıyı hep ileri düzeyde kullanmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca, “olağanüstü hâl”, neredeyse olağan durum olmuştur. Savaş yıllarını bir yana bırakırsak, 96 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca, sürekli “olağanüstü” haller ile ülke yönetilmiştir. Sürekli “iç savaş” korkusu, sürekli “komünizm korkusu” pompalanmıştır. Baskı ve şiddet sürekli halkı, işçi ve emekçileri yönetmenin ana yöntemi olmuştur.
İdeoloji de elbette devrede olmuştur. İdeolojik olarak milliyetçilik, Türkçülük ve din, bunların şu ya da bu düzeyde karışımı kullanılmıştır.
TC devleti, en başından beri, üzerinde kurulduğu temelleri ayakta tutmaya çalıştı. Bunlardan biri, anti-komünizmdir. Bu anti-komünizm, “sınıfsız imtiyazsız bir toplum” tarifinin de temelidir. Üstelik öyle yerli-milli falan da değildir. Bu anti-komünizm, Ekim Devrimi’ne karşı “ileri bir karakol” olarak emperyalist güçlerin hizmetinde olmak ile bağlantılıdır. Sınıfsız ve imtiyazsız toplum olmak, gerçekte, imtiyazlı zenginler ve bürokrasiyi düşününce, açık olarak, işçi sınıfının inkârı anlamına gelmektedir. Elbette, TC devleti, burjuvalar ve onların emperyalist efendileri, işçi sınıfını bir ekonomik varlık olarak görüyor ve biliyorlardı. Ama onun adı, onun sınıf olduğu gerçeği ortaya çıkmamalı idi. Bu nedenle, çok uzun bir süre, Nazi artığı yasalarla, işçi ve emekçilerin her türlü arayışını bastırmanın yollarını aradılar. Yine aynı nedenlerle, bir yandan halifelik kaldırılıp laiklik ilan edilirken, diğer yandan dinin devlet eli ile halkı uyutmak için, komünizme karşı zehir olarak, bir yönetim aracı olarak kullanılması devreye sokuldu. TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamı ile laik olmamıştır. Dahası, bu halkı kendine düşman görme durumu, ülkemizdeki katliamların da temelidir. TC devleti, en başından, “devlete bir millet yaratma” politikası ile gittiği için, bu topraklardaki tüm halkları, kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Sadece işçileri, sadece Rumları, sadece Ermenileri değil, Türkleri, Kürtleri, Lazları vb. de kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Halk ve devlet, iki uç olarak şekillenmiştir. Halkın potansiyel tehdit olarak görülmesi, şiddetin ölçüsünü hem artırmıştır, hem de sürekli “olağanüstü hâl” denilen uygulamaların temeli olmuştur. TC devleti, bağımlı bir ülke olarak yolunu seçmiştir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğulması, Ermeni ve Rum katliamları, Çerkes Ethem ve yoldaşlarının tasfiyesi, Takrir-i Sükûn yasası, aslında burjuvazinin, emperyalizme bağlılığının da ifadeleridir. Ekim Devrimi’ne sınır olan ve halkların mozaiği olan bir ülkede, Ekim Devrimi rüzgârını durdurmak için, hem halklara hem de komünistlere karşı azgınca saldırılar devreye konuldu. TC devleti, bu nedenle, kendini, komünizme karşı, bir “ileri karakol” olarak gören emperyalist efendilerinin her zaman hizmetinde olmuştur. İşte halkı “düşman” olarak görmenin temelleri burada yatmaktadır.
İkincisi, TC devletinin üzerinde kurulu olduğu ikinci temel, emperyalizme bağımlı, bir sömürge olmaktır. Her katliamlarının, her sıradan ekonomik kararlarının, her eğitim politikalarının vb. ardında emperyalist efendilerden gelen emirler vardır. Bunun dışına çıkıldığı da olmuştur, ama mutlaka kısa sürmüş, buna yönelenler de tasfiye edilmiştir. Yani, TC devleti, her zaman bir sömürge devlet, her zaman emperyalist kampa dahil bir güç, her zaman bir tetikçi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kore’ye asker göndererek, NATO’ya girebilme olanağı elde etme, gerçekte, ülkeye, burjuva anlamda da ihanettir. Bunun gibi, her adımda TC devleti, sürekli emperyalist efendilerinin emirlerini yerine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile, ABD hegemonyasının netleştiği dönem arasında, bir miktar “bağımsız” hareket edebilme olanağı elde etmiş olabilir. Ama 1965 sonrasında, bu tam bir ABD emireri olmaya dönüşmüştür. Türkiye, bugüne kadar, “ortaklaşa sömürge” olarak, bu 1950-60’larda formatlanmıştır; ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak NATO vb. kanallar da içinde, doğrudan ABD’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge”.
Bu iki kuruluş temeli doğru anlaşılmadan, genel olarak devlet (yani her ülkede var olduğu gibi, kapitalist sistem içinde var olan devlet gibi, bir sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutma aygıtı olarak devlet, burjuvazinin egemenlik aracı, burjuvazinin ortak örgütü olarak devlet) anlaşılmış olsa da, TC devleti doğru anlaşılamaz. Devlet denilen şeyi, genel olarak anlamak yeterli olmaz, somut olarak, tarihi ile, dokusu ile vb. anlamak esastır. Elbette, devlet denilen şeyin teorik bilgisi olmadan, somut olarak devleti, tarih ve coğrafya içinde, sınıf savaşları içinde kavramak da mümkün değildir.
Her şeyin bir tarihi vardır. Tarih, bizim ilkokullardan beri sevmemeyi öğrendiğimiz tarih, gerçekte bilimdir. Ve tarih bilimi, en çok ama en çok geleceğin sahibi olan işçi ve emekçilere, gençlere, mücadele edenlere lazımdır. Devletleri de Marx-Engels-Lenin’in ortaya koyduğu teori ile “genel” olarak ele almak yeterli değildir. Onlar, elbette işin teorisini ortaya koymuşlardır ve devlet de budur. Ama her devletin, sınıf savaşımı tarihi içinde şekillendiğini unutmamak lazım.
Tarih bilgisi olmadan, tarih bilimi olmadan, TC devletini ve bugün bizim adına Tekelci Polis Devleti dediğimiz yapılanmayı ve yine daha yakın dönemde ülkemizde adına “Saray Rejimi” demekte ısrar ettiğimiz şekillenmeyi anlamak mümkün değildir.
Görüldüğü gibi, “aydın” üzerine tartışmadan önce, devleti ve sayfa sınırlarımız içinde tarihi ile birlikte kısaca özetlemek zorunda kalıyoruz (Detaylı tartışma için, bakınız; “Tekelci Polis Devleti” ve ayrıca “Anadolu, Tarih ve Devrim” çalışmalarımıza bakabilirsiniz. Her ikisi de Kaldıraç yayınlarınca basılmıştır).
Sınıflı toplumların tarihi, büyük ölçüde sınıf savaşları tarihidir. Bu doğrudur. Bu sınıf savaşları tarihi ise, düz bir çizgi izlemez. Karmaşıktır. Hem gelişimi öyledir, hem de iki karşıt sınıf arasındaki, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki “yalıtık” bir savaş değildir. Toplumun tüm sınıf ve katmanlarını içine alır. İçine girmek istemeyeni bile.
Bir bakmışsınız, bir işçi, burjuva saflarda kendi sınıfına karşı savaşıyor, bir bakmışsınız ki, bir burjuva kökenli devrimci işçi sınıfı saflarında iktidara ve sisteme karşı savaşıyor.
Aydınlar da bu savaşımın parçasıdırlar. İsteseler de istemeseler de. Bu durum, en net bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. Bugün Saray Rejimi, bir bunalımın sonucudur ve neredeyse tüm aydınlar, isteseler de istemeseler de bu savaşın bir parçasıdırlar.
Saray Rejimi, bir yandan Kürt devrimine karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaşın, diğer yandan, Gezi ile ortaya çıkan ve devlet kadrolarının kimyasını değiştiren direniş sürecinin ve bunlara ek olarak bölgemizde yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının ürünüdür. Öyle şekillenmiştir, öyle şekillenmektedir. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusuna bir yanıt içermelidir. Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin elinde mi kalacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin elinde mi kalacak? Bu elbette, başta bölgemiz olmak üzere, dünya üzerindeki gelişmelere de bağlıdır, çünkü bu paylaşım savaşı evrenseldir, tüm yeryüzünü kapsamaktadır. Kapitalizm var oldukça da devam edecektir. Elbette, tüm bu savaşlara son verecek bir devrimsel gelişme mümkündür. Biz de bunun için mücadele ediyoruz. Herkesi de tüm varlığı ile bu insanlık mücadelesine çağırıyoruz. Savaşları, kanı, katliamları, sömürüyü bitirecek bir devrim, bu kez daha gür olarak yükselsin istiyorsanız, durmayın, hemen mücadeleye katılın. Sizi saflarımıza dövüşmeye, özgürlük ve eşitlik için dövüşmeye çağırıyoruz. Şimdi zamanıdır.
Saray Rejimi, baskı, şiddet politikalarına, dışarıda da savaşa ihtiyaç duymaktadır. Nedeni bu üç noktadır; Kürt devrimi, Gezi ile başlayan direniş ve paylaşım savaşımı. Paylaşım savaşımı ve savaş politikaları, devletin çeteleşmesini beraberinde getirmektedir. “Tek adam rejimi” denilen şey, aslında ABD’nin NATO ortaklarına da onaylattığı bir projedir. Bu nedenle tek adam rejimi de yerinde değildir. Bu projeler, gerçek diktatörlerini, komik olanı gittikten sonra sahneye sürerler. Demek ki, Erdoğan sonrasına hazırlanan bir başkası vardır. Bu bir Saray Rejimidir. “Saray Rejimi”, tam anlamı ile tüm halkı kendine düşman gören bir mantığın üstüne oturmaktadır. Bu, bölgemizdeki diğer halklar için de geçerlidir. Kendi halkını bu denli net düşman olarak gören bir rejim olmadan, ABD’nin emperyalist amaçlarına ulaşmak için bu rejimi kullanması o kadar kolay değildir. Hani araç, amaca göre şekillenir. Koyun kesecek bir bıçak ile ekmek kesecek bir bıçak arasında fark olduğu gibi. ABD, Saray Rejimi’ni, tam da kendi isteğine uygun olarak şekillendirmektedir: Tüm halkı düşman olarak gören bir rejim. Saray’a yönelmesi de, eski Osmanlı döneminde “saray ve halk” olarak adlandırılan sınıf çelişkisine uygundur. Her burjuva devlet, iktidarını tehlikede görünce, işçi ve emekçilere saldırır. Ama her burjuva devlet, Ankara Garı’nda, halkın üzerine bombalarla saldırılmasını bu denli aleni planlamaz. Bu, halkı kendine düşman görme mantığının ne demek olduğunu kavramak için bir ölçüdür.
Saray Rejimi, elbette daha geniş açılabilir. Ama bu zaten Kaldıraç sayfalarında yapılmaktadır. Bugünden, “Saray Rejimi” adlandırmasının yaygınlaşmasını da olumlu buluyoruz. Sınıf savaşımının uzun tarihi içinde bu önemlidir.
Saray Rejimi, toplumu bastırmak, susturmak istiyor. Nasıl?
1- Karanlık ile. Karanlık, cehaletin üretilmesi anlamındadır. “Cehaletin bu kadarı, ancak eğitimle verilebilir” sözü, bugün tam karşılığını bulmaktadır.
Medya, en etkili araçlarından biridir. Bugün öyledir. Saray Rejimi, medya için özel araçlar organize etmiştir. Her TV kanalında bir “sansür komiseri” vardır. Bu komiser, hangi haberin yayınlanıp hangisinin yayınlanmayacağına karar vermektedir. Saray Rejimi, idari işleri kolaylaştırmıştır. Bunun için Cumhurbaşkanının, ailenin vb. bir adam ataması yeterlidir. RTÜK vb. sadece görünendir. Medya, olduğu gibi denetim altındadır. Bunun bir-iki istisnası vardır, ki bunlar da etkili değildir. Halk TV, Sözcü aslında bu denetimin bir başka yüzüdür. Onlar da bu işin bir parçasıdır. Denetim dışında kalan bir-iki gazete, TV vb. son derece sınırlı bir etkiye ve güce sahiptir. Saray Rejimi, “muhalefet lazımsa onu da biz yaparız” mantığı ile hareket etmektedir. Bu, bilinen bir hikâyedir, “komünist partisi lazımsa onu da biz kurarız” mantığının devamıdır.
Medya bir karanlık üretim merkezidir.
Medya, cehalet üreten bir sistemin odak noktasına yerleştirilmiştir.
Eğitim, tam olarak bu rotada organize edilmektedir. Bir yandan özel paralı okullar, diğer yandan da tam anlamı ile “komutları anlayanlar” kitlesi yetiştirecek bir sistem. İşte peşinde oldukları şey budur. Bunu dinî görüntü altında yapmaları tam bir manipülasyondur.
İstedikleri şey, öğrencinin, yeni nesillerin, cahilleştirilmesidir. Bu eğitim sistemi, sadece ve sadece “komutları anlama” eğitimi üzerine kuruludur. Yani ülkemizde istenen, sadece verilen emirleri, yazılı ve sözlü komutları anlayan bir kitle yetiştirmektir. Okur yazarlığı da bu kadar, anlama kapasitesi de bu kadar, düşünme yeteneği de bu kadar olan bir geniş kitle yetiştirmek istiyorlar.
Bir yanda özel ve paralı okullar, diğer yanda ise milyonlarca öğrencinin içinde yer aldığı devlet okulları: Hepsinde esas amaç, cehaleti yeniden üretmektir.
Bu işi örtme güçleri ise medyadır.
Din, bu konuda oldukça acımasızca kullanılmaktadır. “Acımasızca” derken, halka acımıyorlar anlamında değil. Zaten halkı sevmezler, ama bizim dediğimiz şey, dinî inancı olanlara hiçbir saygı göstermeden, acımasızca, fütursuzca dinin kullanılmasıdır. İslam aydınlarının bu konudaki suskunluğu ise evlere şenlik bir durumdur.
2- Baskı ve şiddet. Kürt hareketine ve Gezi Direnişi ile başlayan direnişlere, işçi, kadın, öğrenci eylemlerine karşı azgınca bir saldırı. Yasaları altüst etmeyi göze alarak, tam bir kanunsuzlukla tutuklamalar, şiddet ve daha fazla şiddet. Bunun için IŞİD’i kullanmaktan geri durmayan bir mekanizma örgütlüyorlar. Ve çeteleşen devletin her çetesi, bu saldırganlıktan prim yapma peşindedir. Böylece çeteler, kendi suçlarını örtme şansını da elde etmektedir. Devletin her kurumunun içinde çeteleşme vardır. Bu şiddet, esas olarak toplumsal muhalefeti hedef almaktadır, devrimci olan herkes, işçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler her yolla saldırıya uğramaktadırlar. Böylece, işçi sınıfı ve onun bileşenleri başlarını kaldırmadan ezilmek istenmektedir. Bir daha Gezi ortaya çıkmaması için, baskı ve şiddet, akıl almaz bir hukuksuzlukla atbaşı gitmektedir.
3- Aydınların susturulması. Aydınlar, barış bildirisine imza atmış olanlar da dahil, şiddetli bir yıldırma ve baskı politikası ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Hukuksuz bir biçimde maaşları kesilmekte, üniversitelerinden atılmaktadırlar. 12 Eylül rejiminin başlangıcında ortaya konan üniversiteli öğretim üyesi kıyımının bir tekrarı yaşatılmıştır. Sadece öğretim üyelerine dönük değil, mesela Çağdaş Avukatlar’a dönük saldırılar da, simgeseldir ve yıldırma amacını gütmektedir.
Devrimci, kimliği açık aydınları saymıyoruz bile. Çünkü onlar bu baskılarla yıldırılamayacaklarını ispatlamış durumdadır. Bu nedenle, aydınlara dönük baskıların “kapsamı” genişletilmektedir.
Simge isimlere dönük, toplumu korkutma amaçlı saldırılar da sınırsızca devreye sokulmaktadır. Müjdat Gezen, Metin Akpınar, bazı TV sunucuları, sanatçılar vb. hepsine dönük saldırılar, gerçekte, korkutma ve sindirme amaçlıdır. 1915 sürecinin tam olarak başlangıcı denemese de, önemli bir başlangıç adımı, aydınların ülkeden atılması girişimleri idi. Her baskı ve şiddet, her katliam politikası, aydınların susturulması ile atbaşı gidiyor.
İşte tüm bunlar toplumu bastırma, susturma işinin parçasıdır.
Ve bu baskı ve şiddet tablosu, seçim sandıklarının kimin tarafından sayıldığının, çıkacak sonuçlarının ne olduğunun önceden belli olmasının etkisi altında, aydın kesimde, bir yılgınlık üretmektedir.
İşte bu yılgınlık, bizim tartışmak istediğimiz konudur.
Burada önemli sorulardan biri aydın tarifidir. Kime aydın diyeceğiz? Gerçekte, tüm sistemin işleyişinin farkına varmamış birisi ne kadar “aydın”dır? Gerçekte, haksızlığa, zulme karşı koymayan birisi ne kadar aydındır? Gerçekte, bilimin bastırılmasına, bilimsel eğitim olanaklarının yok edilmesine, bilimin ve sanatın aşağılanmasına karşı durmayı düşünmeyen acaba aydın mıdır?
Bu soruları şimdilik bir yana bırakalım. Baskı altına alınan “aydın” kavramının genişlemesi bir gerçek. Saray Rejimi, toplumun önde gelenlerinin tam bir biatını istemektedir.
Ama ortaya çıkan bir gerçek var ki, “aydın”larda oluşan korku, etkili bir sessizlik yaratmaktadır. Zaten, işçi ve emekçi direnişleri burjuva medyanın karanlığını yırtamamakta, Saray Medyası bu eylemleri, bu direnişleri görmemekte, yalanlarla manipüle etme yoluna gitmektedir. Bunu örneklemek gerekir, 2019 Newrozu’nu Anadolu Ajansı, haber olarak vermemiştir. Türkiye’de milyonlarca insan Diyarbakır’da bir Newroz yapıldığından habersizdir. Bu bir örnek. Birçok durumda biz, hareket olarak, bu hareketin içinde yer alan devrimciler olarak biz, çok yakınımızdakilere, işçi eylemlerini anlattığımızda, şaşkın gözlerle bize bakıldığını görüyoruz. Yani, bu manipülasyon, bu medyanın karanlığı sıradan bir durum değildir ve “eylemsizlik” umutsuzluk, yılgınlık yaratmaktadır. Oysa ortada bu denli bir “sessizlik” yoktur. Bizim mahalle, oldukça hareketli demesek de, asla sessiz değildir. Ya sizin mahalle?
Aydınlarda da ortaya çıkan bu “etkili sessizlik”, beraberinde, farklı sorgulamaları getirmektedir.
Aydınlar arasında en çok konuşulan şey, bu halka güvenilemeyeceği, “hani nerde işçi sınıfı” vb.dir. Aslında bu, aydının kendi sorumluluğunu, başkalarının üstüne atma eğilimidir. Herhâlde bizim toplumda bu hep vardır, herkes hatayı başkasında arar. Oysa geliştirici olan, önce hatayı sistemde, sonra kendinde, en son başkasında aramaktır. Kendine aydın diyenler, burjuvalar gibi, ülkeyi terk edip etmeme arasında kararsızlık içinde, halka güvensizliği dile getirmektedir. “Bu halk bunu hak ediyor” sözü çok yaygındır.
Oysa seçimlerde AK Parti’ye veya Erdoğan’a verilen oylar, “aydınların” inandıkları sandık sonuçları gibi değildir. Biz hep birlikte biliyoruz ki, 7 Haziran seçimlerinde AK Parti iktidarı kaybetmiştir. Seçimlerin yok sayılması, ardından gelen şiddet vb. hatırlardadır. Sonra Kasım ayında yenilenen seçimler ile yeniden AK Parti iktidarı gerçekleşmiştir. O günden bu yana, parlamento tamamen bitirilmiştir, siyasal partiler burjuva siyasal partiler anlamında, yok edilmiştir. Böylece bir “rejim” değişikliği ortaya konmuştur. Kasım seçimlerinin sonuçlarına neden inanmamız gerekiyor? Eğer “Bu halk bunu hak ediyor”un ölçütü seçim sonuçları ise, mesela 7 Haziran seçim sonuçları neden hesaba katılmıyor? Mesela Kürt illerinde belediyelere kayyum atanması “bu halk bunu hak ediyor” sözü ile uyuşuyor mu?
Evet, “bu halk bunu hak ediyor” sözünün bir gerçekliği vardır. Eğer bu halk, henüz bir devrimle, iktidarı kendisi almamış ise, eğer işçi sınıfı iktidarı almamış ise, bunda elbette kendi suçu vardır. Ama bu, aydının, sorumluluğunu artırır. Aydın, samimi bir biçimde, işçi sınıfının iktidarı alıp, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımı için yol gösterici bir mücadelenin içine girer, girmelidir. Bu, aydının görevidir.
“Bu halk bunu hak ediyor”, aydınlar arasındaki sohbetlerin sözü olmamalıdır. Tam tersine, değiştirilmesi gereken bir durumun tespitinde bir anlam ifade edebilir. “Bu halk bunu hak ediyor” ile anlatılmak istenen durum, değiştirilmek üzere, müdahale edilmek üzere söyleniyorsa, bir gerçekliği ifade eder. Yoksa yakınmak ve kendi eylemsizliğimize bahane aramak üzere söyleniyorsa, bu hak edenlerin içinde kendimiz olduğumuzu da unutmayalım. Halkın, işçi sınıfının devrimcileşmesi için aydınların neler yapması gerektiği anlamında bir tartışmanın temeli olacaksa, bir anlam ifade edebilir. Yoksa, çaresizlik içinde içki masalarının mezesi olmaktan başka bir anlam ifade etmez.
24 Haziran seçimlerinin sonuçları, üç gün önce TV kanalından yayınlanmıştır. Bunu aydın birisinin gözardı etmesi doğru değildir, suçtur. Bunu bir işçinin görmemesi, bir işçinin gazete ve TV kanalları ile gelen bilgilerin ötesine geçerek gerçek durumu analiz edememesi daha normaldir. O da bir sorundur, eksiktir. Ama aydın için bu bir “suç”tur.
Gerçi bu yakınmaların “olumlu” bir tarafı da vardır.
“Bu işçiler bunu hak ediyor”, “nerede işçi örgütleri”, “nerede devrimciler” yakınmaları, aslında bir davettir. Demek oluyor ki, aydınlar, işçileri devrimin önderi olmaya, kendi tarihsel rollerini (bireysel olarak bu yakınmada bulunan aydın olmadan), oynamaya bir çağrı vardır. Bu açıdan, bu olumludur. Biz, bir devrimci işçi hareketi olarak, Kaldıraç hareketi olarak, bu çağrıyı kendimize yapılan bir çağrı olarak, eksikliğimizin bize söylenmesi, özlenen noktanın vurgulanması olarak görüyoruz. Bu açıdan kabulümüzdür. Bunu yerine getireceğiz. Ama aydınlara da bir çağrımız var, gelin saflarımıza katılın, bize güç olun, aklınızı aklımızın yanına, ellerinizi ellerimizin yanına, kalbinizi omuzlarımızın yanına koyun. Gelin bu karanlığı parçalayacak olan işçi sınıfının örgütlenmesinde bizimle birlikte mücadele edin. Gelin, korkularınızı aşın ve gelmekte olan devrimin birer neferi olun. Gelin, elinizden geleni yapın. Gelin, örgüt özgürlüktür ilkesini yükseltelim.
Yakınma budur, “bu halktan bir şey olmaz.” Belki de “bir şey” olmaz ama çok şey olur. Önce, aydınlar, kendi sorumluluklarını yerine getirmelidirler.
İktidarın, aydını ve “tanınmış kişi”leri hedef alması sürecine biraz daha yakından bakalım.
Neden sistem, seçmeli bir biçimde, toplumda önemli isimlere saldırıyor? Mesela Metin Akpınar ne yaptı, örgütlü bir mücadelenin içine mi girdi? Hayır. Sadece, açık olarak konuştu. Sadece, insan olarak fikrini söyledi. Belki de bu fikri her gün bir başka yerde duymamış olsa idi, belki de bu fikirlerinin bu denli “tehlikeli” olduğunu düşünmüş olsa idi, söylemezdi. Saray Rejimi’ni rahatsız eden, oradaki fikirler değil, bu fikirlerin Metin Akpınar’ın ağzından dile getirilmesidir. Toplumda seveni olan, öne çıkmış bir ismin bunları söylemesidir.
Metin Akpınar, Yılmaz Erdoğan ile kıyaslanmayacak şekilde bel kemiğine, insanî dürüstlüğe sahiptir. Metin Akpınar, belki de tahmin etmediği bu saldırı karşısında dik durmuş, bir adım öne çıkmıştır. Yılmaz Erdoğan, Saray’ın hoşlanmayacağı şeyleri önceden “tahmin” etme yeteneğini geliştirmiştir. O, sınırlarını bilmektedir, başka bir şey bilmesine gerek yoktur. “Ucuz yaşam” buna derler. İş olanaklarını kaybetmemek, Saray’ın hışmına uğramamak, basında linç kampanyalarına maruz kalmamak için, kendine “otosansür” uygulamada, pek çok kişiyi aşmış durumdadır. Evinde bile, ağzını açmamak için uğraşmaktadır. Rakının verdiği hoşluk içinde ağzından laflar kaçar düşüncesi ile, tek başına rakı içmeyi seçmektedir. Evde rakı imalatı yapanlar, ondan bin kat daha cesurdur. Korku, onu esir almıştır ve Saray’ın merdivenlerine yapıştırmıştır. Bu üretimine de yansımıştır, Saray merdivenlerinden ne, ne kadar görülebiliyorsa, o kadar “üretim” yapabilmektedir.
Elbette daha beteri de var. İktidara yamanmak konusunda bir bölümü, ünlü teyzenin “götünün kılı olmak” sözünü rehber edinmişlerdir. Yavuz Bingöl ile “baba” Orhan Gencebay’ın yer kapma yarışı mide bulandırıcıdır. Şafak Sezer, zavallı, orada yer bulmuş değil, oradan dökülmüş bir “kıl” olmayı kabul etmek zorunda kaldı. “Sanatçının” kendini sokanına acaba ne derler, Şafak Sezer mi, yoksa Yavuz Bingöl mü? Saray’ın politikası açık: Bir uçta açlık- hapis sopası, diğer uçta iş-ün-para havucu. Açlık ve hapis sopası ve iş-ün-para havucu arasında tereddüt etmeden seçim yapıp, “kıl” olmayı uygun görenlerin de kullanım süreleri sınırlıdır, raf ömürleri sınırlıdır. İktidar raflarında yer alan her “aydın”ın, her “tanınmış kişi”nin ömrü, son derece sınırlı olur.
Toplumsal sorunlara duyarlılığı kalmamış bir kişinin “aydın” olarak nitelenmesi doğru değildir. Bu, temel ölçülerden biridir. Bir kişi, sadece kendisi için yaşıyorsa, artık onun toplumsal rolü, sıradandır. Bu elbetteki normaldir de, ama insan olmaktan çıkma durumunun da göstergesidir. Kendisi için yaşayan bir insan, bilgi ve birikimi ne olursa olsun, aydın olarak ele alınamaz.
Oysa aydın, gelişmiş bir insan, daha da insanlaşmış bir insan demektir. Bu açıdan, hem mütevazi olması beklenir, hem de mücadele eden, haksızlıklara karşı koyan, ön açan olması beklenir.
“Bu halktan bir şey olmaz”, eğer kendi eylemsizliğimiz, kendi çaresizliğimiz için bir yakınma durumu değil ise, kendini beğenmişlik demektir.
Bir sinema yönetmeni, filmlerinde konu aldığı gerçekliği, toplumsal sorunları, toplumsal gerçekliği, günlük yaşamında da ilgi alanının içinde tutmalıdır. Yoksa, onun farkı nereden gelir? Yani, bir yönetmen, “filmi” ile konuştuğu şeyin, biraz olsun arkasında durmalıdır.
Eserleri ile öne çıkan bir yazar, bir sanatçı, toplumsal sorunlar karşısında “politika benim işim değil” türünden bir tutum alınca, kendini “tarafsız” hâle getirmiş olmaz. Tersine güçlü olandan, yani iktidardan yana taraf hâline getirir. Kaldı ki, bugünün iktidarı, Saray Rejimi için bu bile yeterli değildir. Saray Rejimi, açık olarak toplumda öne çıkmış isimleri kendi etrafında “tutum” alır durumda görmek istemektedir. Ve bunu yapanlara daha çok parasal ve maddi ödüller vermekte, tersini yapanlara ise, seslerini çıkardıkları anda hapis yollarını göstermektedir.
Sanatçı ve yazarın, kendine “tarafsız” bir yer edinme isteği, büyük ölçüde bir kılıftır. Nesnel olmak, tarafsız olmak anlamına gelmemektedir. Nesnel olmak, objektif olmak, gerçekten yana tutum almak demektir, ki bu, iktidarın hışmını üstüne çekmek için yeterlidir. Birçok kişi, mesela iktisatçı, “ekonomik kriz var” dedikleri için işlerinden olmuşlardır ya da istenmeyen kişi ilan edilip, TV tartışmalarına bile sokulmamaktadır. Birçok gazeteci, sadece gerçeği yazdıkları için, sadece önceden belirlenmiş soruları değil de kendi akıllarındaki soruları sordukları için oyun dışına itilmiş, ellerinden basın kartları alınmıştır.
Bu koşullarda, etliye sütlüye dokunmamak üzere yazıp çizenler, aslında, kendi bireysel yeteneklerini sergilemek dışında bir iş yapamaz durumdadırlar. Otosansür, onların kafalarını kemirmektedir. Bu bir üretim, aydınca bir üretim değil, bir “tüketim” sürecidir ve aynı zamanda aydının tükenişi sürecidir. Mücadeleden kaçan aydın, aslında kendini de tüketmektedir.
Mücadele kaçkınlığı, açık olarak örgütten kaçmakta ortaya çıkar. Örgüt özgürlüktür diyemeyen bir aydın, aslında, gerçeği de sahiplenemez. İster fizikçi olsun, ister kimyacı, ister köşe yazarı olsun, ister matematikçi, ister gazeteci olsun, ister Nobel ödüllü roman yazarı, ister müzisyen olsun ister felsefeci. Örgütten ve mücadeleden kaçış, aydın için, bir nevî verem gibidir. Bu veremin yeri ciğerler değil, beyindir. Aydın, bir kere kendi beynini geri vitese taktı mı, artık onun iyileşmesi ancak büyük toplumsal olayların sarsıcı etkisine kalmıştır. Bu örgütten ve mücadeleden kaçış, aydının beynini bir verem gibi yiyip bitirir. Bir süre sonra verem, bu kaçkınlık hâli, beyni esir alır.
Korku hep böyledir, beyni siler, olumsuz anlamda temizler, tarihsiz, öncesiz ve sonrasız bırakır. Ve bu olumsuz anlamda temizlenmiş beyinlere, iktidarın istedikleri yazılmaya başlar. Eğer bu kişi bir aydın ise, bir yazar ise, iktidarın istediklerini halkın beynine yazdırmak için araç haline getirilir. Buna “tarafsızlık” denilebilir mi?
Demek ki, bir aydını, biz kendi saflarımızda örgütlü mücadeleye çağırıyorsak, onu “gel bize tabi ol ve aydın özgürlüğünü kaybet” demiş olmuyoruz. Bu korkuyu biz biliriz. Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz, örgüt disiplini korkusunun kaynağı, devrimci örgütlerin aydınları disiplin altına alması değildir, 12 Eylül rejiminin bizzat kendisidir. Dürüst olmak gerekir, bugüne kadar hiçbir devrimci örgüt, bizim ülkemizde aydının özgürlüğünü köreltmedi. Tersine, birçok “aydın”, o örgütlerde kendini eğitme şansını elde etti.
Biz, aydını kendi saflarımızda, elbette disiplinle, örgütlü olarak mücadele etmeye çağırıyorsak, aslında, onun kendini kurtarma yolunu tarif ediyoruz. Yoksa bu beyne girmiş veremden, kendini tüketmekten kaçış yoktur.
Bir işçi direnişine, bir iş cinayetine, bir üniversitelinin coplanmasına, bir kadın cinayetine, bir çocuğun kaçırılmasına, cinsel tacize uğratılmasına, savaşa, katliamlara, tren hatlarının hazır olmadan açılmasına, kentlerin yağmalanmasına, gökdelenlerin yaşamı tüketmesine, tarımın Cargill’in istekleri ile organize edilmesine, yağma ve talan rejimine sessiz kalan bir kişi, “tarafsız” mı olur?
Peki ya aydın olur mu?
Aydın ne kadar cahilleşiyorsa, o kadar kibire bulanıyor. Saray Rejimi’nin son yıllardaki deneyimi bunun en açık kanıtıdır. Hep birlikte bunu yaşıyoruz. Aydınlarımız cahilleşiyor, fakirleşiyor, korku ile siniyor ve iktidar raflarında yer alan, uygun zamanda kullanılacak mallara dönüşüyor.
Toplumsal gerçekliği, sınıf savaşımını göremeyen bir aydın, kendi gerçekliğini de göremez hâle geliyor. Bunun en son kanıtı, çok ciddi eserler veren Fazıl Say’ın tutumunda görülebilir. Say, kendi gerçekliğini, yalnızlık olarak görüyor olmalı. Oysa direnmeye yetecek kadar gücü vardır, belki cesareti eksikti. Bu cesaretsizlik, hep birlikte yaşayacağız, onu daha kötü adımlar atmaya zorlayacaktır. Egemenler biatını istediklerinden bir olumlu yanıt aldılar mı, mutlaka fazlasını da talep ederler. Aydın, toplumsal mücadele içinde aldığı tutumlarla yoluna devam edebilir. Müjdat Gezen’in bir adım daha büyüdüğünü tespit etmek mümkündür. Görüşlerinin ne kadar yol açıcı olduğunu tartışmıyoruz, baskı ve şiddet karşısında aldığı tutumun önemine işaret ediyoruz.
İtaati ve biatı öğütleyen bir aydının, devlet kontrolünde dini kullanan bir vaizden farkı kalmaz. Gün gelir, vaaz olarak, işyerinde iş güvenliği önlemi almanın allaha karşı çıkmak anlamına geldiğini söylemek zorunda kalır.
Saray Rejimi, kendi zayıflığını örtmek için, etrafında “aydınlar”, tanınmış simalar toplamaya çalışıyor. Bunun için hem havuç, hem sopa birlikte kullanılıyor. Böylece, kendi korkusunu, bu tanınmış simalara bulaştırarak, işçi ve emekçilerin mücadele azmini kırmaya çalışıyor. Buna araç olan bir kişinin “aydın” olma durumu kalmaz. Gerçeklikle bağını bu denli koparmış bir kişinin tarafsızlığa sığınması, karanlığa sığınmasından farklı değildir. Devekuşunun korunmak için kafasını kuma gömmesinden farksızdır.
Bilim adamlarının, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin, gerçekliğe bu denli gözlerini kapatmaları, bilim adına “objektiflik” olarak sunulamaz. Burjuva hukukunu bile savunamayan hukukçuların, bilimin ve aklın önemine vurgu yapmaktan korkan fizikçilerin, uluslararası tekellerin emrinde yeteneklerini sergileyen kimyacıların, insandan ümidini kesmiş edebiyatçıların, toplumsal gerçeklikten kopmuş düşünürlerin vb. varlığını fakirleşme, derinliğini kaybetme hâli olarak ele almak mümkündür. Bunun aydın olmakla bir ilişkisi olamaz. Bu, aydın olmanın, dahası insan olmanın aşağılanmasıdır.
Ülkenin tarımının durumu konusunda açıklama bile yapamayan, hiçbir direniş göstermeyen ziraat mühendislerinin bilgileri ne işe yarar? Bilimi ve gerçeği savunamayan, bunları söylersem başıma neler gelir diye korkan bir bilim adamının, kendini tüketmekte olduğunu söylemek acaba fazla mı kaçar?
Aydının ya da “tanınmış simaların” iktidara biatı, halk için yaratılan karanlık ortamın oluşumuna en az baskı kadar etkilidir. Saray Rejimi’nin bu çabalarının anlamı da buradadır.
Ortaçağ karanlığına benzer, içinde yer aldığımız çağ nedeni ile daha beter bir karanlık anlamına gelen bu karanlığın dağıtılmasında aydının, hiç de azalmayan bir rolü vardır, olacaktır.
Bu nedenle, bu durum, aydının yeniden doğuşu için de bir fırsattır. Aydın, adı üstünde aydınlatmanın militanı olmak durumundadır. Toplumsal gerçekliğe, sınıf savaşımına gözlerini kapatarak bunu yapmak mümkün değildir. Hapse atılan aydın, hapishaneyi bir üniversiteye dönüştürmenin olanaklarını yaratmalıdır, üniversiteden kovulan bir öğretim görevlisi, işlevini sürdürecek, öğrencileri ile bağını sürdürecek bir işçi üniversitesi kurmanın yollarını aramalıdır, bilim adamı bilimi geniş kitlelere ulaştırmanın yollarını aramalıdır, sanatçı eserlerinde toplumsal gerçekliği yansıtmaktan çekinmemelidir. Bunun kolay olmayacağı açıktır.
İnsan mücadele içinde insanlaşıyor. Aydın için de bu geçerlidir.
Ve aydının, bizim topraklarımızdaki ana sorunu, bu mücadelenin bireysel bir mücadele olduğuna kendini inandırmasıdır. Birçok dürüst aydın, başına gelecekler nedeni ile “örgütlü mücadele”den kaçmaktadır. Bunun yerine, bireysel olarak “elinden geleni yapma” yolunu tutmaktadır. Elbette bu çabaları değerlidir. Ama bu bir handikaptır: Toplumsal devrimi çıkış yolu olarak görüp, örgütlü mücadeleyi “uzak durulacak bir bela” gibi görmek.
Örgüt özgürlüktür. Bu, gerçeğin ta kendisidir.
İşçiler, örgütsüzlükleri oranında esirdirler. Bu durum, “örgüt özgürlüktür” cümlesinin bir başka söyleniş tarzıdır. Ve bu durum aydınlar için de geçerlidir.
Ne tarafsızlık, ne örgütsüzlük, bir aydının sığınabileceği sığınak değildir.
Objektif olmak, bilimden ve gerçekten yana olmak, bir taraf olmak durumudur. Bu, sınıf savaşımının açık ve şiddetli biçimde yürüdüğü bizim ülkemizde son derece açıktır. Gerçekten yana olmak, gerçeği söylemek pahalı bir iştir bugünlerde.
Örgütten uzak durma hâli ise oldukça yaygındır. Neredeyse aklı başında olan, kafası çalışan herkes, biz devrimcileri, açıkça “salak”, “saf”, “deli” olarak nitelemektedir. Bu ideolojik olarak “örgütsüzlüğün” savunusudur. Ne demek mi istiyoruz? Şöyle; diyelim ki bir Kürt, bugün Kürdistan’da, örgütlü mücadeleye girmeyebilir. Ama örgütlü mücadeleyi saflık, salaklık vb. olarak tanımlayamaz. Tersine kendi durumunu tanımlar, korkuyorum der, çoluk çocuğum var der, param ve mülklerim var der vb. Ama bizde, bu durum, örgütlü mücadeleden kaçış için bir de teori var. İdeolojik olarak “örgütlü mücadele” küçümsenmektedir. Bugüne kadar kimler denedi olmadı denmektedir. Oysa bir aydın bilir ki, Guernica tablosundaki at yüzlerce kere çalışılmıştır ve Picasso, bunu yapacak enerjiyi bulmuş pes etmemiştir. Oysa bilirler ki, Pasteur, binlerce kere denediği hâlde aşı üzerine uğraşmaktan vazgeçmemiştir. Oysa çok iyi bilirler ki, Tesla, deli diye anılırdı. Ve çok iyi bilirler ki, insanlık tarihi sayısız isyanlarla doludur ve bunların ancak çok azı zaferle sonuçlanmıştır, çoğu yenilgi ile bitmiştir. Buna rağmen insanlık, özgürlük, adalet, eşitlik mücadelesini sürdürmüştür.
Demek ki, açıkça “örgütlü mücadele”yi aşağılayan birisi, bu insanlık mücadelesini reddediyor demektir. Öyle ise, mert olmalı ve öyle demeli. “Hayır, insanoğlunun bu mülkiyet zincirlerinden, bu insanın insana kulluğu çarkından kurtulma, özgürleşme şansı yoktur” demelisiniz. Bunu demeden, örgütlü mücadeleyi aşağılamak, küçük görmek mümkün değildir.
Evet bize, biz devrimcilere pek çok isim konmaktadır. İktidarların koyduğu tek isim var, terörist. Ama dost cepheden, bugünlerde bizi anlatmak için en yaygın kullanılan isimler; salak, saf, çocuk, delidir. Kim nasıl layık görüyorsa, hepsi kabulümüzdür. Biz yenilmiş bir devrimci hareketin devamcılarıyız. 12 Eylül yenilgisini, henüz bir ters dalgaya çevirebilmiş değiliz. Bu nedenle, bugün bize takılan isimlerin kahraman vb. olmasını bekleme hakkımız henüz yok.
Ama, bildiklerimizden, bilimden ve gelecekten zerre kadar da şüphemiz yok.
Düşmanlarımız saf tutmuştur.
Dostlarımızı saf tutmaya çağırıyoruz, büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmaya.