Türkiye, ilginç bir dış politika mı uyguluyor? Yıllar önce, “komşularla sıfır sorun” diye öne çıkartılan dış politika, kendi rayından mı çıktı da, sorunlar boynu aştı ve komşu kalmadı?
Suriye’ye dalıp, birkaç saatte Emevi Camii’nde namaz kılacakken, acaba ne oldu da, bugün, Suriye devleti ile, her yoldan ilişki kurulması durumuna gelindi?
Rus uçağını düşürürken, bir daha olsa bir daha yaparım, emri ben verdim, diyenler, kısa bir süre sonra, acaba neden, uçağın düşürülmesi işinin aslında FETÖ’nün işi olduğu anlatılarak, özürler dilendi ve Rusya ile farklı bir perdenin açılması için uğraşıldı?
Bir anda, Suriye’de IŞİD ile iş tutan Türkiye, bir süre sonra IŞİD tarafından, IŞİD’i satmakla suçlanmaya başlanmıştır.
Tüm bunları uzatmak mümkün elbette. Ama gerekli mi, emin değiliz.
Bunlar, Türkiye’nin bir dış politika başarısı olarak mı görünüyor?
Bunlar, acaba, Türkiye’nin, çok ustalıklı, çok gelişmiş, belki anlaşılması da zor bir hamleler bütünü hâline gelmiş dış politika uyguladığını mi gösteriyor? Acaba, bu politikaların “sahibi” gibi görünenler, gerçekten bu durumu nasıl adlandırıyordur. Bu denli “başarılı” bir dış politika için, öyle kolayca bir tanımlama yapılabilir mi?
Dış politika, gerçekte iç politikanın bir devamıdır. Ama bu daha çok, bağımsız ülkeler için geçerlidir. Türkiye gibi bir sömürge ülkenin, bağımlı bir ülkenin dış politikası, ancak bir noktaya kadar iç politika ile bağlantılı olabilir. Türkiye, siyasal olarak (yani, parlamentosu, ordusu, polisi, yargısı vb. açısından) ABD’ye bağlıdır, NATO bunun garantisidir. Türkiye, ekonomik olarak ise daha çok AB’ye bağlıdır. Bir anlamda “ortaklaşa sömürge”dir.
Sömürenler açısından, efendiler açısından bu ortaklaşalık, SSCB çözüldükten sonra, bozulmaya başlamıştır. Ülkenin ekonomisini elinde tutan AB (daha çok Almanya, Fransa) ile ülkenin siyasal gücünü denetleyen ABD arasında başlayan paylaşım savaşımı, giderek Türkiye’ye daha yakından yansımaya başlamıştır. Acaba, Türkiye, ekonomisini elinde tutan AB’nin mi, yoksa siyasal alanı (ordusu, polisi, yargısı, parlamentosu vb.) elinde tutan ABD’nin mi sömürgesi olacaktır? İşte soru, bu biçimde ortaya çıkmıştır.
Böylesi bir “ortaklaşa sömürge”de, dış politika elbette, iç politikadan bağını koparmadan, ama onun uzantısı da olmayabilir. TC devletinin dış politikası, WikiLeaks belgelerinde açıkça ortaya konduğu üzere, ABD’nin dış politikasının gereklerine göre ayarlanmıştır. Erdoğan, Damat ve daha başkaları, açıkça IŞİD projesi içinde görevlendirilmiştir ve görevlendirmeyi, dönemin ABD dışişleri bakanı olan Bayan Clinton yapmıştır.
Türkiye’nin kendine ait bir dış politikası yoktur ve olamaz. NATO, bunun önünde en büyük engellerden biridir.
Ama yine de, içeride “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne dayanan bir ekonomi politika uygulayan TC devleti, elbette savaş, rant ve yağma politikalarını dış politikaya da yansıtacaktır. ABD, “kırıntıları” vererek, Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmıştır, kullanmaktadır. Doğrusu, AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’nin, rant ve yağma karşılığında yapmayacağı tetikçilik yoktur. Bunu da hep birlikte gördük, görüyoruz.
Demek oluyor ki, sömürge ülkelerin dış politikaları öyle kendilerine ait politikalar değildir, olamıyor.
Bugüne gelelim.
Konumuz, açık olarak, Rusya ve ABD arasında “denge”lere “oynayan” Türkiye dış politikasıdır. Bu en açık olarak kendini, S-400 ve F-35’ler arasında seçim yapma meselesinde ortaya çıkmaktadır.
Yerel seçimlerin hemen ardından Erdoğan, Rusya’yı ziyaret etti ve Putin ile görüştü. Erdoğan, açık olarak “Ruslara söz verdim” söylemi ile gitmektedir. Böylece, Rusya’ya, S-400’leri alma kararlılığı göstermektedir.
NATO ise, açıkça, bu kararın, S-400 alımının, NATO’nun güvenliğine tehdit oluşturduğunu söylemektedir. ABD, açık olarak, S-400’ler alınacaksa, F-35’lerin teslim edilmeyeceği, Türkiye’nin bu projeden çıkarılacağı vurgusunu yapmaktadır.
Bu tehditli ilişki içinde ABD, Türkiye ile çeşitli pazarlıklar da yürütmektedir.
Saray Rejimi, başında Erdoğan olmak üzere, hem ABD ile, hem de Rusya ile, her ikisini de idare edecek, her ikisini de kandıracak bir “kurnaz” dış politika kurma peşindedir.
Bu “kurnazlık”, daha çok bir köylü kurnazlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Kurnaz, her iki tarafı kandırdığını sanmaktadır. Türkiye, kurnaz Saray Rejimi ile, Rusya’ya karşı ABD’yi ve ABD’ye karşı da Rusya’yı kullandığını düşünmektedir. Bu, daha çok Saray Rejimi ve onun basının düşüncesi gibidir. Gerçekte, hem Rusya, hem ABD, bu durumun farkındadır.
Dahası, Rusya, NATO bağlarının niteliğini bilmez değildir.
Dahası, Erdoğan’ın ABD ve İsrail bağlantıları oldukça açıktır. Elbette Erdoğan, bir projedir ve bu proje çerçevesinde iş görmesi beklenir. Ve elbette buna sadık kalacağı da söylenebilir. Bugüne kadar Erdoğan, ne İsrail ve ne de ABD çıkarlarına ters tutum almamıştır. Konuşmaların bir önemi yoktur, yapılan işe bakmak gerekir.
Elbette, her projenin bir sonu vardır. Bu AK Parti ve Erdoğan projesi için de geçerlidir.
Türk usulü başkanlık sistemini “ilan etmek”, aslında projenin sonuna geldiğinin de kanıtıdır. Başkanlık sistemi, hem AB ve hem de ABD tarafından arzulanan bir sistemdir. Bir sömürgeyi yönetecek olan efendiler, bunun kolay yollarını ararlar, bu da doğaldır. 24 Haziran’da, başkanlık sistemini geçiren ve bu süreci oturtmak üzere hareket eden NATO olmuştur. Hepsi birlikte bu kararı vermişlerdir. Bu nedenle de “sandıkları” saymamışlardır.
Erdoğan’ın bu “zaferi” aslında işin sonuna yaklaştığının da kanıtıdır. Projenin sonlarına yaklaşıldığının.
ABD, elbette henüz Suriye’de işi bitmemiş iken, Saray Rejimi’nin yaşama olanağı olacaktır. Ama “kurnazlık” artık herkesin bildiği bir şeydir.
Türkiye, Rusya’yı S-400 konusunda “ciddiyet” göstererek oyalamaktadır. Bu arada ise, açık olarak ABD ile pazarlık yapmaktadır. Bu durumu herkes bilmektedir. Mesele Suriye meselesidir. ABD, Suriye’de Rusya’yı oyalama peşindedir. Bu arada ise dünyanın başka yerlerinden yeni saldırı cepheleri açma peşindedir. ABD bunu yapabilmek için, Suriye’de Türkiye’nin tetikçiliğine, Osmanlı heveskârlığına ihtiyaç duymaktadır.
ABD, bir yandan Türkiye’yi sıkıştırmaktadır.
Türkiye ise, Akar’ın ifadelerindeki gibi, köylü kurnazlığı sergilemektedir. Akar, “Rusya ile dostluğumuz üçüncü bir ülkeyi hedeflemiyor” diyor. Zaten bir dostluk varsa, bu üçüncü tarafı hedeflemez. Daha temizce, bu dostluğa bağlılık bildirmek gerekirdi.
Akar diyor ki, “Türkiye ABD ile stratejik ortaklığına değer veriyor.”
Akar diyor ki, “Patriot teklifi” dikkatlice inceleniyor.
Türkiye el altından ABD’ye diyor ki, Patriot’ları doğuya, S400’leri ise batıya kurarız.
Akar diyor ki, eğer NATO, Türkiye’ye karşı kararlar alırsa, “Trump’ın muafiyet sağlama yetkisini” Türkiye lehine kullanacağını umuyor.
Böylece Türkiye-ABD arasında oldukça ilginç bir pazarlık yürüyor.
Saray Rejimi, Kürtlere karşı savaş niyetlerini sürekli dile getiriyor. Bu, TC devletinin her yerinde yer alan farklı çetelerin bir arada durması için işe yarıyor. Hepsi, Kürtlere karşı savaş heveslisidir.
Bu yolla, Suriye’ye daha da fazla girmek istiyorlar. Suriye’ye saldırı için, ABD ile pazarlık yürütüyorlar. S-400’lerden vazgeçme karşılığında, Türkiye, ABD’den, Suriye’ye girme olanağı istemektedir. Bu elbette, savaş demektir ve “yağma, rant, savaş ekonomisine” son derece uygundur. Ekonomik kriz yaşayan bir ülke için uygundur.
İyi ama bu durumda, Suriye ve Rusya ne olacak?
Türkiye, S-400’lerin parasını verip, S-400 almadan Rusları ikna edeceğini mi düşünüyor?
İşte kurnaz politika budur.
ABD ile anlaşıp, Suriye’ye girme karşılığında S400’lerden vazgeçerse, Türkiye, bu kez başka sorunlarla karşılaşmayacak mı?
Saray Rejimi, giderek limitli zaman diliminde, kritik bir yol ayrımına gelmektedir. Bu “kurnazlık”, farklı tarafları idare etme kurnazlığı olmaktan çoktan çıkmıştır. Türkiye, arkadan ABD ile tam uyum içinde çalışırken, önde farklı davranışlar sergilemektedir. Ama bunu artık bilmeyen, görmeyen, anlamayan yoktur. Davutoğlu ile başlayan derinlikli politikanın, gerçek bir yüzeyselleşme, gerçek bir şapa oturma politikası olduğunu artık herkes görebilmektedir.
Elbette, ABD, bölgede İran’a karşı bir cephe oluşturma isteğindedir. Bir yandan bunu yapmak için, Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler ile ilişkileri derinleştiriyor. Ama buna rağmen, işler istediği gibi gitmiyor. ABD, açık olarak İran’a karşı cephe ilan etmiştir. İran ordusunun bir bölümü demek olan “devrim muhafızları”nı “terör örgütü” ilan etmek, gerçek anlamında bu cepheyi ilan etmek demektir.
Ve yine aynı ABD, gelişmeler kontrolünden kaçarsa, Suriye sahasındaki tüm suçları Türkiye’ye yıkma eğilimindedir.
ABD, Saray Rejimi’nin, tetikçilikteki heveslerini kullanmak istemektedir. Sorun, bölgede ve dünyadaki dengelerdir.
İdlib ve Suriye’nin işgal edilmiş toprakları, Suriye tarafından geri alınırsa, elbette ABD oyunu farklı kurmak zorunda kalacaktır. Erdoğan, Suriye’de temiz bir çözüm isteyemez. Bunun bir nedeni ABD ne isterse onu yapmak zorunda olmasındadır. Ama ikincisi de, eğer Suriye kendi topraklarını alır, İdlib’i alır ve barış sağlarsa ABD’nin Erdoğan’a olan ihtiyacı da azalacaktır. Bu nedenle Erdoğan, savaştan, tetikçilikten yana olmak zorundadır.
Bu “kurnaz” dış politika, gerçekte “savaş, yağma ve rant ekonomisi” ile de uyumludur.
Ve hepsi birlikte tam bir sıkışmışlığı, tam bir krizi işaret etmektedir.