Bir Alman atasözü “Şeytan ayrıntıda gizlidir” der. Büyük projeler, küçük, inatçı adımlarla başlıyor. Devrimci mücadelede başarı, yeni insanın yaratılmasına bağlıdır. Yeni insanı yaratmayan, insanı değiştiremeyen örgütlenmeler, kalıcı başarıyı sağlayamazlar.
Yıkmayı, kökünden değiştirmeyi düşündüğümüz bir düzen içinde yaşıyoruz. Sistem çoğu zaman kontrol edemediğimiz binbir araç ve mekanizma ile bizleri etkiliyor. Özellikle ciddiye almadığımız alışkanlıklarımız; bu etkinin en tehlikeli biçimde yerleşmiş olanıdır. Alışkanlıklarımızı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.
Bugün, daha ileri gitmek için devrimci olmayı göze alıyorsak, alışkanlıklarımızdan ve ayak bağlarımızdan kurtulmamız gerekir. Nedir bu ayak bağlarımız?
İlki güvensizlik ve temkinliliktir. Temkinlilik bir noktaya kadar olumsuz bile görünmeyebilir; ancak bazen temkinlilik yürümenin önünde bir engel olarak çıkmaktadır. 12 Eylül yenilgisi, devrimcilere güvensizliği aşılamıştır. Yenilginin nedenleri; bilimsel bir tarzda analiz edilmedikçe bu güvensizlik atılamaz. Yine de güvensizliğin atılmasının temel yolu iş yapmak, eylem içinde olmaktır. 12 Eylül sonrasında, toplumsal hareketliliğin yeniden yükseldiği 1980’li yılların ikinci yarısına kadar, pasif bir savunmayı aşamayan eylemlerle ayakta kalmaya çalışıldı. Uzun bir süre sessizlik içinde yaşamanın getirdiği bazı alışkanlıklar olmuştur. Güvensizlik ve temkinlilik bu alışkanlıklarımızın en başta gelenlerindendir.
İlk anda devrimci insandaki bu temkinlilik doğal karşılanabilmektedir. Yola çıkış anında ise temkinlilik; güvensizlik olarak ortaya çıkmaktadır.
Elbette ki her bir devrimcinin kendine güvenini yeniden kazanması, ortaklarına ve yoldaşlarına güvenmesi ilk koşuldur. Güven, ancak eylem içinde kazanılabileceğine göre, bu temkinlilik ya da güvensizliğin ne denli tehlikeli bir hastalık olduğu açıklık kazanmaktadır. Yola çıkmak için kendine güven şarttır; ama kendine güveni kazanabilmek için cesaretle yola koyulmak tek yol değil midir?
12 Eylül sonrasında, küçük-büyük demeden örgütlü işlere yönelmiş insanlarda, güven sorununun çözümü daha kolay görünmektedir. Hele bu süre boyunca yeni kesimlere, yeni insana ulaşabilmiş olanların bu noktadaki şansı daha da büyüktür. Bu da bize güven “sorununun” çözümünü göstermektedir.
Temkinli bazı dostlarımız, içinden geçtiğimiz hızlı alt-üst oluş döneminin durulmasını beklememizi istemektedir. Bu da güvensizliğin bir türüdür. Bizler alt-üst oluş dönemlerinde taktiklerimizi, yaklaşımımızı gözden geçirebilir, daha ince hesaplar yapabilme alışkanlıklarını geliştirebiliriz. Bizden bu istenebilir. Ancak alt-üst oluş dönemlerinin kaosu nedeniyle seyirci olmamız istenemez.
Bugün hareket etmemizi engelleyen ikinci neden 12 Eylül sonrası, 10 yıl boyunca oluşmuş olan yaşam biçimimizle edindiğimiz bazı alışkanlıklarımızdır. Bu ikinci neden, iki biçimde kendini göstermektedir. Birincisi, rahatını bozmama isteği; ikincisi ise aceleciliktir. Rahatını bozmamak, alışkanlıklarından vazgeçmemek için devrimci olmayı reddedenlerle ilgilenmiyoruz; mücadeleyi kendi koşullarına göre şekillendirme isteği ya da eylemini kastediyoruz. Bugün pek çokları kendi konumuna uygun bir örgütlenmenin gerçekleşmesi için niyetinden bağımsız olarak ayak diremekte, kendini ve kendi konumunu hem yeni insana hem örgüte dayatmaktadır. Günümüzün koşulları ve dünya kapitalist-emperyalist sisteminin saldırıları düşünülürse, bir yandan konumu nedeniyle alışkanlıklarımız, ayak bağlarımız nedeniyle süreci yavaşlatmanın bedelinin ne olabileceği gözden geçirilmeli, diğer yandan mevcut durum nedeniyle acele davranmanın getireceği sonuçlar hesaplanmalıdır.
Devrime katkıda bulunmak isteyen herkes kendisi için bir yer bulabilir; ancak bizim örgütlenmemizde emek, güven, gönüllülük ve disiplin belirleyicidir. Bir yandan tüm bunları yerine getiren yoldaşlarımız, diğer yandan ayak bağlarımız ve alışkanlıklarımız nedeniyle yerine getiremediğimiz işlerimiz. Bu noktada sorun yalnızca konumumuzu dayatmakla bitmiyor, bu işe kendini katmış ortaklarımız üzerindeki yükün artması, sürecin ve işlerin üzerine yığılması nedeniyle ciddi bir sorun da yaşanıyor.
Bizim yeni insan, yeni ahlâk anlayışımız budur. Örgütümüz, başından bu yana gönüllülük ilkesini temel almış ve bu doğrultuda kendini katabilen, yoldaşına güvenen, devrime inanan insanlarla yürümeyi hedeflemiştir. Bu noktada bugün hepimizin durumunu bir kez daha gözden geçirerek ayak bağlarımız ve alışkanlıklarımızdan kurtulmanın ilk adımlarını atması gerekiyor.
Öz ve biçim arasında çelişki olmasaydı, her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek olmazdı. İnsanların bu yol ayrımında, ciddiyetin bu kadar önemli, kararlılığın bu kadar vazgeçilmez, kendine güvenin bu oranda yakıcı olduğu bir dönemde, kendilerini iyi değerlendirememiş olmaları olası olmasaydı, doğru politik tavrın önemi bu oranda açık olmazdı. Birileri bize hem devrimci olduğunu söylüyor, hem de kendi konumunda zaten yaptığı şeyleri yapmasının yeterli olduğunu söylüyorsa, bu bir bilinç bulanıklığıdır. Bunun hem gruplar hem de bireyler üzerinde örnekleri çoğalıyorsa, bu bilinç bulanıklığı bir genel eğilimin ifadesidir. Bu genel eğilimin adı güvensizliktir. Kendine güvenmemektir. Oysa kendine güvenmeyen, ciddi bir güçle karşılaştığında gelecek kaygısına kapılacaktır. Kendine güvenmemek, zaferin kendi ellerinde olduğuna inanmamaktır. Zaferi ufukta görmeyenler riski sevmezler ve güvence ararlar. Böyle olunca, ancak riskin ortadan kalktığı koşullarda kendi konumlarını tehlikeye atarlar.
12 Eylül yenilgisiyle, SSCB’nin çözülüşü ile çok fazla aldatıldığını hissedenler, şimdi yürümeye koyulurken, ancak her şeyden emin olduklarında iş yapmak istemektedirler. Onlara göre önce bir yürünsün, sonra onlar bu kervana katılacaklardır. İşin kötü tarafı, herkes bunlar gibi düşünürse kimse yola koyulmayacak demektir.
Elbette durum herkeste böyle açığa çıkmıyor. Kimileri de biz yaptığımızı yaparız anlayışındadır. Yeni bir süreç; yeni anlayışlar gerektirir. Birlik, örgütlülük; erimeyi göze almayı, bizzat erimeyi gerektirir. Bir şeyler yapmak ayrıdır, devrimci duruş sergilemek, bir örgütlülük yaratmak ayrıdır. Bir şeyler yaparken yapabileceklerinle yetinmemek yeterli olabilir. Fakat bir devrimci olabilmek için yapılması gerekenlerden biri hareket etmektir. Öyle ki, böylesi bir durum bizim bugüne kadarki alışkanlıklarımızı değiştirmeyi gerektirebilir.
Genel olarak konuşulduğunda, iş söz düzeyinde kaldığında, “Yaparız!” demek farklıdır. Ciddiyet, yapmanın gereklerini yerine getirmektir. Örnek olsun, herkes eleştirinin gerekliliğini ve eleştiriye katlanamayan devrimci ahlâkın zayıflığını kabul eder, ama sıra bizzat eleştiriye geldiğinde, bu kabul gören anlayışta ciddi olduğunu göstermenin tek yolu vardır. Bunu göze alanlar, geçmişlerini, büyüklüklerini öne sürmezler. Alışkanlıklarını gözden geçirirler, ısrarla bunu yaparlar.
İşte birey ile devrimci birey farkı buradadır. Eğer gerçekten devrimci bir örgüt içinde yer alacaksak, bazı şeylerden vazgeçmemiz gerekir. Bir devrimci “aklına estiği için”, “canı öyle istediği için” bir işi yapmaz, ya da yapmama hakkına sahip değildir. Bilinçle, gönüllülükle; ama kendi bireysel eğilimleri yerine, örgütün amaçlarını koyarak iş yapar. Böyle olunca bir devrimcinin ‘özgürlük’ten daha açık ifadesi ile ayak bağlarından, alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekir. Kendisi içinde yer aldığı kolektif iradeyi, kişisel yetenekleri, örgütlü bulunduğu hiyerarşik basamağı, kişisel geçmiş gibi “değerlere” feda edemez. Yarım örgütlülük olmaz. Tüm bunlar niyetten bağımsızdır. Burada niyetlere güvenmek ile tanrıya güvenmek arasında hiçbir fark yoktur.
Alışkanlıkların, ayak bağlarının, yürümenin önünde bir engel olduğu noktada, örgütlülüğü yüceltmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Bu nedenle bugün, bizi devrimci çizgimizde, yerimizde oyalayacak her türlü girişimi engellemeliyiz.
Devrimci mücadele yeni insanın yaratılması mücadelesi ise, kimse kendini değişmez olarak sunamaz. Kimseyi kendi alışkanlıklarında direttiği için de suçlamıyoruz. Zaten herkesin kendi yolunda yürümeye çalıştığı bu noktada, “örgütlü davranmanın” zorunluluğunu tartışmaktan çıkarıyoruz. Hepsi budur.