Bu kavramı, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” vurgusunu özellikle vurguluyoruz. Tıpkı, “Saray Rejimi” kavramını özellikle kullandığımız gibi. Ve dahası bu ikisi, yani ekonominin savaş, yağma ve rant’a dayanması ile, Saray Rejimi diye tarif ettiğimiz rejimin ortaya çıkması, birbiri ile bağlantılıdır.
“Rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile “Saray Rejimi” bağını daha iyi anlamak için, yeryüzünü sarmış olan emperyalist paylaşım savaşımına bakmak gerekiyor. Bu emperyalist paylaşım savaşı ve bunun bölgemizdeki, ülkemizdeki etkileri, resmin daha iyi anlaşılması için önemli görünmektedir.
Türkiye’de “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, başından beri bir ABD projesi olan Erdoğanlı AK Parti iktidarlarına bağlıdır. Ekonomik ve siyasal açıdan öncesi vardır; 1- 12 Eylül darbesidir, 2- Özal’lı ekonomik politikalardır. Ama mesele bu kadar da doğrudan değil.
Arada SSCB’nin çözülmesi süreci var.
SSCB’nin çözülmesi ile emperyalist kampın “uyumu” bozulmaya başladı. Komünizme ve SSCB’ye karşı ABD hegemonyasında oluşmuş olan anti-komünist kamp, kendi aralarındaki sorunları daha ikinci plana atabilme “yeteneğini” geliştirmişti. Elbette, alttan alta tekeller, uluslararası şirketler, emperyalist güçler arasında rekabet sürmekte idi.
SSCB’nin çözülmesi, elbette dünya işçi sınıfının savaşsız sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinde büyük bir gerileme, büyük bir kayıp oldu. Dünya işçi sınıfının büyük kaybının yanında, SSCB’nin çözülüşü, aynı zamanda emperyalist kamp içindeki çelişkilerin yeniden su üstüne çıkmasına neden oldu.
ABD, hegemonyasına dayanarak, dünya imparatorluğunu ilan etme hevesi ile öne çıktı. Afganistan ve Irak işgalleri aslında bunun için birer hamle idi. Doğu Avrupa’da sosyalist ülkelerin birer birer çökmesi, Almanya başta olmak üzere AB ülkelerindeki sermaye için büyük olanaklar yarattı. Almanya, belki 2. Dünya Savaşı’nda, askerî işgalle almaya çalıştığı ülkelerin çoğunu, ekonomik olarak denetimine almayı “başardı” diyebiliriz. İşte ABD, bu durum karşısında hızla harekete geçip, hazır askerî gücü ve diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü vaki iken, “tek kutuplu dünya”, “3. Roma”, “Amerikan imparatorluğu” gibi vurgularla saldırmaya başladı.
Paylaşım savaşımının önemli bir alanı, Ortadoğu oldu. ABD, kuzey Afrika ülkelerini, Balkanları, Kafkasları da içine katarak, Büyük Ortadoğu Projesi’ni bu nedenle geliştirdi.
Bu, dünya çapında süren bir paylaşım savaşımıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, bu paylaşım savaşımında en önde bulunan güçlerdir. Bir yandan, eski “işbirlikleri” sürerken, diğer yandan, dünyanın yeniden bölüşülmesi süreci ağırlık kazanıyor.
Türkiye, burada özgün bir duruma sahiptir. Siyasal olarak ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağlıdır. Dün, bu sorun yaratmıyordu. NATO şemsiyesi altında siyasal olarak ABD denetiminde ve ekonomik olarak AB’ye bağlı olması, “ortaklaşa sömürge” olma durumudur. Bu, dün sorun değildi ama bugün, artık bu bir sorundur.
Siyasal alana egemen olan ABD ile ekonomik alana egemen olan AB ikilisinden hangisi Türkiye’nin efendisi olacak? Bu paylaşım savaşımının ülkemizdeki yansımaları, sadece Ortadoğu bölgesindeki yansımalarla sınırlı değildir, aynı zamanda kendi durumu ile de ilgilidir.
Paylaşım savaşımı kızıştıkça, durum daha da açığa çıkmaktadır.
Dünya çapında işçi sınıfına karşı başlatılan neo-liberal saldırının, “özelleştirme” politikaları, Özal döneminde başlamıştı. Ama AK Parti döneminde, bu politikalar, içine emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının etkilerini de alarak, hızla sürdürüldü.
Şöyle de ifade edilebilir: Tüm emperyalist güçler açısından ortak bir politika olan “özelleştirme”, ki daha büyük bir saldırının bir parçasıdır, tam da bu emperyalist paylaşım savaşının etkileri ile şekillenmeye başladı.
Şöyle düşünelim, Cargill ve Türkiye’nin tarım politikalarını ele alalım; bu politikalar, tam da ABD’nin Türkiye’de sermaye olarak güçlenmesi hedefleri ile uyumludur. Öte yandan, “yağma” politikalarının da tam içindedir.
İnşaat yatırımları da bu işin bir parçasıdır. İnşaat yatırımları, elbette, ranta dayalı bir ekonomi demektir. Özelleştirme ve inşaat yatırımları, hangi alan ele alınırsa alınsın, yağma ve rant ekonomisini göstermektedir.
Bu rant politikaları, AK Parti ve Saray çevresi için bir zenginleşme aracıdır. Ama emperyalist güçler için bu, aynı zamanda paylaşım savaşımının bir bileşenidir. Elbette, Batı, NATO, burada süren tüm “hırsızlıklara”, “yeni zenginler”in yaratılmasına olanak tanımışlardır. Zira yağmanın kabul edilebilir bir yan sürecidir bu.
Bu çerçevede belediyelere bakılırsa yerinde olacaktır. AK Partili belediyelerin ne yaptığı, önümüzdeki dönem çok daha net ortaya çıkacaktır. İstanbul ve Ankara belediyeleri üzerinde süren “savaş” bu çerçevede anlaşılabilir ve tersinden AK Partili yıllarda İzmir bölgesindeki ekonomik “gerileme”, yine aynı çerçevede anlaşılabilir.
Yakında, İstanbul ve Ankara belediyelerindeki rant ve yağma, daha net ortaya çıkacaktır. Ama bu yağma ve rantın, merkezden, Saray’dan yönetildiği unutulmamalıdır. Belki birkaç ortalığa saçılmış rakam bilgi verebilir: 2019 yılının ilk üç ayında, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı ve diğer vakıflara, 2,5 milyar TL’nin üzerinde para aktarılmıştır. Bu sadece, olayın bir parçasıdır, sadece bir parçası.
Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının içeride yansıması, çeteleşmedir. Devlet çarkının her alanında çeteleşme yaşanmaktadır.
Ve yine, Suriye savaşı, bu paylaşım savaşımının sonucudur ve TC devletinin Suriye savaşındaki rolü, tam olarak ABD emirleri ile gerçekleşmiş açık bir tetikçiliktir. Bu bizim iddiamız olmaktan çoktan çıkmıştır. WikiLeaks belgeleri, açık olarak Hillary Clinton’un mektuplarını deşifre etmiştir ve burada bu süreç için yapılan görevlendirmeler açıktır. Erdoğan ve Damat dahil birçok kişinin isimleri açık olarak belgelerde vardır.
Suriye savaşı, devletteki çözülmeyi iler boyutlara taşıdı. Rus uçağının düşürülmesi ve sonrasında Rusya ile gelişen ilişkiler, Türkiye’nin durumunu daha da sıkışık hâle getirmiştir.
Devlet içindeki çeteleşme, konu savaş ve konu Kürtlere karşı saldırı olduğunda çetelerin “ortak” hareket etmesine olanak vermektedir. Bu hâlâ böyledir. Çeteler, savaş ve Kürtlere karşı savaş ve nihayet Gezi sonrasında devrimcilere karşı savaş söz konusu olduğunda, hemen birleşebilmektedir. Ama bu arada, çeteleşme yine derinleşmektedir.
Saray Rejimi’nin oluşumu, dışarıda ve içeride süren bu savaşla bağlıdır.
Saray Rejimi’nin şekillenmesi, bu rant ve yağma ekonomisi ile bağlıdır.
Ve son yıllarda bu duruma, savaş ekonomisi eklenmiştir. Uzun yıllardır, Kürtlere karşı yürütülen savaşın üzerine, dışa dönük, özellikle Suriye’ye dönük savaş eklenmiştir. Bunun yarattığı ekonomik durum, yağma ve rant ekonomisi ile birleştirilmiştir. Silâh ihaleleri, rant ve yağma tarzına uygun olarak organize edilmiştir.
Ve tüm bu sürecin içinde, çeteler, din-milliyetçilik ve para ile harmanlanarak yer edinmeyi sürdürmüştür, sürdürmektedir.
Din ve milliyetçilik, dün, “Türk-İslam sentezi” üzerinden, dışa da dönük olarak şekillenirken, çeteleşme ve Saray Rejimi ile birlikte, din ve milliyetçiliğin yeni kalıbı “yerli ve milli”ye döndü. Bu, aslında bir daralmayı da ifade eder, ki sömürge bir ülkeden, bağımsız olmayan bir kapitalist ülkeden başka bir gelişim beklenemez.
Kendisi paylaşım masasında olan Türkiye, emperyalist güçlerin tetikçisi olarak davranırken, onlardan artacak kırıntılara razı olmayı “büyük güç” olma olarak ifade ederek, aslında kendi durumunu en çok da kendisinden gizleme yolunu tutmuş oluyordu. Herkes, kendi durumuna uygun bir “mantıklı” açıklamaya sığınmak zorundadır. İşte Türkiye’nin yaptığı da budur.
Bu ise, akıl almaz bir “çırpınma” ile gerçekleşmektedir. Hem ekonomik alanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” açısından bu böyledir, hem de Saray Rejimi’nin güç gösterileri açısından bu böyledir.
7 Haziran 2015’ten bu yana, Türkiye, Saray eli ile, açık olarak sandıkları, seçimleri gömme sürecine girmiştir. Son yerel seçimler, “yerel seçim” oldukları hâlde, hiçbir hukukun, hiçbir yasanın dikkate alınmadığı bir seçim sürecine, işte bu nedenle dönmüştür, döndürülmüştür.
İstanbul seçimleri üzerinde tartışma, oldukça öndedir.
Ama aslında Kürt illerinde, ilçelerinde ortaya çıkan durum, akıl almaz derecede vahimdir. Sadece yapılan hileler, sadece sayım konusundaki numaralar, sadece asker ve polis yığarak sandıkları değiştirme eğilimleri değildir söz konusu olan.
Devlet, açıkça, KHK ile uzaklaştırılan kişilerin seçilme hakkını ellerinden almaktadır. %70 ile seçimi kazanan HDP’li adayın yerine, %20’lerde oy alan AK Partili adayın belediye başkanı ilan edilmesi, burjuva hukukun ve anayasanın son bulduğunun kanıtıdır. YSK, devletin tüm güçleri, Saray Rejimi, açıkça, bu eylemi gerçekleştirmektedir. YSK, mesela “hata yaptık, KHK’li seçilemez, biz bunu atladık, bu durumda seçimi yenileyelim” bile demiyor. Hem KHK ile uzaklaştırılmış kişilerin seçilme hakkı yoktur demektedirler, hem de seçimi kazanamayan bir kişinin kazanmış gibi iş görmesini garantiye alıyorlar. Bu, “kayyum” politikasının aslında başka araçlarla devam ettirilmesi de demektir. Bu açık olarak iç savaştır. İç savaşta devlet, kendi değerlerine, kendi çıkarlarına göre hukuk keşfetmektedir.
Dahası da var, yaşlı olduğu için bir adayın mazbata almaması gerektiği iddiası devreye sokulmaktadır.
Dahası var, seçimlerde KHK ile uzaklaştırılmış olanların “oy kullanamaz” olduğu iddiası vardır. Bu iddia, seçilme hakkından ileri, seçme hakkının da gasp edilmesi düşüncesidir. Yani Saray Rejimi, seçimleri ortadan kaldırmaktadır. Üstelik bu yeni değildir. Bu süreç, 7 Haziran 2015’te başlamıştır ve o günden bu yana devam etmektedir. Bunun devamının geleceği de açıktır.
Saray Rejimi, tüm bu sürece uygun olarak şekillenmiştir. Çeteler, bunun bir parçasıdır. Tarikatlar, dinin yanında daha çok yağma ve rantla bağlanmıştır. Ve bu çetelerin şekillenmesinde, net olarak dünyayı paylaşım savaşımını yürüten emperyalist odakların, her birinin doğrudan katkısı vardır.
Artık, emperyalist paylaşım savaşımından söz ettik mi, ve konu Türkiye ise, demek ki, doğrudan doğruya, Saray Rejiminden ve “Rant, yağma ve savaş ekonomisinden” söz ediyoruz demektir. Bu paylaşım savaşımı ve çeteler, hem ekonominin ve hem de Saray Rejimi’nin içindedir. Tüm bunlar, NATO ile doğrudan bağlantılıdır.
Ve buradan tek bir çıkış vardır. İşçi sınıfı ve devrimci güçlerin, tüm halkların ortak direniş ve mücadelesi dışında bir çıkış yolu yoktur. Ülkenin geleceği, halkların ortak direnişine, işçi sınıfının dirilmesine, devrimci hareketin direnişine ve tüm bu cephelerde direnişin gelişimine bağlıdır.