Önceki Bölüm: Sınıf Savaşımının Sürekliliği Ve Devletin “Evrimi”
Nereden bakılırsa bakılsın, devlet tartışmalarının en fazla üzerinde yoğunlaşmak durumunda kaldığı nokta, burjuva demokrasisi ya da burjuva demokratik devlet sorunudur. Bunun bir nedeni faşizm tartışmaları ise, bundan da önemli bir başka nedeni; emperyalizmin sosyalizme karşı II. Dünya Savaşı sonrasında demokrasi bayrağı altında açtığı savaştır. Böyle olunca, odak noktası demokrasi olarak alınınca, pek çok tartışma gerçek hedefinden de uzaklaşmaktadır. Özellikle 1960’lar sonrasında başlayan tartışmalar belki tekelci kapitalizmin günümüzdeki devletinin nasıl bir devlet olduğu, ne olduğu üzerinde yoğunlaşmış olsaydı, evet belki bu başarılsaydı çok daha olumlu sonuçlar alınabilirdi.
Bir yandan faşizm, burjuva demokrasisini akladı. Faşizme karşı olmak “demokrasiden yana olmak” anlamına geldi. Geldi ama “kimin için demokrasi” sorusu unutularak. Kapitalizmin tüm kötülükleri kötü niyetli burjuvalara bırakıldı ve bu yönetime faşizm denildi. Geriye kalan burjuvalar ise, “burjuva demokrasisinden” yana idi. Böylece devlet içinde faşizmden yana, faşizme karşı demokrasiden yana güçler vardı. Öyle ki bu mantık, sınıf savaşımını da burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki savaş olarak ele aldı. Eğer iki sınıfın tüm yeryüzünü kaplayan savaşımı temel alınsa idi, burjuva devletten proletarya için demokrasi beklenmezdi. Daha da ileri, devletin gelişimi doğru kavranırdı.
Öte yandan bu ideolojik boşluğu fırsat bilen emperyalizm, Hitler ve Mussolini’ye söverek, kendilerini demokrat burjuvalar ilan ettiler. Bununla kendilerini aklamaya çalıştılar. Bununla da yetinmediler ve hemen sosyalizmi “demokrasi” dışı bir toplum ilan ettiler. O tarihten beri “demokrasi ve insan hakları” sosyalizme karşı kullanılmaktadır.
Bu çerçevede yürütülen tartışma devlet tartışmasına dönüştü. Başkası da olamazdı. Sorun Marksizm-Leninizm’in, Marx, Engels, Lenin’in yazdıklarının günümüz devletini ne oranda açıkladığı sorununa dönüşmüştür. Öyle ki, her somut adımın bizzat teorik alanda yazılmış olanlarla açıklanmış olması derdine düşülmüş olundu.
Bu tartışma bugün temel olarak üç başlık altında toplanmaktadır:
a. Araççı devlet yaklaşımı,
b. Yapısalcı devlet yaklaşımı,
c. Hegelci-Marksist yaklaşım. Araççı devlet anlayışı diye isimlendirilen anlayışın belli başlı temsilcisi Ralph Miliband’dır. Miliband devlet bürokrasisindeki “yönetici sınıfın” niteliği, sınıf ile devlet arasındaki bağı kuran mekanizmalar ve devlet politikaları ile sınıf çıkarları ilişkisinin nasıl kurulduğu üzerinde durmaktadır.
Yapısalcı diye isimlendirilen anlayışın başlıca temsilcisi Nicos Poulantzas’dır. Poulantzas ve Miliband arasındaki tartışma, bir yandan devletin özerkliği sorunu, diğer yandan ise altyapı-üstyapı ilişkisi sorunudur. Poulantzas sınıf ile devlet arasındaki ilişkinin nesnelliğine dikkat çekiyor ve Miliband’ın bu ilişkiyi gözardı ettiğini söylüyor.
“Gerçekte devlet biçiminin günümüzdeki değişimi, daha çok, zaten tartışma götürür basit sonuçlarında değil, ekonomik ve siyasal yönteminin (polity) birleşiminin derin yer değiştirmelerinde aranmalı ve incelenmelidir.” (Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s. 33)
Miliband ise Poulantzas’ı, kendisinin nesnel ilişkilere yaptığı vurguyu görmemesiyle suçlar (Bakınız, R. Miliband, Kapitalist Devlet, Belge Yayınları, İstanbul 1989, s. 43). Ayrıca Poulantzas’ı, “elit kesimin doğasını hesaba katmamak”la eleştirir.
“… onun ‘nesnel ilişkiler’e apayrı bir vurgu yapmakla ileri sürdüğü, devletin yaptıklarının her özgül durumda ve her zaman tümüyle bu nesnel ilişkilerce belirlendiğidir…” (Miliband, age, s. 43)
Poulantzas, Miliband’ın özerkliği, sadece uç faşizm örneğine özgü bir olay olarak ele aldığını söyler. Miliband ise kendisinin faşizmde özerkliğin uç noktaya varmasından bahsettiğini anlatır. Miliband, Poulantzas’ı bu yapısal ‘üst-determinizmle’ eleştirir.
Tartışmanın en canlı bölümü Miliband ile Poulantzas arasındadır.
Hegelci-Marksist anlayış ise devlet ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkinin varlığı ve nasıl oluştuğu üzerinde durmaz. Hegelci-Marksist görüş, hakim sınıfın çıkarına hizmet eden devletin, kendini bir bütün olarak milletin çıkarına göstermesi üzerinde durur ve bu mistifikasyonun nasıl yaratıldığını inceler. Bu yazarla, daha çok Hegel ile Marx ve Engels’in ilk yazılarına atıfta bulunurlar.
Daha sonraki yıllarda tartışma bir miktar bu üçlemden (araççı, yapısalcı ve Hegelci-Marksist) çıkarılmaya çalışıldıysa da, gerçekte tartışma, mevcut devletin tanımlanması üzerinde yürümedi. Tartışmalarda her zaman, ampirik açıdan devlet politikasının kime hizmet ettiği sorusu ön plana çıktı. İşte tam da bu nokta, yani devletin kime hizmet ettiğinin somut verilerle gösterilmesi çabasının merkeze alınması, emperyalizmin komünizme karşı demokrasi bayrağı altında yürüttüğü savaşın yol açtığı statükoculuğun göstergesidir. Gerçekte herkes, ama herkes devletin kime hizmet ettiğine ilişkin kendi günlük hayatında pek çok örnek bulur.
Görülüyor ki, devlet konusundaki muğlaklığın temel nedeni;
a. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkinin sınıf savaşları aracılığı ile kurulduğunun,
b. Sınıf savaşları içinde şekillenen devletin (egemen sınıfın ezilen, sömürülen sınıfları baskı altında tutma aracı), kendinden önceki devlet biçimlerini içerdiğinin atlanmasıdır. Böylece geriye, devlet hangi kesime ne kadar, nasıl hizmet eder sorusu kalmaktadır. İşte özerklik tartışması da buna dayandırılmaktadır. Elbette bu arada tartışma pek çok olumlu noktayı öne çıkarmıştır. Ancak sorunun belkemiği kaymıştır.
Devlet; birincisi, sistemi korumak, devamını sağlamak, ikincisi ise artı-değerin dağıtımını organize etmek görevleriyle karşı karşıyadır. Bu görevlerden birincisi temeldir. Yani sistem büyük bir bunalımla, bir siyasal krizle karşı karşıya kalırsa sistemi koruma görevi öne çıkar. Bu durumda, burjuvazinin çeşitli katmanları arasındaki çelişki, hemen ikinci plana itilir. Bunun için devletin elindeki araçları, baskı aygıtları (ordu, polis, hapishane, yargı sistemi, kontrgerilla vb.) ve ideoloji (basın, TV, kitle iletişim araçları, reklâm şirketleri, Toplumla İlişkiler Başkanlığı, camiler-kiliseler, okullar, aile) üreten merkezleridir. Pek çok kriz bizlere göstermiştir ki, kriz dönemlerinde baskı ve terör öne çıkmaktadır. Ancak bu, işin bir yönüdür. Baskının şiddeti, dozu, ideolojinin şiddeti ve dozu ile birlikte artmaktadır.
Barış dönemlerinde ise daha çok artı-değerin kapitalistler arasında dağıtımı ve toplumsal üretimin yeniden sağlanması sorunu öne geçer. Elbette bu görev için vergi politikaları, para politikaları, teşvikler, fonlar, krediler vb. devreye girer.
Ancak şimdi bir dakika duralım. Devlet siyasal bir krizle karşı karşıya olduğu dönemlerde, diğer görevlerini bir yana mı iter? Elbette değil. Sadece siyasal kriz dönemlerinde sistemi koruma görevinin, kârın varlığının dayandığı toplumsal ekonomik koşulların, özel mülkiyet sisteminin varlığının sürdürülmesi öne çıkar.
Gerçekte bu iki şey, birbirinden sınıf savaşımının şiddetine göre ayrılır. Yoksa bunlar bir bütünlüğü ifade ederler. Aynı biçimde devletin şekillenişini, gelişimini belirleyen de sınıf savaşımıdır.
Devletin bir sınıfın diğer bir sınıf (sınıflar) üzerinde baskı aygıtı olduğunu biliyoruz. Peki, devletin bu tanımı, pratikte işlerin tüm egemen sınıf adına birilerinin devlet bürokrasisine ne yapması gerektiğini emretmesi şeklinde işlediği anlamına mı gelir? İşte sınıf savaşımını anlamamak budur. Devletin, sınıfların varlığı, doğal olarak sınıf savaşımının varlığı koşulları altında oluştuğu açıktır. Özel mülkiyete dayalı bir toplumda, üretim araçlarının sahiplerinin kendi politikalarını nasıl uygulattıkları sorusu, kendi fabrikalarını nasıl yönettikleri sorusu kadar açıktır.
“Modern devlet yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (Marx, Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar Cilt I, Birinci Baskı, Sol Yayınları, s. 134)
Şimdi de bu tartışmalarda en büyük yeri tutan, ama bir arpa boyu yol alınamayan özerklik sorununa gelelim.
Şimdi pek çok kere saldırılan bu tanım üzerinde durmak gerekir. Öncelikle “tüm burjuvazinin” kullanıldığı yerde, elbette bir kısım burjuva kesimlerin (ya da burjuva kesimlerin bir kısmından) varlığından da söz ediliyor demektir. “Ortak işler”, ortak olmayan işlerin varlığını da kabul eder. Öyleyse devletin tüm burjuvazinin ortak işlerini yürütme adına davranması, onun tek tek kapitalistlerin isteğine göre değil de daha genel görevlerle donatılması, her şeyden önce onun tek tek bireysel kapitalistlerden bağımsız olduğunu gösterir. İşte devletin özerkliği de buradadır. Yani devlet tüm burjuvazi adına davranabilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Öyleyse bu tanımın ‘özerkliği’ de içerdiği açıktır. Ancak yine de Marx, Engels Bonapartizmden söz ederlerken özel olarak devletin bağımsızlığını (bu biçime özgü) vurgularlar. Bu durum ise, siyasal bir kriz anında devletin tüm sistemi koruma görevinin öne çıkmasının ifadesidir. Tüm burjuvazinin ortak işleri, en çok siyasal bir kriz döneminde önem kazanır. Siyasal krizin söz konusu olmadığı nispeten barışçıl dönemlerde “tümü” oluşturan burjuva kesimlerin kavgası ve “özel” işleri öne çıkar.
Gerçekte “özerklik” tartışmasını daha net ortaya koyabilmek için önce şu soruyu soralım. “Özerkliğin” sınırları nereye kadardır? Devlet, üzerinde yükseldiği altyapıdan, o altyapının ya da daha doğru deyimi ile sosyo-ekonomik sistemin devamını sağlamak için, ondan görece bağımsızlaşır; onu etkiler. Ancak bu durum;
a. devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskı aracı olması ile çelişmekte midir?
b. görece bağımsızlık egemen sınıflara rağmen mi söz konusudur, yoksa onların yararına mı vardır? Bizce tüm bu tartışma bir milim ilerletici değildir. Tek başına bu sorular bile bunu göstermektedir. Söz konusu görece özerklik tartışması işçi sınıfının eline, politikada ne gibi araçlar, olanaklar sunmaktadır? Tartışma bu açıdan yürütülmelidir. Daha açık ifade edelim. Var olan devlet mekanizması, o toplumu (kapitalizmi) dönüştürmekte, yeni bir toplum kurmakta kullanılabilir mi?
Biz altyapı-üstyapı ilişkisinin sınıf savaşımları içinde ve onların aracılığıyla kurulduğunu; devletin sınıf savaşımları (ulusal ve uluslararası alandaki sınıf savaşımları) altında oluştuğunu söylüyoruz.. Bu nedenle Miliband-Poulantzas arasındaki biçimi ile “özerklik” sorunu yanlış bir tartışma görünümündedir. Ancak bizlerin, Avrupa komünizmini yaşamış bir dünyada kavga eden Marksist-Leninistlerin, devrimcilerin var olan devlet makinası parçalanmadan, kapitalizmi dönüştürmenin, sosyalizmi kurmanın olanaklı olduğunu söyleyen reformistlere net yanıtlar vermemiz açısından “özerklik” tartışması ilgimizi çekmelidir.
Kapitalizmden sosyalizme “barış içinde” geçişin, yeni moda deyimi ile “yukarıdan aşağıya devrim”in koşullarının var olduğunu söyleyen reformistler, bunun için gerekli koşulları şöyle sıralarlar: Birincisi ekonomide bir devlet sektörünün, devlet işletmelerinin varlığı,
“ikincisi, bu ekonomik geçişi (kapitalizmden sosyalizme ekonomik geçiş) başlatacak ve denetleyecek yeterince güçlü, seçilmiş bir yönetimin varlığı.” (Aktaran S. W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı, 2. Basım, İstanbul 1989, Simge Yayınları, s. 101).
Üçüncüsü ise, sosyalizmin yandaşı bir seçmen çoğunluğunun varlığı.
Burada, dikkat edilsin, seçim yolu ile hükümete gelen (ya da gelecek olan) sosyalizm “yandaşı” partilerin, devlet işletmelerinin de varlığına dayanarak, aynı devlet mekanizmasını kullanarak sosyalizmi kuracakları görüşü öne sürülmektedir.
Bu görüş, birinci olarak, devletin sınıfların üstünde bir şey olduğunu söyler. İsteyen sınıf, devletin kendisinin organize ettiği seçim mekanizması ile devleti kendi çıkarına kullanabilir, görüşü budur. İkincisi, bu görüş devletin işçi sınıfının elinde sosyalizm için kullanılabilmesini devlet sektörüne bağlıyor. Lenin bu konuda şunları söylüyor:
“İşçi sınıfı devletinin gerçekleştirdiği ulusallaştırmanın sosyalizmi kurduğu doğrudur. Ama bir burjuva devletinin gerçekleştirdiği ulusallaştırmanın kapitalizmi desteklediği de doğrudur. (Lenin’den aktaran S. W. Moore, age, s. 101-102)
Üçüncü olarak yukarıdaki görüş kapitalizmden sosyalizme geçişi bir “ekonomik geçiş” olarak algılıyor. Gerçekte bu, tarihe sınıf savaşımları tarihi olarak bakmamanın sonucu olarak, tarihi düz bir çizgi, bir devrimsiz evrimsel gelişim olarak algılamaktan kaynaklanır. Dördüncü olarak; yukarıdaki görüş “burjuva demokrasisi”nin seçim sistemine aşırı güveni, sürekli ordu, polisin varlığını (devleti devlet yapan kurumların varlığını) görmezlikten gelmeyi ifade eder. Bu ise devlete ilişkin bir yanılsama (en hafif deyimi ile), bir kafa bulanıklığı, bir yanlış mesaj sunmadır. Bu, burjuva önyargıları işçi sınıfına şırınga etme, taşıma girişimidir.
Bu anlayış, devletin sınıf niteliğini gizler. Devletin kimin devleti olduğu sorusunu atlar, onu toplumun üstünde, gökten zembille inmiş bir şey olarak algılar.
“Seçilmiş bir yönetimin var olması” vurgusu, zorun ebe olma rolünün reddidir. Yeni topluma geçişte zorun öneminin kavranmaması, burjuvazinin kendi yıkılışına seyirci kalacak kadar “demokrasi”ye bağlı olduğu boş inanına dayanmaktadır.
“Sosyalizm yandaşı bir seçmen çoğunluğunun varlığı” ifadesi dönüşümü, eskinin yıkılıp, yeninin kuruluşunu pasif bir destekle başarma heveskârlığı mıdır? Kuşkusuz değil. Bu görüş devrimi reddetmekten doğan, örgütü, örgütlü mücadeleyi reddetmek demektir. Tarihi yapan yığınlar, reformistlere göre sadece oy vermekle ve pasif bir yandaşlıkla bunu gerçekleştirebilirler. Sert sınıf savaşlarına ne gerek var!
Özünde tüm bu tartışma ünlü dönek Bernstein’ın ‘yıkıcı Marksizm-yapıcı Marksizm ayrımına’ dayanır. Yapıcı olmak yıkıcılığı (devrimi) inkâr etmek anlamına geliyor. Tüm bu tartışma devletin sınıflar üstü olduğu, sınıf savaşımlarının devrime yol açmak zorunda olmadığı biçimindedir. Elbette bunun bir uzantısı da proletarya diktatörlüğünün gereksiz olduğu şeklindedir. Öyle ya, demokrasiye bu kadar güvenenler diktatörlük derken hassas olurlar. Şimdilik konumuzun dışında da olsa, son yılların “sosyalist demokrasi” tartışmalarının aynı yollu reformist, demokrasi hayranlarının sosyalizme saldırılarını ifade eden, devletin sınıf niteliğini kavramamaktan gelen tartışmalar olduğunu belirtelim.
İşte modern özerklik tartışmasının sınıf savaşımı içindeki bir boyutu budur.
Burjuva Demokrasisi
İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgisi, pek çok Marksist tarafından sosyalizm ve demokrasi güçlerinin zaferi olarak değerlendirildi. Sosyalizm güçlerinin kim olduğu bellidir. Ancak sözü edilen demokrasi güçleri, sosyalizmin güçleri dışında ise, ABD emperyalizmi, İngiliz emperyalizminden başka kimdir? Gerçekte, faşizmin yenilgisi Sovyetler Birliği eliyle dünya proletaryasının dünya burjuvazisine karşı zaferi değil midir? Tersi bir anlayış, faşizmi “demokrasi düşmanı” görmekten kaynaklanan bir anlayış değil midir?
İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya devrimci hareketi ve onun önderi Komintern’in gündeminden dünya devrimi perspektifinin kalkması, nihayet Komintern’in kapatılması bir statükocu anlayışın ifadesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin güçlü prestiji ve çekiciliği, bu statükocu politikayla hiç mi hiç uyuşmamaktaydı. Emperyalizm, özel olarak ABD emperyalizmi, savaş sonrasında soğuk savaşı başlatırken, sosyalizmin etkisini bertaraf edebilmek için demokrasiye sarıldı. İkinci Dünya Savaşı’nı, ABD’nin Hitler’i yenmesi ile kazandığını gösteren binlerce film çekildi. Hitler lanetlenirken amaç, mevcut haliyle kapitalist dünyayı korumak, sosyalizme gidişin önünü kesmek idi. Dini inanışlarda da vardır; bir lanetli kişi bulunur ve bu yolla günahlar temizlenerek bugün aklanır. Hitler lanetlenirken, amaç onun bakan gözlerini örtmek, burjuva egemenliğin özünü gizlemek idi. Burjuvazi, hemen her ülkede yoğun anti-komünist kampanyalar yürütürken, komünist partiler de Sovyetler Birliği’ni ve sosyalist dünyayı korumak adına kendi ülkelerinde devrim perspektifini terk ediyor ve nihayet bazıları kendi parti-örgütlerini dağıtıyorlardı. Tüm bunlar demokrasi bayrağı altında yürütülen karşı-devrimci saldırıyı da gizleyen bir ortam oluşturuyordu. Uluslararası burjuvazinin bu azgınca saldırısı karşısında dünya komünist hareketinin geri çekilişi, saldırının etkisini, şiddetini ve başarı şansını da artırmıştır.
İşte demokrasinin “yükselişi”, onun burjuva anlamda bile eski hali ile var olmadığı koşullar altında böyle başladı. Demokrasi, sınıfsal özünden koparıldı. Kimin için demokrasi, sorusu atlandı. Devlet tartışmalarının gündemine, devletin gerçekten kapitalistlere hizmet edip etmediği, eğer ediyorsa nasıl, hangi mekanizmalarla hizmet ettiği gibi sorular girdi. Bu bir Marksist için dünyanın düz olup olmadığı tartışmasına geri dönmek kadar ‘ilerlemedir’. Herkes bu ilerleme ile neredeyse övündü.
Bizce günümüz devletinin, tekelci polis devletinin anlaşılabilmesi için burjuva demokratik devlete bakmak gerekiyor.
Burjuva demokrasisi, burjuva egemenliğin biçimidir. Burjuva demokratik devlet, burjuvazinin feodal soyluluğa karşı işçi sınıfı ve köylülüğü yanına alarak yürüttüğü iktidar kavgası içinde doğdu. İktidarı burjuvazinin alması ile birlikte, işçi sınıfı ile burjuvazinin ittifakı da son buldu ve işçi sınıfı silahını burjuvaziye karşı çevirerek kendisi için savaşmaya başladı. İşte burjuva demokratik devlet böylece bu savaşım içinde oturdu, şekillendi.
“İşte bundan ötürüdür ki antik devlet her şeyden önce köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin, saf ve angaryacı köleleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, İstanbul 1987, Sol Yayınları, s. 211)
Burjuvazi iktidarı feodal soyluluktan aldıktan ve işçi sınıfının, kendisine ve özel mülkiyetin her biçimine dönük savaşının başlamasından sonra, temel olarak burjuva demokratik devleti belirleyen şey, işçi sınıfı ile burjuvazinin savaşımıdır.
“Almanya’da bu dönüm noktasına, burjuvazi tarafından, daha 1848’de erişilmişti. Ve işte o anda Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korkuya kapıldı. Paris’teki 1848 Haziran çarpışmaları, kendisini neyin beklediğini ona gösterdi. Alman proletaryası, aynı ürün için tohumun Almanya’da da ekildiğini ona tanıtlanacak bir kaynaşma içindeydi; ve o günden sonra da burjuvazinin siyasal eylemindeki sivrilik köreldi. Bağlaşıklıklar aradı, kendini onlara yok pahasına sattı ve bugün tek adım ilerlemiş değil.” (F. Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Birinci Basım, Ankara 1975, Sol Yayınları, s. 21)
“Elbette, böylesi bir uzlaşmayı (burjuvazi ile feodal soyluluk arasındaki uzlaşmadan söz ediliyor -yazar) burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getiren baş neden, hükümet korkusu değil, proletarya korkusudur.” (F. Engels, age, s. 28)
Demokrasi üzerine bunca önyargının oluşmuş olduğu, burjuvazinin gözüyle bakmanın bu denli yaygınlık kazandığı bugün, şu basit olguyu tekrarlamamız her halde fazla bulunmaz; burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğüdür, burjuvazinin işçi sınıfı ve halk üzerindeki egemenliğini anlatan bir devlettir ve faşizm denilen şeyden daha az baskıcı değildir. Günümüzün burjuva devleti, günümüzün burjuva demokrasisi ise tekelci polis devletidir. Artık faşizm ile burjuva demokrasisi arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Çünkü gerçekte böylesi bir tercihin bizim cephemizde bir anlamı yok. Daha da ilerisi tercih yapılacak iki ayrı şey yoktur ortada. Tekelci polis devleti, tekeller çağının burjuva demokrasisini, onun örgütlenişini anlatıyor.
Proletarya diktatörlüğü dışında, bütün devletlerin ortak özelliği kendilerini ve var olan sosyo-ekonomik sistemi korumaktır. Yalnız proletarya diktatörlüğü olarak isimlendirilen devlet, kendini ortadan kaldırmayı (sınıfların ve devletin varlığına son vereceğine göre) hedefler.
Demek ki, devletin temel görevi var olan toplumsal biçimlenmeyi sürdürmeyi sağlamaktır. Kuşku yok ki bu, devletin daha ayrıntılı, daha basit görevleri olmadığı anlamına gelmiyor.
Devlet, sınıfların varlığının zorunlu bir ürünüdür; sınıflı toplumların bir ürünüdür. Bu sınıflı toplumlarda toplumun tüm olarak devamını sağlamak, her şeyden önce onun devamının devlet olmadan sağlanamaması anlamında, devletin temel görevidir.
Bir sosyo-ekonomik biçimlenmede iki karşıt sınıf, çıkarları uzlaşmaz iki sınıf varsa, o toplumun gelişiminin bu iki sınıfın savaşımı ile yakın ilişkisi anlaşılacaktır. Öyle ki, sınıflı toplumlarını tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Bu iki karşıt sınıfın görünüşte çıkarlarını uzlaştırmak, gerçekte ise birinin -ekonomik yapıda egemen olan sınıfın- diğerini baskı altında tutmasını sağlamak yolu ile devlet, sistemin devamını sağlamaya çalışır. Burada baskı altında tutmak sadece fiziksel kuvvet kullanımını ifade etmekle kalmaz. Hiçbir devlet sadece baskıya dayanmaz. Onun yanında, halkın önyargılarına, inançlarına, geleneklerine, alışkanlıklarına vb. dayanarak da egemenliğini sürdürmeye çalışır.
Bu anlamda devlet, yönetmekle ilgilidir. Devlet, sınıf çıkarları o düzenin devamından yana olan sınıfın devletidir. O sınıf, ekonomik yapıda egemendir. Toplumun ekonomik varlıklarını, üretim araçlarını elinde bulunduran bu sınıf, sınıf savaşımının gelişmesine de bağlı olarak siyasal planda örgütlenir. Egemen sınıfın en gelişmiş örgütlenmesi devlettir.
“Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğuyorsa, eğer toplumun üzerinde ve ona gitgide yabancılaşan bir iktidar ise, açıktır ki yalnızca zora dayan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (V. İ. Lenin, Devlet ve ihtilal, Beşinci Baskı, Ankara 1978, Bilim ve Sosyalizm Yay. s. 17)
Devlet, yalnızca günümüzdeki devlet incelenerek anlaşılamaz. Devlet bir zor toplamıdır ve veri toplumdaki zor, daha önceki zoru içerir. Bu demektir ki, kapitalist devlet ya da burjuva devleti kendisinden önceki devletlerin mirasçısıdır. Kapitalizm öncesi toplumlar, ilkel-komünal toplum hariç, kapitalizm gibi sınıflı toplumlardır. Kapitalist sömürü biçimi pek çok durumda, pre-kapitalist sömürü biçimleriyle birlikte, onlara egemen olarak var olmaktadır. Buradan siyasal alana geçildiğinde, giderek daha da genişleyen bir içerilme görülmektedir.
Zorun ya da zor toplamı olarak devletin en gelişmiş biçimi, modern devlet, yani burjuva devletidir. Burjuva devleti kendisinden önceki devletleri içermiştir. Bu içerme, devlet mekanizmasının gelişip yetkinleşmesini ifade eder. Bu yetkinleşme sınıf savaşımına göre oluşur. Sınıf savaşımının şiddeti devlet örgütlenmesine de damgasını vurur. Faşizm denilen şey, gerçekte tekelci polis devletinin ilk biçimidir, bir karşı devrim saldırısı ve örgütlenmesidir. Tekelci polis devleti, tekelci burjuvazi için tam ve eksiksiz demokrasidir. Çağımızın burjuva demokrasisi başka türlü de olamaz. Bunlar atlandı mı ‘demokrasi’ konusundaki yanlış inanları yenmek zorlaşmaktadır.
‘Demokrasi’ konusunda boş inanlar ise, en az insanoğlunun var oluşu hakkındaki boş inanlar kadar fazla ve onlardan daha da tehlikeli. Onun için bir örnek üzerinde durmak gerekiyor.
Göran Therborn “demokrasi üzerine pek az ciddi araştırma yapıldığını” söylüyor. (Bakınız, “Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu”, Çev. Şirin Tekeli, Birikim 50-51, s. 33).
Therborn yazısında demokrasinin var olduğu şu ülkeleri inceliyor: ABD, Almanya, Avusturya, Avustralya, Belçika, Danimarka, Hollanda, Finlandiya, Fransa, İngiltere, İtalya, İsviçre, İsveç, Japonya, Kanada, Norveç ve Yeni Zellanda. Bu ülkelerde demokrasinin kuruluş tarihleri ise tabloda görülüyor:
ABD (Irkçılık 1970’te kaldırıldı) 1948
Almanya 1955
Avusturya (işgal hariç) 1918
Avustralya 1962
Belçika 1948
Danimarka* 1915
Finlandiya 1944
Fransa 1946
Hollanda 1919
İngiltere 1948
İtalya 1946
İsveç 1918
İsviçre 1971
Japonya 1952
Kanada 1948
Norveç 1915
Yeni Zellanda 1907
* (1915 Anayasasına göre seçmen yaşı 29)
Çalışmanın hemen başında Therborn şunları yazıyor:
“Herhangi bir ciddi Marksist analizin bize şu sorunun cevabını verebilmesi gerek; nasıl oluyor da önde gelen ve en ileri kapitalist ülkelerde, küçük bir azınlığa dayanan bir sınıf yani burjuvazi ülkeyi demokratik biçimler altında yönetebiliyor.” (G. Therborn, age, s. 33)
Böylesi bir soruyu soranın anlaşıldığı üzere bugünkü Batı ülkelerinde demokratik bir yönetim olduğunu düşünüyor olması gerekir. Marksizm’den söz eden birinin 1970’lerde burjuva demokrasisinden söz etmesi komik değil midir? Üstelik Therborn küçük bir hata yapıyor, ‘demokrasi’ üzerine araştırmadan söz ediyor. Olmadı. Doğrusu burjuva demokrasisi veya burjuva demokratik devlet olmalıydı. Bu küçük hata, her zaman burjuvazi ile bir küçük uzlaşmanın vazgeçilmez ilk adımıdır. Tarih bunu gösteriyor.
Aynı incelemesinde, 17 devleti ‘demokrasi’ açısından incelerken, demokrasiden ne anladığını ifade ediyor:
“Burada kullandığımız anlamda demokrasi aşağıda sıralanan niteliklerin hepsine birden sahip olan bir devlet biçimini anlatmaktadır. Bu devletin 1- Seçimle işbaşına gelen temsili bir hükümeti bulunacak, 2- Bu hükümet yetişkinlerin hepsini kapsayan bir seçmen tabanı tarafından seçilecek, 3- Seçmenlerin her birinin oyu eşit ağırlıkta olacak ve 4- Seçmenlerin, devlet aygıtının herhangi bir baskısına uğramaksızın, benimsedikleri görüşten yana oylarını kullanmalarına izin verilecektir.” (G. Therborn, age, Birikim, Sayı 50-51, s. 33)
İşte Therborn bunlara bakarak yukarıda sayılan 17 ülkede demokrasi olduğunu söylüyor. Therborn temsili hükümetten ne anlıyor? “Çünkü temsili bir hükümet demek, halkın egemen olması demektir.” (age, s. 35). Demek ki, temsili hükümetten halkın egemenliğini anlıyor. Buna itirazımız yok ama, bunları söyleyenin Marksizm adına bunları söylemesine itirazımız var. Bir devlet olarak demokrasinin dört temel özelliğini sayacaksın, bunların arasında onun sınıf niteliği olmayacak ve sen kendine Marksist diyeceksin. Bizim itirazımız burada. Oysa aynı yazıda Therborn burjuva demokrasisinin “devlet aygıtı burjuva sınıfa dayandığı…” (age, s. 33) ölçüde burjuva demokrasisi olduğunu da söylüyor. Therborn 36. sayfada da şunları yazıyor:
“Ben, Devlet Gücü ve Devlet Aygıtları kitabımda, burjuva hükümetinin (yönetiminin) değer yargılarından bağımsız bir anlamda ele alındığı ve en az temel öğelerine indirgendiğinde, her zaman bir ulusal temsil rejimi olduğu görüşünü savunuyorum.”
Biz de ham kafaların ham kafalıklarını Marksistlik olarak sunamayacaklarını savunuyoruz.
Therborn, demokrasiyi anlatırken neyi kastettiğini de ele veriyor. Yukarıdaki alıntıda dördüncü maddede şöyle söylüyordu;
“Seçmenlerin, devlet aygıtının herhangi bir baskısına uğramaksızın, benimsedikleri görüşten yana oylarını kullanmalarına izin verilecektir.”
Demek oluyor ki Therborn, demokrasi dediği şeyin birisinin (devletin) izin verdiği ölçüde var olduğunu söylüyor. Bu izinli demokrasi savunucusu, demokrasi dışında bir devletin, bir ‘izin veren’ kurumun var olduğunu kabul etmiş oluyor.
Bir ulusal temsil rejiminden söz ediliyor, ama hemen hemen hiçbir kapitalist ülkede seçimlere katılan seçmen sayısı onlarca yıldır %50’yi geçmiyor. Yani seçime katılmayanlar partisi kurulsa her zaman hükümet etmesi gerekir. Burjuva ideologları Alvin ve Heidi Toffler demokrasiye ilişkin, SSCB’nin çözüldüğü 1990’lar dünyasında, şu itirafta bulunmayı sakıncalı görmüyorlar:
“Dünya kapitalist demokrasileri 1930’larda, ekonomik bunalım ve zehirli Nazizimden gelen ölümcül tehditlerle karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, esas tehdit sınır tanımaz Sovyet komünizminden geldi.” (Alvin ve Heidi Toffler, “21. Yüzyıl Demokrasisi: Zamanı Gelen Bir Görüş”, NPQ, Cilt I, Sayı 4, 1993, s. 16)
Ancak henüz itiraf burada değil;
“Ne var ki, temsili hükümet de en başından sözlerinin gerisinde kaldı. Nasıl tanımlanmış olursa olsun, hayal alemi ne kadar zorlanırsa zorlansın, hiçbir zaman halk tarafından denetlenmedi.”
“Böylece seçimler, kimin kazandığından çok, seçkinler için güçlü bir kültürel işlevi yerine getirdi. Herkesin oy kullanma hakkı olması bağlamında, seçimler eşitlik yanılsamasını besledi. Oy verme, halka seçimlerin sistematik olarak, makine gibi düzenli bir biçimde, dolayısıyla mantıklı bir biçimde yapıldığı fikrini vererek bir kitlesel güven tazeleme ritüeli sağladı. Seçimler sembolik olarak vatandaşlara direksiyonun hâla kendilerinde olduğu -en azından kuramsal olarak, liderleri seçtikleri gibi, seçmeyebilecekleri- güvenini veriyordu.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 17)
Her halde bu itiraf karşısında Therborn’un iddiaları demokrasi çalışmasının suyu ısınmış olmaktadır. Therborn, bu itiraflara gerek duymadan da, CIA’nın var olduğu bir ülkede azınlığın demokratik biçimler altında yönettiği yalanını söylerken, çok ama çok ileri gitmiş olduğunu anlayabilirdi.
“Hayır, demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından başka bir sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli bir zor uygulanmasını sağlamaya yarayan bir örgüttür. (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109)
Ancak biz yine de burjuva demokratik devlet üzerine, onun bugün sınıfsal özelliğini biliyor olmamıza rağmen, tartışmalıyız. Burjuva demokrasisini anlamak için Atina demokrasisine kısaca bakalım.
Kapitalist demokrasi, köleci Atina demokrasisinden temel olarak iki noktada ayrılır. Birincisi, Atina demokrasisinde herkes oy kullanma hakkına sahip değildir. Oy kullanma hakkı yalnızca yurttaşlara aittir. Oysa kapitalist demokraside (burjuva demokrasisinde), pek çok kısıtlama bir yana bırakılırsa, oy kullanma geneldir. İkincisi, köleci demokrasi temsile dayanmaz. Ne siyasi parti, ne delege vardır. Herkes meydanda toplanır, konuşur, oy kullanır. Yani ‘demokrasinin’ işleyişi temsili değil, doğrudandır. Herkes, yasama, yargı ve yürütme işine müdahale edebilir. Kapitalist demokraside halkın görevi temsilciler seçmektir. Bir sonraki genel seçime kadar seçilen temsilcileri geri alma olanağı yoktur. Temsili demokrasi partilere dayanır; temsilciler meclisine (parlamento vb.) dayanır vb.
Atina demokrasisinde kölelerin baskı altında tutulması tüm yurttaşların ortak isteğidir ve devlet mekanizması bunu yerine getirir. İşçi sınıfını baskı altında tutmak da kapitalist devletin görevidir. Burjuva devlet bunu sürekli ordusu, polisi vb. ile yerine getirir.
Ordu, polis, devlet bürokrasisi seçilmez ve gerçekte işleri bunlar götürür.
Kapitalist devleti anlamak açısından karşılaştırmayı burada kesip kapitalist meta üretimine bakalım.
Kapitalist meta üretiminin temel ayırt edici noktası, onun, işgücünü meta haline getirmesidir. Doğrudan doğruya zorlama ve bağımlılıkla işleyen köleci ve feodal sömürünün tersine, kapitalizm, işgücünün serbestçe alım-satımını sağlayan özgür sözleşme ile işler. Böylece işgücü bizzat özgür sahibi tarafından, bir meta olarak pazara sürülür. Ve özgür ve eşit bir sözleşme ile alınır-satılır.
Bunun hukuk alanında ifadesi, insanların yasalar karşısında eşit olmasıdır. İşgücünün sahibi, onu özgürce ve istediği ‘fiyattan’ satma hakkına sahiptir. Ama gerçekte o, yaşamak için işgücünden başka hiçbir şeye sahip değildir. İşgücünü, yaşamak için satmak zorundadır. Karşısına çıkan kapitalist, üretim araçlarının sahibi olduğundan, işgücünü bir kapitaliste satmak zorundadır. Onun özgürlüğü, bu satışı hangi şartlarda hangi kapitalist ile gerçekleştireceği noktasındadır. Bir başka deyişle işçi, işgücünü satmama özgürlüğüne sahip değildir.
Taraflar pazarda alıcı ve satıcı olarak ilişkiye girdiklerine göre tamamen eşittirler. Bu böyledir. Ama taraflardan biri üretim araçlarının sahibidir. Ve bu nedenle sömürendir. İşte gerçekte hukuk alanındaki eşitlik de ancak bu derecede ve bu düzeydedir.
Kapitalist devletin, burjuva demokrasisinin en önemli özelliği, onun temsili niteliği ve genel oya dayanmasıdır. Bu özellikler, bürokrasi, ordu-polis teşkilâtı ile tamamlanarak kapitalist demokrasinin ana gövdesi oluşur.
Genel oy sistemi halkın (belli bir yaşın üzerindeki erkek ve kadınların) oylarıyla seçilen temsilcilerden oluşan bir parlamento ve bu parlamento içinde faaliyet göstermek üzere siyasal partilere dayanır (18 yaşından büyük kadın ve erkeklerin oy haklarına sahip olması bile Therborn’un incelemesinde yer alan ‘demokrasi incisi’ 17 ülkenin çoğunda 1945’ler sonrasına rastlar. Yani burjuva demokratik öz yok olunca, biçim tamamlanmaya başlıyor). Böylesi bir sistemde parti sayısı neredeyse çoğulculuğun, çoğulculuk da (çoğunluğun parmak hesabı) demokrasinin kanıtı olarak ele alınır. (Bugün seçimlere katılım oranının %50’nin altında olduğu düşünülürse, çoğunluk iki partili sistemde %25’e denk düşer. Yani seçime katılmayanlar iki tane seçim kazanmış olurlar. İşte çağımızın burjuva demokrasisi, işte proleter devrimler çağının, tekeller çağının demokrasisi. İşte biz bu burjuva demokrasisine, tekelci polis devleti diyoruz. Öyle, onların anladığı gibi bir Batı demokrasisi yoktur ortada. Ne zaman var olduğu da şüphelidir. Sadece biz solcular, faşizme tüm kötülükleri yükleyerek, burjuva demokrasisini aklamayı, ‘başardık’.)
Bürokrasi, ordu, polis ise bu genel oy sisteminin ayrılmaz parçasıdır. Ana gövde bunlardır. İşte bunun için Engels “genel oy hakkını burjuvazinin egemenlik aleti” olarak nitelendirir. (Bakınız V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 24) Tam da bunun bilinciyle konuşur.
“Bürokrasi bir sınıf değildir.
“Marksistlerin kullandıkları en geniş anlamda bürokrasi deyimi, grubun her üyesinin sadece kendi üstündeki görevliler tarafından denetlendiği ve grubun tıpkı bir fabrikada olduğu gibi işbölümü ve merkezi yönetimle işlediği maaşlı görevliler hiyerarşisidir.” (S. W. Moore, age, s. 88)
Ancak bu biçimsel yönü ile doğru olan tanımın, bürokrasinin bir biçim olduğunu, kendi başına bir öz olmadığını unutturmaması gerekir. Ordu ve polis gücü devletin dayandığı, asla seçilmeyen temel güçtür.
“Bu güç başlıca neye dayanır? Elleri altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine. (V. İ. Lenin, age, s. 18)
Bir yandan genel oy sisteminin dayandığı ‘çoğunluk sistemi’, diğer yandan ordu, polis ve bürokrasinin varlığı, pazarda işgücünün sahibi ile kapitalist arasındaki özgür ve eşit değişimin altında nasıl ki kapitalistin üretim araçlarına sahip olması gerçeği yatarsa, aynı biçimde genel oy sisteminin arkasında ordu ve polis gücü, bürokrasi yatar.
“Ve kısacası mülk sahibi sınıf, doğrudan doğruya, bütün yurttaşlara tanınan genel oy hakkı aracılığıyla hüküm sürer.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 206-207)
Aracılığıyla yönetir; çünkü genel oy hakkı aracılığıyla gerçekte kimin yöneteceğinin seçilmesini değil, halkın, seçmenlerin böyle düşünerek sisteme bağlanmasını sağlar. Seçimler dışında işleyen bir devlet aygıtı mevcuttur ve asıl bu aygıt işi görmektedir.
Kapitalizm parlamentosuz olabilir ama ordu, polis ve bürokrasisiz var olamaz.
Kapitalist meta üretiminin ön koşulu emek sahibinin özgürlüğünün var olmasıdır. Özgür emekçi, işgücünü istediği kişiye satabilir (işbölümü ve uzmanlaşmanın izin verdiği ölçüde). Bu haliyle kapitalist sömürü köleci ve feodal sömürü gibi, doğrudan zora dayanan bir niteliğe sahip değildir. O, ekonomik zora dayanır. Özgürce değişim, gerçekte açık olan sömürüyü bir anlamda gizler ya da ona doğal bir şeymiş gibi bir görüntü kazandırır. Aynı şekilde temsilî demokraside genel oy, kapitalist devletin sınıfsal özünü gizler; asıl devlet aygıtını gizler.
“Burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakiyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin ayırt edici iki kurumu; bürokrasi ve sürekli ordudur. Marx ve Engels yapıtlarında birçok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın sözünü ederler. Her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar biçimde gösterir. İşçi sınıfı, kazık yiye yiye, bu bağı tanımayı öğrenir. Bu nedenle, işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, küçük burjuva demokratların, ondan pratik sonuçları çıkarmayı unutarak, onu ‘genel olarak’ kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilgisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.” (V. İ. Lenin, age, s. 43)
Sanırız Bay Therborn’ün çalışmasının başındaki sorularının yanıtlarının var olduğu ortadadır. Ancak biz yine de yolumuza devam edelim.
Kapitalist sömürü tek tek kapitalistlerden bağımsızdır. Yani gerçekte, tek bir kapitalist tek bir işçiyi sömüremez. Ancak kapitalizmin var olduğu koşullarda, bir kapitalist bir veya daha fazla işçiyi sömürebilir. Kapitalizmin varlığı, kapitalist sömürünün gereklerinin varlığını gösterir. Yani kapitalizm kişilerden soyutlanabilir, onların isteklerinden bağımsız bir sömürü tarzıdır ve bu niteliği ile kapitalizm öncesi sömürü biçiminden ayrılır. Feodalizmde sömürü kişilerden soyut görünmez. Feodal soyluların en büyüğünün devlet iktidarının başında olması bundandır. Kapitalizmin kişilerden soyutlanabildi, bir sömürü biçimi olması, burjuva egemenliğini de kişilerden bağımsız hale getirir. Burada bir bütün olarak burjuvazinin, bir bütün olarak sermayenin egemenliği (burjuva kesimlerden, bu sermaye kesimlerinden biri hegemon olur) söz konusudur. Bu nedenle sosyal demokrat (bu partiler Avrupa’da eskiden işçi partileri idiler) partilerin hükümet etmesi şaşırtıcı bulunmamalıdır.
Kanımızca burjuva devletin, kişilerden ve partilerden bağımsızlığı anlaşılmazsa, reformlara umut bağlama politikaları da son bulmaz. Ülkemizde, reformlar bir yana, DYP-SHP koalisyon hükümetinden medet umanların varlığı bunu tanıtlar. Sosyal demokratların hükümet etmesi Avrupa’da burjuvazinin sıkça kullandığı bir taktiktir. Bu taktiği burjuvazinin ne ölçüde planladığından çok (ki planlamaktadır da), devletin niteliği açısından bu manevra kabiliyetinin önemi kavranmalı ve altı çizilmelidir.
Kapitalist sömürünün kişilerden soyutlanabilmesi, devlet yönetiminde bizzat burjuvaların yer almasını gereksizleştirir. Temsili demokrasiyi, gerçekte temsili yapan bu değil midir?
Engels, “zenginlik iktidarını demokratik cumhuriyette, dolaylı ama bir o kadar da güvenli bir biçimde gösteriyor” diye sürdürür; “şöyle ki; ilk olarak ‘memurların rüşvet yemesi’ (Amerika), ikinci olarak da ‘hükümetle borsa arasındaki bağlaşma’ (Fransa ve Amerika) aracıyla (Engels’ten aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 23).
Lenin parlamentarizmin özünü şöyle anlatıyor:
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine dönem dönem karar vermek; yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizmin özü budur. (V. İ. Lenin, age, s. 23)
“Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir, çünkü sermaye demokratik cumhuriyeti (Palçinski, Çernov, Çetereli ve hempaları aracılığıyla) ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenilir bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği onu sarsamaz.” (V. İ. Lenin, age, s. 24).
Burjuva demokrasisi, o çok övülen genel oya dayanır. Elbette bugün birazcık düşünebilen herkes için genel oy eski anlamını çoktan yitirmiştir. Öyle ya burjuva ideologları bile bugün genel oy ve temsilî demokrasinin işe yaramazlığını, en azından 1945’ten bu yana işe yaramadığını itiraf ediyorlar. Yine bu itirafı, bu bayların işin farkına yeni vardıkları anlamına yormak işi hafife almak olur. Onlar bugün SSCB’nin dağılması, ‘demokrasinin zaferi’nden aldıkları güçle, bu gönül ‘rahatlığı’yla itiraflarını yapabiliyorlar.
Kapitalizmin yasalarından biri, artı-değer üretimine bağlı olarak üretimde rekabet ve anarşidir. Burjuva ideologları bunun için, kapitalizmi ebedi ve doğal doğru ilan etmek için merkezi planlamaya karşı çıkıp ‘piyasa’yı övmeye koyuldular. Bütün burjuva iktisatçıları üniversitelerde iktisat öğretirken, malların fiyatlarının piyasada belirlendiğini anlatırlar. Piyasada tüketiciler (seçmenler) verebilecekleri fiyatları (oyları) açıklarlar. Böylece oyları ile fiyatı ‘belirlerler’. Ancak fiyatını ‘belirledikleri’ malların üreticileri değildirler, onlar ihtiyaç duydukları için o mala para öderler.
Aslında bu anlatımın en ilginç yanı her şeyin oy ile belirlendiğinin (ekonomide ve siyasette) anlatılmak istenmesidir.
Ancak her ‘oy’ kullanma biçiminde, her zaman kapitalistler kâr eder, her zaman oy kullananlar nedense maliyetinin çok üstünde fiyatlarla bir ürünü almak ‘istediklerini’ belirtirler. İşte burjuva demokrasisinin gerçek yüzü de budur. Nedense herkes, kendini satacak birini seçer.
Burjuva iktisatçıları tüm bunları anlatırken fiyatın ‘üzerinde yükseldiği’ bir değer olduğunu, değerin değişim değerine ve oradan fiyata ‘dönüştüğünü’ tüm bu işlemlerin gerçekleşmesi için ise üretim araçlarının toplumun değil de kişilerin mülkiyetinde olması gerektiğini atlarlar. Öyle ki, herkes sanır ki mallar o ünlü tüketici talepleri (oyları) ile fiyatlandırılmaya kendi kendine gelirler. Hayır, onları oraya getiren, üretilmiş ürünlere el koyan ve bunları değişim için getiren kapitalisttir. Diyelim ki, 5 kapitalist 5 ayrı çeşitte beyaz peynir üretsin, tüketicilerin oyları (taleplerinin belirtisi olarak ödemeye razı olacakları fiyatlar) en iyi ihtimalle bu 5 ayrı çeşit beyaz peynirden birini seçmeye yönelir. Tüketicinin beyaz peynir almama hakkı yoktur. Ötesinde kendisi, beğenmediği mallar nedeni ile bir gün beyaz peynir üreticisi olarak ortaya çıkamaz. Kapitalistlerin mallarını satmak için giriştikleri rekabette tüketici karar verici gibi gözükse de, tersine o tamamen bir nesnedir, kararı her zaman ne için, niye rekabet ettiğini bilen verir.
Temsili demokrasinin mekanikliği, Ekim Devrimi sonrasında burjuva ideologlarınca da söylenmeye başlandı. %50+l oy ilkesi, belli tarihlerde genel seçim olması devlet mekanizması açısından artık tümüyle saçma olmaya başlamıştı. Öyle ki, burjuva ideologlarının efendilerine, genel seçimin ve genel oyun ideolojik işlevini anlatmaları gerekti.
‘Piyasa’da üretici olan (emekçi) tüketici, kapitalist ise (hiçbir şey üretmeyen) üretici rollerine bürünür. Gerçekte bunun tek nedeni üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kâr için üretimdir, emeğin metalaşmasıdır. Üretim sürecindeki yabancılaşmayı anlamak zor değildir. Aynı yabancılaşma, nesnel biçimiyle (henüz tekelci sistem tarafından devir alınmadan önceki haliyle) burjuva demokrasisinde de geçerlidir.
Her şeyin meta olduğu, piyasanın işleyişine bırakıldığı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin var olduğu, insanların emeğine ve kendine yabancılaştığı, paranın ‘tanrının’ üstünde değer olduğu bir toplumda, kapitalistler ile devlet çarkı arasındaki ilişki nasıl kuruluyor, demek ve bu sorunun yanıtının henüz verilmemiş olduğunu söylemek cehalet değilse nedir? Engels’in Dühring’e verdiği yanıtta özellikle vurguladığı gibi önce ekonomik zor vardır, ardından siyasal zor, devlet (kılıç) bu ekonomik temeli korumak için devreye girer. Bunu doğru kavramak gerekir.