Büyük suçları işleyen ve bunlara göz yuman bir sistem, bir egemenlik, kendine gerekli “kahramanları” da ancak bu suçlular, bu katiller, bu tetikçiler arasından seçer.
Bu gerçek bir hikâyedir, uzun ve karanlık bir hikâyedir. Bugün ülkemizdeki karanlığın gelişim tarihinin de özetidir.
TC devleti, uzun yıllardır bu karanlıktan beslenmekte, bu karanlık içinde yaşamaktadır. Bu sadece bugüne ait değildir. Sadece Saray Rejimi, bunu biraz daha ileri taşıma hevesindedir.
Ankara, Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na, bir asker cenazesinde saldıran Osman “kahraman”, Hulusi Akar’ı şöyle konuşturmuştur: “Değerli arkadaşlarım, şu ana kadar mesajınızı verdiniz.” Erdoğan’ın deyimi ile Bay Kemal, Bahçeli’nin ağzından tatile davet edilmiştir. İçişleri Bakanı, elbette Osman “kahraman”ı alkışlamıştır ve serbest bırakılan Osman, elleri öpülerek karşılanmıştır.
31 Mart seçimleri “mahkemelik” olmuştur ve İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi ve çetelerin işine gelmemiştir. Son derece normal olması gereken bir sonuç, sistemin içinde bulunduğu durum, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” koşullarında, “normal” olmaktan çıkmıştır. Saray Rejimi, kendi bildiği ve uyguladığı hile metotlarını açıklamaya başlamıştır. Kürt il ve ilçelerinde tüm yasaları çiğneyen bir uygulama devreye konulmuş, “kayyum sistemi”, daha da ilerletilerek, istemediklerine “sen kaybettin” denilmeye başlamışlardır. İşte Osman’ın “kahraman”lığı böyle sahneye çıkmıştır.
Kılıçdaroğlu ve Erdoğan arasında süren pazarlıklar, “Türkiye ittifakı” vb. tartışmaları, bizim burada konumuz değil. Ama bu vesile ile biz, “kahramanlık” meselesini hatırlamak durumundayız.
1915 katliamı ile yüzleşmeyen bir ülke, elbette bunu gerçekleştirenlere “kahraman” demek zorunda kalır. Ve bu “kahraman”lar, elbette ki yenilerini çağırır ve sistem bugüne böyle yol alır.
1921 yılının Ocak ayında, Mustafa Suphi ve yoldaşları, Kâhya Yahya, Topal Osman ve devletin zirvesine ulaşan bir silsile zinciri ile, Karadeniz’de vahşice boğulurlar. Yahya “kahraman” olur. Onun kadın ve para vererek tuttuğu tetikçiler, Yahya’nın kahramanlığının temeli olmakla kalmaz, Topal Osman’ın kahramanlığına da ulaşır.
Tan Matbaası’nı basanlar, öylesine “kahraman” olurlar ki, daha sonra, hepsi birden devletin en üst noktalarına yerleşirler. Karanlıktan beslenen sistemin çarkları böyle işler.
Demirel’e “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünü söyleten de budur. Aslında o dönem de bu bir itiraftı. Tıpkı Akar, Soylu ve Bahçeli’nin itirafları gibi. Ama sistem, bunları “itiraf” olarak görmez. Karanlıkta bunlar itiraf olarak kaydedilmez. Karanlık, tetikçileri “kahraman” yapar.
Madımak Oteli yakıldığında, Sivas’ta, dönemin önemli ismi Çiller, “çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir” demiştir. İtiraftır. Ama karanlıkta itiraflar görünmez. Madımak katilleri, “kahraman” ilan edilmiştir.
Hrant’ın katili, daha doğrusu tetikçisi, bir polis karakolunda, beraberinde resim çektirmek için polislerin sıraya girdiği bir “kahraman” olmamış mıydı?
Sistem, suçludan “kahraman” üretmeyi seviyor.
Kadına saldıran saldırgan, o gün serbest bırakılıyor ve elini öpenler yoksa dahi, “kadınların da uygun giyinmesi lazım” sözü tüm basında yankı bulabiliyor.
İsmail’i arka sokakta döverek öldüren polis, döverek öldüren fırıncı ve diğerleri, birer “kahraman” olabiliyor.
Kabataş yalanlarını uyduranlar, sonra bunları itiraf etmek zorunda kalsalar da, kahraman muamelesi görüyor, ödüllendiriliyor.
İzmir’de genç kızların saçlarını çeken, onlara saldıran polisler, birer kahraman olarak öne çıkartılabiliyor.
Taksim’de Gezi eylemlerine katılanlara balta ile saldıran, “evde tutulmakta güçlük çekilen %50’nin” bir parçası olarak kahramanlaşıyor.
Berkin’i ekmek almaya giderken alnından nişan alarak vuran polis, sistemin alkışladığı bir kahraman olarak öne çıkıyor.
Ethem’i Ankara’da vuran polis, herkes tarafından korunuyor, bir “kahraman” olarak tek eksiği kameralara yakalanmak oluyor.
1 Mayıs katliamını gerçekleştiren, NATO’dan emir alıp hiç tanımadığı insanların, kalabalığın üzerine ateş açanlar, kahraman olarak devletin her kademesince korunuyor.
Bir kadın gerillanın cansız bedenini arabanın arkasına takıp, sokaklarda dolaştıranlar kahraman, bunu yapmak da kahramanlık oluyor.
Liste uzundur. Ve hikâye de uzundur. Bu hikâye boyunca, devletin tetikçi olarak kullandığı herkes, kahraman olarak pompalanıyor. Devlet tarafından alkışlanıyor ama ne yazık ki, bu “kahramanlar” halk tarafından anılmıyor, zamanı gelince birer birer geriye bırakılıyor.
Gerçekte kimdir kahraman?
İsmail mi kahramandır, yoksa onu, döverek öldüren, karanlık sokaklarda onu avlayan, ona çelme takan, polis denetiminde linç edenler mi kahramandır?
Biri halkın kahramanıdır. İsmail, genç aklı ve vücudu ile, karanlığa karşı aydınlık için, baskıya ve esarete karşı direndiği için, bir sokak başında, yalnız ve karanlık içinde öldürülmüştür.
Kimdir kahraman? Toplu taşıma aracında tacize uğrayan ve bu tacizi “ben susmayacağım, sen utanacaksın” diyerek deşifre eden kadın mı, yoksa ona tacizde bulunan mı?
Kimdir kahraman, elinde flaması ile, protesto gösterisine katılan, Gezi Direnişi’ne katılıp, özgürlük isteyen mi, yoksa ona kurşun sıkan mı?
Kimdir kahraman, Soma’da ölen arkadaşlarının cenazesine sahip çıkan mı, yoksa polisin kontrolünde onun yere düşen bedenini tekmeleyen “yağmacı, rantçı” zihniyetin para için insanlığını satan bürokrat mı?
Kimdir kahraman, karanlık ve sis arasında devlete tetikçilik yapıp, bunu “vatan aşkı” diye sunan mı, yoksa ülkenin tüm kaynaklarının parababalarına satılmasına, emperyalist sermayece yağmalanmasına karşı direnen, birkaç ağacı savunmak için gaz yeme pahasına protesto eden mi?
Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, onun yarattığı karanlık içinde; hakkını arayan, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için eylem yapan, parasız ve özgür eğitim için mücadele eden herkes hain ilan edilmektedir. Nerede bir hak arama eylemi varsa o eyleme polis copları, gazlar, TOMA’lar, plastik mermiler, gerçek mermilerle saldıran karanlık cephe, ortaya sürdüğü çetelerine, tetikçilerine, palalılarına vb. kahraman sıfatını uygun görüyor. İşkencede ölen, gözaltında kaybolan çocuklarını, yakınlarını arayan annelere saldırmak “kahraman”lık ve “vatanseverlik” olarak sunuluyor.
Bunlar, karanlığın derinliğini gösteriyor.
Bu saldırganlık, korkunun derinliğini gösteriyor.
Saray Rejimi, baştan aşağıya korku içindedir. Bu korku, daha fazla karanlıkla gizlenmeye çalışılıyor. Bu karanlık, daha fazla saldırganlık olarak organize ediliyor. Karanlık ve şiddet içinde, yağma ve ranttan beslenen çeteler, her alanda boy veriyor. Korku arttıkça, karanlık ve şiddet artıyor.
Kendileri korkuyorlar, korktukça saldırıyorlar.
Halk, sıradan bir işçi, hakkını arayan bir kadın, susmayı reddeden bir genç, geleceğini isteyen bir üniversiteli, soru soran herkes, onlar için birer tehdit olarak ortaya çıkıyor.
Barış diyen, insanlar ölmesin diyen herkes, onlar için büyük bir tehdit hâline geliyor.
Korktukları için korkutmaya çalışıyorlar. Saldırganlıkları, korkularının büyüklüğü ölçüsünde artıyor. Korkuları artıkça, nerede bir suçlu varsa onu tetikçi hâline getiriyorlar. Kendi sonlarını görüyorlar. Kendi düzenlerini, cennetlerini, halkın, işçi sınıfının esareti ve cehennemi üzerine kurdular. İşçi ve emekçilerin uyanmasından, bilinçlenmesinden, örgütlenmesinden korkuyorlar. Aydınlıktan ve gelecekten korkuyorlar.
Ve ne yaparlarsa yapsınlar, bu direniş büyüyecektir, bu karanlık parçalanacaktır. İşçi sınıfı, nasırlı ellerini toprağa bastırıp, başını kaldıracak, gözünü özgür ve sömürüsüz bir geleceğe dikecektir. İşçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin binlerce isimsiz kahramanı, aydınlığın ebeleri olacaktır.