Önceki Bölüm: Sınıf Savaşımı ve İşçi Sınıfının Önderi
Devrimin yöneticisi, işçi sınıfının elindeki tek gerçek silahı parti, devrimi, bir nesnel zemin üzerinde zafere ulaştırır. Burada şu soru ortaya çıkar: Devrimin nesnel koşulları nelerdir?
Devrimin en genel anlamı ile üzerine yükseldiği nesnel zemin, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin kendisidir. İnsanın insana kulluğu, sömürü, sömürgecilik vb. var olduğu sürece, bunlara karşı, kalıcı zafer anlamına gelen savaşsız-sömürüsüz bir dünya mücadelesi de var olacaktır.
Ancak, bundan daha ileride, devrimin nesnel anlamda olgunlaştığını gözlemlemek de mümkündür. Burada bilerek “gözlemlemek” sözünü kullanıyoruz. Bu konuda, tartışma sırasında buraya tekrar dönmek üzere, öncelikle Lenin’in devrimin nesnel şartları konusunda “Devlet ve Devrim” çalışmasında söylemiş olduklarını özetleyelim.
1. Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi yetmez, yönetilenlerin de eski yöntemlerle yönetilmek istemiyor olması gerekiyor.
2. Derin bir ekonomik krizin varlığı.
3. Bu iki etkene de doğrudan bağlı olacak şekilde, kitlelerin sisteme karşı kendiliğinden eylemlerinde bir artış.
Bu üç faktöre de bakıldığında, burada, bir “gözlemleme”, bir analiz yapıldığı ortaya çıkacaktır. Yönetenlerin eski metotlarla yönetememesinin analizi kolaydır. Örneğin; bugün TC yönetenleri eski metotlarla yönetemiyorlar. Hatta bu durum pek çok kapitalist ülke için geçerlidir. Zaten onun için, bu şart değil, bir şartın yarısıdır. Yani yönetilenlerin de eski sistemle yönetilmek istememesi gerekir. İşte bunu belirlemek zordur. Mesela Anadolu işçi sınıfı, emekçisi, Anadolu halkları böyle yönetilmek istiyor mu? Bu soruya yanıt vermek daha kritik değerdedir. Bugün ülkemizde, işçi ve emekçilerin bu yönetimi istemediğini söylemek mümkün; ama bunu ifade ettiklerini söylemek mümkün değildir. İçten içe bir tepki vardır. Öte yandan “ekonomik krizin derinliği” de görelidir. Bazı durumlarda, bir genel ekonomik kriz yeterlidir; oysa bazı durumlarda bu kriz daha da derin olsa bile, yetersiz görülür. Görüldüğü gibi mesele son, yani üçüncü faktörde kilitleniyor. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediğinin ve derinleşen ekonomik krizin anlamını bulduğu yer, kendiliğinden yığın eylemleridir.
Kendiliğinden yığın eylemleri, doğrudan bir örgütsel yönetimin olmadığı eylemlerdir. Bu da daha çok eylemlerin başlangıcı için geçerlidir. Mesela Gazi Mahallesi’ndeki direniş, kendiliğinden başlamıştır ve buna göre gelişmiş bir örnektir. İşte bu kendiliğinden kitle eylemlerindeki yaygınlık, en kritik maddedir.
Fakat bu açıklamalara rağmen, hâlâ bakışımız eksiktir. Tüm bu nesnel şartlar, öznenin özenle “uzak tutulduğu” şartlar değildir, olamaz. Sınıf mücadelesinin tarihi, devrimci hareketin durumu, tüm bu süreci etkiler.
Devrim, nesnel ve öznel şartların bir bütünü olarak gelişir.
Öznel güç, devrimci parti, kendi adımlarını, nesnel koşulları göz önüne alarak atar; ama nesnel koşulların olgunlaşmasının devrimci eyleme bağlı olduğunu unutmaz. Yani, devrimin nesnel şartlarının olgunlaşmadığı koşullarda, devrimci parti ne yapar sorusunun yanıtı da buradadır. Uzağı yakın etmek, öznenin görevidir. Burada iki uç nokta vardır; birincisi, nesnel koşulları hiç hesaba katmayan bir tutum ki bu iktidarı alma eylemini bir toplumsal eylem olarak görmekten uzak bir anlayış olur. İkincisi, nesnel şartları bekleme anlayışıdır ki bu da özneyi eylemsiz bir varlık haline getiriyor.
Şimdi bu söylenenler ışığında, kendiliğinden eylemlerdeki artışın anlamını daha iyi anlayabiliriz.
Mesela, günümüz devleti, Tekelci Polis Devleti, her örgütlenmeye önceden müdahale ediyor. Toplumun psikolojik olarak yönlendirilmesine özel bir önem veriyor. Mesela Anadolu’da, kitleler ne zaman sıkışsa, patlama havasını sezen sendika mafyası, hemen gazı çıkarıcı bir eyleme kalkışıyor. Yani sınıf bir ayağa kalkıp oturtularak, eylem gücü denetim altına alınıyor. Ve kabul etmek gerekir ki bu ülkede tüm devletin kolluk kuvvetlerinin yoğunlaşması kaybolabilirken, bugüne kadar sendika mafyasının yoğunlaşmasında azalma olmamıştır. Sendika mafyası, sınıfı kontrol etme araçlarına sahiptir ve kendiliğinden gelecek eylemlerin, sınıfı denetimden kurtaracağını, bu yolla sınıfta özgürleşme yaratacağını görüyor. Bu nedenle bugün, “kendiliğinden eylem” sözünün her ülkede ya da bir ülkede, her tarih kesitinde aynı yolu izleyeceğini düşünmek hata olur.
Bu vesile ile Mart 2001 sonunda yapılan MGK toplantısı bir “toplumsal patlama olması durumunda alınması gereken önlemleri” il il tartışıyor. Burada, genel olarak devletin, artık iç savaşa ve gelecekteki bir devrime karşı örgütlendiği gerçeğinin altını bir kere daha çizelim. Bir kere daha diyoruz; çünkü Tekelci Polis Devleti çalışmamızda bu nokta yeterince açıklığa kavuşturulmuştur.
Devlet eğer gelecekteki bir devrime karşı örgütleniyorsa, (ikna edici bir örnek olabilir belki. İsveç’te devlet, bir gerilla savaşı olması durumunda ne yapılmalıdır sorusunu askeri açıdan ele alan bir kontrgerilla kitabı hazırlamıştır. Bu tüm devletlerde artık böyledir) kendiliğinden eylemleri önleme noktasında da önlemler alacağını düşünmek yerinde olmaz mı? Kesinlikle yerinde olur.
Bugün TC devleti, işçi sınıfını eylemsiz kılmak için sendikaları devralmış, özenle bir sendika mafyası örgütlemiştir. Mesela B. Meral, Ekonomik Sosyal Konsey toplantısında Bankalar Kanunu’nun ve Siyasal Partiler Kanunu’nun değişimini istemiştir. Bunları, TC’yi boş verin, birebir ABD yönetimi istemektedir. Peki, işçilerle ilgili ne talebi vardır? “800 bin kişinin temsilcisi durumuna kadar gerileyen sendikalar, acaba 21 milyon çalışanı nasıl temsil etmektedir”, sorusunu geçelim. Bu adamların işçi ile ilgisi nedir? Yanıtı “hiç” değil maalesef. Bunlar işçi sınıfıyla ilgilidir ve onu denetim altına almakla görevli polis teşkilatının koludurlar. Bunlar öyle sıradan asalaklar değildirler. Görevleri basittir; eğer işçi sınıfı dolmuş ise, onu kalk otur hareketi ile yorarak, öfkesini boşaltmak; ama bu az iş değildir.
TC devletinin ikinci hassas olduğu nokta, halklar meselesidir. TC yönetenleri Karadeniz’e özel bir önem veriyorlar. Bunun nedeni de budur.
Öyle ise kendiliğinden kitle eylemleri, mevcut toplumda daha da zor, daha da güç ortaya çıkacaktır.
Onun için devrimci partinin görevi, kitlelerin her türden örgütlülüğüne destek de vermektir. İşçi ve emekçileri devrimcileştirmek, işçi sınıfının ve toplumun en ileri unsurlarını kendi saflarında, onların önderleri olarak toparlamak, bu görevi dışlamaz.
Sonuçta, devrimin nesnel şartlarını bekleyen bir devrimci parti olmaz; ama şartların olgunluğuna ve somut koşullara göre kendi eylemine yön veren bir devrimci parti zafere ulaşabilir.
Bir Zayıf Halka: TC
Bir ülkede devrimci partinin görevi ve niteliği üzerine tartışma, asla o ülkede devrimin hangi aşamadan geçtiği ile bağlantılı değildir. Devrimin içinden geçtiği aşama, devrimci partinin önemini, hata ve olumlu eylemlerinin rolünü arttırır. Fakat devrimci partinin görevi, devrimin her aşamasında vazgeçilmezdir.
Buna rağmen, bir ülke somutunda devrimci partiyi tartışmanın, devrimin o tartışma anında dahi, önümüze koyduğu görevlerle birlikte yürüme zorunluluğu vardır. Tersi durumda, tartışma olarak kalır. Lenin’in söyledikleri, Küba deneyimi vb. hâlâ geçerlidir. Bu açıdan devrimci partinin örgütlenişine, sınıf savaşımına bağlı olarak şekillenişine bakmamız gereklidir. Öyle yapacağız.
Bunun yanındaysa, bir de içinden geçilen anın görevleri, tartışmayı daha da somut hale getirir.
1. Emperyalist-kapitalist sisteme, bir bütün olarak bakmamız şarttır. Marksizm bunu önerir. Kapitalizm bir dünya sistemidir. Bu sistemin merkezinde emperyalist güçler, çevresinde ise onlara bağımlı sömürge ülkeler vardır. Sömürge ve emperyalist dışında bir ülke, nadiren bir geçiş anı olarak var olabilir. Ve bugün bu artık yoktur.
2. Bu emperyalist-kapitalist sistem, bir bütün olduğu gibi, bir anda parçalanarak, birden çok parçanın kopmasına da olanak tanır durumdadır. Yani bu zincir birbirini etkiler durumdadır.
3. İşte bu noktada, Lenin’in kısaca “zayıf halka” diye anılan teorisine bakmalıyız. Marx ve Engels, devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede ortaya çıkacağını düşünüyordu; zira henüz, sistem emperyalist aşamaya da yükselmemişti. Ancak emperyalist sömürgecilik, hem bunalımların sömürgelere ihracını, hem de sermaye ihracı yolu ile sömürge ülkelerdeki artı-değerin bir kısmını çekmeyi olanaklı kılmıştır. Kapitalizm bir dünya sistemi haline geldiğinde, devrimin proletaryanın nispeten gelişmiş olduğu sömürge ülkelerde, çevre halklarda oluşum olanakları da artmıştır.
Lenin, “Bir zincirin gücü, onu oluşturan halkaların gücü ile ölçülür” ilkesinden yola çıkarak, zincirin, en zayıf halkasının gücü kadar gücü olduğu sonucuna ulaşır. Böylece emperyalist-kapitalist zincir, en zayıf halkasından kopacaktır ve bu halka çevresini de etkileyerek koparma olanağı yaratacaktır, sonucuna ulaşır. Bu zayıf halkanın ekonomik gelişmişlik ile bağı “birebir” değildir.
Emperyalist-kapitalist sistemin bugün de gücü, en zayıf halkasının gücüne eşittir.
Bundan iki temel sonuç çıkar:
1. Zayıf halkanın neresi olduğu, somut bir analize dayanır. Bu salt iktisadî koşullara bağlı bir analiz olamaz. Öyle bir tarihsel an olur ki, bir emperyalist ülke zayıf halka haline gelebilir. Mesela 2. Dünya Savaşı sonlarında Fransa böyledir. Ve bu anda, o zayıf halkaya yüklenmek, uluslararası proletarya için de vazgeçilmezdir.
Zayıf halka analizi, somut duruma dayalı olarak ele alınır. Bu somut durum, uluslararası ve ulusal durumu, sınıf savaşımında güçlerin yerleşimini, sınıfların durumunu ve yukarıda da aktarılan “devrimci durum” analizini de içerir.
2. Zayıf halka analizi, devrimin en zayıf halkadan başlayarak, hızla veya düşük hızla yayılacağını da öngörür. Öyleyse bu zayıf halkadan en büyük oranda etkilenecek ülkelerdeki proletaryanın temel görevi, “Nasılsa devrimci durum bizde yok, öyle ise hazırlıklarımız son derece zayıf kalabilir.” anlayışının tamamen tersidir.
Devrimci parti, bulunduğu ülkenin durumunu sadece bir “iç” değerlendirme olarak yapmamalıdır. Bunun uluslararası yönü de önemlidir. Uluslararası proletaryanın bir müfrezesi olarak, o ülkedeki devrimci parti, dünya devrimci proletaryasının çıkarlarını ancak bu yolla gözetebilir. Demek ki, bir parçasındaki yükseliş ve zafer, birden çok parçayı da etkileme gücüne sahiptir.
Şimdi özetle Anadolu’nun ya da burjuva devleti ile anarsak TC’nin durumuna bakalım. TC, emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halklarından biridir. Asya’da ve Latin Amerika’da da başka zayıf halkların oluştuğu gözlenebilir.
Türkiye’nin bu zayıf halka durumu, tarihsel, iktisadî, sosyal koşulların bir bütünsel ürünüdür. TC, soğuk savaşın anası saydığımız “kuşatma siyaseti”nin, İngiltere önderliğinde emperyalist dünyanın Ekim Devrimi’ni kuşatmasının ürünüdür. Öyle kurulmuştur. Ortaklaşa sömürge, tüm emperyalist güçlerin ortaklaşa denetiminde, siyasal açıdan ABD kontrolünde olsa da ekonomik açıdan Avrupa’nın söz sahibi olduğu bir durumu anlatıyor. Ve soğuk savaş döneminde tüm “batı” bu noktada birlikteydi. Bu durum onlar için bir sorun yaratmıyordu. Soğuk savaş sonrasında bu durum değişti. Emperyalist güçler, Avrupa ve ABD arasında, TC bölüşülmeye başlanmıştır.
İkincisi; bugün geri çekilip uzlaşma noktasında dursa bile, Kürdistan Devrimi’nin 1990’lı yıllarında sistemi bir bütün olarak çözmeye başlamış olması unutulmamalıdır. TC’yi bir zayıf halka konumuna getiren en önemli etkendir. Kürdistan Devrimi’nin geri çekiliş yılları, emperyalistler arasında TC’nin bölüşülmesi savaşımının da hızlandığı yıllar oldu.
Üçüncüsü; Türkiye bulunduğu konum nedeniyle pek çok etkiye açık durumdadır. Ortadoğu’da savaş hiç durmamakta, efendisi ABD, TC’nin Ortadoğu, Kafkaslar yönünde askeri müdahalelerde bulunmasını istemektedir. Tüm bunlar da önemli etkenlerdir.
Dördüncüsü; ekonomik ve siyasal olarak TC krizden çıkabilecek noktadan uzaktır.
Burada bir beşinci faktör olarak sınıf hareketini sayamıyoruz. Eğer onu da sayabilecek kadar sınıf hareketi gelişmiş olsaydı, Türkiye’nin sistemden kopmaya hazır bir zayıf halka olduğu görüşü herkesçe de kabul edilebilir durumda olurdu. Ancak yine de, burjuvazi, “toplumsal patlama” beklentilerini dillendirirken işin ciddiyetini anlamışa benzemektedir.
Bu analiz, devrimci partinin görevlerini artırır, ivedileştirir.
Bununla kalmaz, bölgesinden başlayarak enternasyonalist görevlere vurgu yapmasını gerektirir.
Ve bu noktada, sistemden kopmaya hazır bir zayıf halka olarak Anadolu’nun, çevresini etkileme gücünün fazla olduğunun altını sürekli çizmek gerekir. Hem devrimin zaferi, proletaryanın iktidarı için, hem de devrimin bölgeye yayılması için, devrimci partinin halklar meselesine çok açık bir kavrayışı olmasının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Sanırım, böylece, devrimci partinin topraklarımızdaki şekillenişi veya görevleri konusunda da tartışmış oluyoruz.